Gazeteye
göndereceğim yazıyı yazıp tam gönder tuşuna basmaya hazırlanırken sevip
saydığım bir büyüğümün vefatını öğrenince göndereceğim yazıyı rafa kaldırdım.
Büyüğüm hakkında yazmak istedim. Nedense elim klavyeye gitmedi. Yazdım yazdım,
ardından sildim. Zira nereden başlayacağımı, ne yazacağımı bilemedim. Ölümün
hak olduğuna ve sıra takip etmeden bir gün kapımızı çalacağına inanmış olsam da
değer verdiğim biri hakkında kalem oynatmak zormuş meğer. Hüseyin Adil Abiden
bahsedeceğim bugün size.
Kendisini
ilk defa 1981 veya 1982 yılında Konya İHL’nin karşısına yeni açılmış küçük bir
lokantada tanımıştım. Halen Konya Kahveciler, Çay Ocakları ve Büfeciler Esnaf Odası
Başkanı olan oğlu Mehmet Adil’e “Arkadaşlarını okulun yakınındaki şu lokantaya
getir, onlara bir yemek ikram edeyim, hem onları tanımış olurum” demiş. Bir
öğle arası birkaç arkadaşla beraber lokantada bizi bekler bulduk. Kısa bir
tanışma faslından sonra önümüze önce bir çorba, ardından halen adını bilmediğim
üzeri yoğurtlu, altı etli bir yemek geldi. İlk defa içtiğim bu çorbanın adının
Ezogelin Çorbası olduğunu sonradan öğrendim. Hem çorba hem de ana menü nefisti
gerçekten. Sonraki yıllarda ne zaman bir lokantaya girsem uzun yıllar hep bu
çorbadan içtim. İçtikçe de cebimde metelik yokken Hüseyin Abinin ikram ettiği bu
çorba aklıma geldi hep.
1986
yılında üniversiteyi okumak için Kayseri’ye gideceğim zaman hem barınma hem
iaşede yardımcı olmaları ve görüp kollamaları için oradaki tanıdıklarına bir
mektup yazarak cebime sıkıştırmıştı.
Okulları
bitirip başka yerlerde çalıştıktan sonra Konya’ya geldiğimizde iki sofralık kalabalık
bir arkadaş grubuyla birlikte yılda en az bir defa evine yemekli misafir olduk.
İzzet ve ikramın sınırı yoktu. Tüm çoluk çocuğu bize hizmet etmek için seferber
olurdu. Kendisi pek yemeyi sevmese de sofrada bize eşlik ederdi. Zengin biri
olmasa da yedirmeyi severdi. Zira sahavet ehli biriydi.
Yemekten
önce veya sonra “Ramazan’ım, Osman’ım, Mustafa’m, Ahmet’im, Bekir’im, Ali
Osman’ım, Ömer’im… diyerek her birimize ismimizle hitap eder, halimizi
hatırımızı sorardı. Daha önceden görmediği bir arkadaşımız aramıza katıldığı
zaman “Sizi ilk defa görüyorum. Tanışalım” derdi. Bizi unutmadığı gibi yeni tanıştığı
kişinin de adını unutmazdı. Müthiş bir hafızası vardı ama hafızadan ziyade
karşısındaki, çocuğunun yaşında da olsa herkese değer verirdi. Tanışma
faslından ve hal hatırdan sonra konuyu Müslümanların dertlerine getirir. Bunun
üzerine neler yapılabilir diyerekten kafa yorar, her birimizin görüşünü dikkatli
bir şekilde dinlerdi. Ardından ”Evimizi şereflendirdiniz, hepinize çok teşekkür
ediyorum. Allah sizden razı olsun. Siz oturmaya devam edin. İzninizle ben
kalkacağım” der, biz de oturması için ısrar etmemize rağmen “Fazla gevezelik
yaptım, kafanızı ağrıttım, hepinizden özür diliyorum” diyerek müsaade alır
giderdi.
Ne
mezunu, nereden mezun bilmem. Sorma gereksinimi de duymadım. Zira her yönüyle
dopdolu bir insandı. Kendisini hem dinen hem ilmen hem görgü yönünden
yetiştirmiş, hayatın her safhasında pişmiş, ömrünü inandığı değerlere hizmet etmeye adamış
birisi idi. Nerede bir hareket, bir miting, bir toplantı ve etkinlik varsa
“Benden geçti” demez bir nefer olarak oradaydı. Tam bir aksiyon adamıydı. Onun
aksiyonluğu; hamasete, vurmaya, kırmaya dayalı bir aksiyonluk değildi. Ayakları
yere basan, düşünen, yanlışa yanlış, doğruya doğru diyen, inandığı değerler uğruna
son ana kadar pes etmeden çorbada tuzum olsun diyerek çalışan birisi idi.
İnandığı
değerleri aynı zamanda yaşayan birisi idi: Kimsenin aleyhinde konuşmaz, gıybet
nedir bilmezdi. Mütevazılığı, beyefendi kişiliği ve nezaketi hiç elden
bırakmadı. İbadetlerine devamlılığının yanında bir Müslüman’da olması gereken tüm
ahlaki özelliklere sahipti. Kurumunda, fahri olarak çalıştığı vakıf ve
derneklerde veya hayatın içinde gördüğü bir haksızlığa usulünce müdahale etmeye
çalışır, gücü yetmez ise oradan uzaklaşır ve haksızlık yapanlara gönül koyardı.
Gönül koyduklarına da Allah affetsin diye duasını eksik etmezdi. Bunlar böyle
yaptı deyip köşesine çekilip oturmazdı. Soluğu, daha düzgün çalıştığına
inandığı yerlerde alırdı. Düşünce olarak son ana kadar Milli Görüş çizgisini terk
etmeyen, kavgalarda taraf tutmayan, tarafları anlamaya çalışan ve dinini dört
dörtlük yaşayan nevi şahsına münhasır, samimi birisi idi. Kısaca her yönüyle
örnek bir Müslüman, soyadı gibi adildi dense yeridir.
Tebliğ
ve irşat görevini yaparken önce ailesinden başlayarak çevreye açılmayı
yeğlerdi:
Oğlu
Mehmet, Oda başkanı olduğunda hayırlı olsun ziyaretine gitmiştim. “Hüseyin Abi
geldi mi ziyaretine” demiştim. “Geldi sağ olsun. Bu yaşında buraya kadar gelip
‘Oğlum, buralar insanın ayağını kaydırır, aman dikkatli ol, doğruluktan
ayrılma…’ şeklinde bana bir saat nasihat etti gitti. Allah kendisinden razı
olsun” demişti.
Bir
yerde öğrenci yetiştiriliyorsa Hüseyin Ağabeyi orada bulabilirdiniz. Değişik
vakıf ve derneklerde rol üstlenmişti. Dizlerinde bir ağrı olmasına rağmen son
yıllarda hafızlık yapan bir derneğe kendini adamıştı. Bu salgın döneminde “Ben
riskli gruptayım” demeden, buradaki öğrencilere katkı olsun diye bayramın ilk
günü, kendisini deri ve kelle toplamaya adamış, akşama kadar tek başına hatırı
sayılır bir deri toplamıştı. Akşamında yorgun, bitkin eve gelen Hüseyin
Ağabeyin vücudu daha fazla dayanamadı ve kimseye yük olmadan 17 Ağustos günü 74
yaşında iken hayata veda etti. Dün de kendisini ebedi istirahatgahına
defnettik.
Allah
kendisinden razı olsun. Mekanı cennet olsun. Rabbim ona gani gani rahmet
eylesin. Zira biz kendisinden razıyız. Kendisi gibi dürüst yetiştirdiği
oğulları Mehmet ve Osman’a, diğer Adil ve Küçükbüğrü ailelerine baş sağlığı
diliyorum. Tüm Konya’nın ve ihtiyaç sahibi öğrencilerin başı sağ olsun.
*19/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
*19/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder