6 Temmuz 2020 Pazartesi

Babacan Bir Tavra Ceza Verilir mi Hiç! *

Bursa'da bir kamu kurumunun müdürü, iddiaya göre odasına bayan memurunu çağırıyor ve ona "Maşallah, çok güzelsin, fıstık gibisin" diyerek kalçasını elliyor. Gözyaşlarına boğulan genç memur, olayı önce arkadaşlarına anlatmakla da kalmayıp sorunu yargıya taşıyor. Bursa 5.Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen 'basit cinsel saldırı’ davasında kurum müdürü, mahkumiyete çarptırılıyor. Sanık müdür, kararı temyiz ediyor. Yargıtay 14. Ceza Dairesi, kalçaya elleme yoluyla gerçekleştirildiği iddia edilen cinsel saldırı olayında müdürün babacan tavırla hareket edip etmediğinin yeterince araştırılmadığına dikkat çekerek “Sanığın aynı yerde birlikte çalıştığı mağdurenin vücuduna dokunması şeklindeki eyleminin, cinsel amaçla gerçekleştirildiği hususunun şüphede kaldığı ve mevcut haliyle cezalandırılmasına yeter başkaca delil bulunmadığı anlaşıldığından, isnat edilen suçtan beraatı yerine, yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi kanuna aykırıdır. Sanık avukatının temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bozulmasına oy çokluğu ile karar veriyor. Karar bu şekilde kesinleşiyor. Çünkü Yargıtay, yargılamalarda son sözü söyleyen nihai mercidir.

Sanık müdürü temize çıkaran bu kararı gazetelerden okumuşsunuzdur. Öyle zannediyorum, televizyonlar da haber olarak verilmiştir. Konuyu ve meseleyi hala anlayamadıysanız bu meseleyi bir de benden dinleyin.

Haberi okuyunca pes doğrusu, bu kadar da olmaz diyecektim. Bereket demedim. İyi ki yargımız var, iyi ki kanuna aykırılık var dedim. Çünkü koskoca müdür, emri altındaki bir memurenin iftirasına yok yere kurban gidecekti. Müdür ne demiş, bir bakalım. Maşallah demiş. Ne var bunda? Adam, memuresini kem gözlerden korumak için maşallah demiş. Çok güzelsin demiş. Ne desin başka? Çok çirkinsin mi desin? Üstelik memuresinin güzelliğini de fıstığa benzeterek edebiyatını konuşturmuş. Teşbih efendim bunun adı teşbih... Ne yani zakkum gibisin mi desin… Müdür bununla da yetinmeyip kızımızın kalçasına bir dokunmuş. Ne var bunda? Kızımız, müdürünün bu iltifatına “teşekkür ederim müdürüm” diyeceği yerde önce ağlamış, ardından arkadaşlarına anlatmış, bununla da yetinmeyip soluğu mahkemede almış. Yerel mahkeme de bir şey biliyormuş gibi bu masum olayı “basit cinsel saldırı” olarak görüp koskoca müdürü cezaya çarptırıyor. Bereket nihai merci; kadının anlayamadığı, yerel mahkemenin de kadının dümen suyuna girdiği bu konuda olayı, “babacan bir tavır var” diyerek çözüyor. Kadın, yerel mahkeme ve ben, kötü niyetli olunca aklımıza neler geldi neler! Nedense bu işin babacan bir tavır olabileceği hiç aklımıza gelmedi. Bursa’da hakimler varsa Ankara’da da var. Eskiden yanlış hesap Bağdat’tan dönerdi. Şimdi Ankara’dan dönüyor. İyi ki varlar. Değilse böyle babacan bir tavra ceza verip cümle aleme rezil olacaktık. Neyse biz bunu boş verelim de şuna kafa yoralım: Bu babacan tavır, ileri boyuta taşınmış olsaydı, Yargıtay bu durumda ne karar verirdi? Ben şu anda her ne kadar perşembenin gelişi çarşambadan belli idiyse de bu kıt aklımla sonucu kestiremiyorum.

Hasılı, bundan sonra karşıt bir cinse, cinsel içerikli bir söz söyleyeceğiniz veya bir yerini özellikle kalçasını elleyeceğiniz zaman bu yaptığınızın cinsel tacize girip girmeyeceği endişesini taşımayın. İçiniz rahat olsun. Zira elinizde kapı gibi herkesi bağlayan emsal bir Yargıtay kararı var. Tüm bu eylemleri yaparken tek dikkat edeceğiniz husus, bu işi babacan bir tavırla yapmaktır. Ötesini merak etmeyin. Yine de ne olur ne olmaz der, bu konuda bir korku yaşarsanız, bu nihai kararın bir kopyasını cebinizde taşıyın. Bir taciz iddiasıyla masumluğunuza yanlışlıkla bir halel gelirse polise, yerel mahkemeye ve devletin diğer yetkililerine “Ben bu işi babacan bir tavırla yaptım. Bu da belgesi” deyip gösterin. Kim, ne diyebilir bu durumda…

Bu karardan çıkaracağımız sonuç; kimin, kime, neyi, nerede, ne niyetle yaptığı bir güzel anlaşılmadan bundan sonra kendisine taciz edildiği iddiasıyla hiçbir mağdure, koskoca müdürüne veya bir başkasına iftira atarak mahkemede soluğu almasın ve adalet dağıtan yargımızı boşu boşuna meşgul etmesin. Lütfen, istirham ediyorum. Bu işin şakası yok. Yok, kalçanıza dokunulmasının ne amaçla olduğunu hala anlayamadıysanız, mahkemeye gitmeden önce zanlıya “Bu işi ne amaçla yaptın” diye bir sorun. Bir şey kaybetmezsiniz. Eğer adam, mesele bildiğin gibi değil, ben bu işi babacan bir tavırla yaptım derse içiniz rahat olsun ve işinize yoğunlaşın. Zira kötü bir durum yok. Hala ben bu meseleyi anlayamadım diyorsanız, lütfen içinizdeki kötü düşüncelerden uzaklaşın. Bilin ki şeytandandır o.

*08/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


4 Temmuz 2020 Cumartesi

Düğün Sezonu Açıldı ***

Yeni düğün sezonuna geçmeden önce bildiğimiz eski düğünlerimizden kısaca bahsedeyim. Maliyeti yüksek harcamalara değinmeyeceğim. Bu zaten bilinen bir şey. Davetli sayısına getireceğim işi. Ortalama bin kart bastırılır Konya’da. Her kart üç ile çarpılır. Ortaya üç bin kişilik bir davetli çıkar. Bu kadar misafir, bizi sevip sayıp düğünümüze gelecekse bunlara yemek vermezlik olmaz. Onca masrafın üzerine bir de düğün yemeği verilir. Bunun için düğün salonu da tutulur.

Her bir masaya 10-12 kişi gelecek şekilde oturtulur. Çorbalar dahil tüm yemekler ortak kaba konur ve herkes bu ortak kaba kaşığıyla daldırır. Zaman zaman bir tabak bir tabak daha derken iş yarışa biner. Gelen etli pilavın haddi hesabı olmaz. Tüm pilavların da azami etli, etin de yağsız olması istenir. Pilavın üstündeki et de bizi kesmez. Gözümüz denizaltındadır. Masada oturanlardan birinin aşçı, servisçi tanıdığı vardır. Selamımı söyle, denizaltı göndersin denir. Nazla, şifayla gelen denizaltı, mideye bir güzel indirilir. Tüm bu kadar yemeği mide nasıl hazmederse hazmetsin. Geride kalan bekleşen misafirlere et veya yemek yetmezmiş, hiç umurumuzda olmaz. (Bu arada Türkiye’nin ilk denizaltı geçmişi II.Abdülhamit’e dayanır. 2019 itibariyle denizaltı sayımız 14 olmuştur. Bu sayıyı azımsamamak lazım. Denizaltıların çoğunu deniz yerine düğünlerde midemize indirdik. Mide yerine denize indirseydik, bugün denizaltı sayımız daha fazla olabilirdi.)

Davetlilerin çoğunun getirdiği düğün hediyesi de genelde mutfak eşyasından ibaret olur. Bu hediyeler de sadra şifa olmaz. Çünkü düğün sahibi kap kacak ne varsa düğünden önce iğneden ipliğe almıştır zaten. Birbirinin aynısının tıpkısının benzeri olan bu hediyeler evin sote bir yerine konur. O da bir başkasına giderken ambalajını açmadan bir hediyeyi çekip alarak bir başka düğüne götürür.

Eski düğünlerimiz genelde bu şekil. Kısaca değineyim dedim ama gördünüz gibi çok da kısa anlatamadım.

Gelelim şimdiki düğünlere. Zira bu senenin düğün sezonu açıldı. Açıldı açılmaya ama eski düğünlerden iz yok bu senenin düğünlerinde. Salgın her şeyimizi değiştirdiği gibi düğünlerimizi de değiştirdi. Koronavirüsten kaynaklı pandemi dolayısıyla kimi düğününü erteledi kimi düğününü öne aldı kimi nikahla işi geçiştirdi kimi maskeli ve sosyal mesafeye riayet ederek ve yemeği kaldırarak az sayıda davetliyle düğününü yaptı. Tüm bunlar sessiz sedasız yapılıyor. Eski düğünlerdeki görkem, şatafat, kalabalık ve koşuşturma yok.

Sayfamın geri kalan kısmında düğün yapacaklar ve düğünde yemek verecekler için bir hususa işaret edeceğim. Düğün sahiplerinden bazısı ortam dolayısıyla velimeden vazgeçerken bazıları yemek verme yoluna gidiyor. Çünkü daha önce bir salonla anlaşmış, önden ödeme yapmış. Parasını geri istiyor, salon sahibi sözleşmeyi gerekçe göstererek geri ödeme yapmıyor. Parasını kurtarmak için mecburen yemek verecek. Yemek de eski düğünlerde olduğu gibi ortak kaptan yenmeyeceğine göre verilecek yemek, mecburen alakart usulü olacak. Alakart demek yemeğin maliyetini daha da artıracak ve aynı zamanda davetli sayısını sıkı dokuyup aşağıya çekmek demektir. Daha önce 1000-3000 kişiyi göze alan düğün sahibi, davetli sayısını 250-300 kişiyle sınırlı tutmak zorunda. Düğüne davet edilmedim diye bazıları alınsa da düğün sahibinin yapacağı başka bir şey yok bu durumda. Çünkü alakart usulü bir yemeğin beheri 45 lira.  Bu paraya düğün sahibi kaç kişiye yemek verebilir? Haydi düğün sahibi açıldım, açılacağım kadar. Biraz daha fazla çağırayım dese düğün salonlarının alakart kapasitesi fazla davetliyi kaldırmaz.

Burada alakart usulü yemeğe davet edilen davetliler için de bir sözüm olacak. Alakart demek aksine bir durum olmadığı müddetçe bir davetiye iki kişilik demektir. İki kişiden fazla düğüne gelmek demek, bazı davetlilerin ayakta kalması, yemeğin yetmemesi, yemek yetse de maliyetin iyice yukarıya çıkması demektir. Çoğu düğün sahibi ayıp olur diye davetiyeye “Bu davetiye iki kişiliktir” diye yazdırmıyor. Bu durumda bize yani davetlilere düşen, davete en fazla iki kişiyle eşlik etmektir. Eski düğünlerde olduğu gibi davet edildik deyip hanedeki ve evimize gelen misafire varıncaya kadar herkesi toplayıp gelmemektir ve gelirken de evimize depoladığımız mutfak eşyasını hediye olarak getirmemektir. Çünkü soyup soğana çevrilen düğün sahibinin bu sevinçli ve zor gününde maddi desteğe ihtiyacı vardır. Bunun yolu da hediye olarak para vermektir. Konuyu fazla uzatmadan mutfak eşyası hediyeden ağzı çok yanmış, bulaşığım olan bir köyün derneğinden gelen mesajı buraya alıyorum. Zira bu mesaj her şeyi anlatıyor. Fazla da söze hacet yok: “DÜĞÜNLERİMİZ BAŞLIYOR. Virüsten dolayı ertelenen düğünlerimiz hafta sonu başlıyor.  Düğünlerimizdeki hediye sandığına 10 TL de olsa muhakkak para atmaya özen gösterelim. Bu zor günlerde düğün sahiplerine yardımcı olalım inşallah. B002”

***07/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

3 Temmuz 2020 Cuma

Sessiz Hutbe *

Bu hafta cuma namazını kılmak için muhitimdeki camileri geçerek 29 Mayıstan beri cuma kılınmasına izin verilen İlahiyat camiine gittim yine. Açık hava ve geniş bahçesi cuma kılmak için civarda en uygun yer zira. 

Namazgaha vardığım zaman öncelik ağaç altı olmak üzere tüm gölge yerler, sosyal mesafeye uygun bir şekilde doldurulmuştu. Son gölgeye de seccademi sererek ben oturdum. Diğerleri, güneş gelen yerlere oturmak zorunda kaldı. 

Bir on dakika sonra ezan okundu. Cumanın ilk sünnetini kıldık. 

Müezzinin iç ezanı okumasını beklerken caminin içinden kısık sesle ezan okunmaya başlandı. Ne oluyoruz, ezan niye içeride okunuyor derken gözüm ihata duvarının önünde her hafta görmeye alıştığım seyyar hutbe ve minberi aradı. Yoktu. Anladım ki kapalı yerlerde cuma kılınmasına izin verildiğinden, cami görevlileri de içeriye postu sermiş ve orada kılacaklardı. 

Okunan iç ezanın ardından, hatibin hutbe irat etmeye başlaması lazım. Ama bahçeye hiç ses gelmedi. Bahçede bu durumda olan 400-500 kişiden kimi seccadesini toplayarak caminin içine geçti. Bir müddet sonra caminin içi de doldu. Sirkülasyon hutbe boyunca bu şekilde devam etti. İçeriye biri, "Bahçeye ses duyulmuyor" demiş olmalı ki hutbenin sonlarına doğru biri, içeriden seyyar hoparlör uzattı. Hiç faydası olmadı. Hasılı bize duyulmayan sessiz bir hutbe dinledik.  İmam kendi çaldı, kendi oynadı. Sadece iki, üç km uzaklıktaki camilerde okunmakta olan hutbenin ne dediğini anlayamasak da birbirine karışan mikrofon sesini duyduk. 

Başkasını bilmem ama beni bir düşüncedir aldı. Ya az sonra cuma kılarken imamın sesini duymazsak ne yapacağız? Bereket imamın sesi biraz geldi. Caminin yanındaki biri de rüku, secde gibi komutları tekrarladı da cumamızı kılabildik. Buna da şükür! Namazda da ses gelmeseydi sessiz hutbe dinlediğimiz gibi cuma namazını da sessiz cuma olarak yerine getirecektik.

Cumanın son sünnetini kıldıktan sonra yanıma birkaç kayısı düştü. Başımı kaldırdım. Kaysı ağacının altına oturmuşum. Namazın akabinde birkaç tanesini yiyerek nasiplendim. (Hava müsait olmasına rağmen cami görevlilerinin namazı içeride kılması, bu kayısı yüzünden olabilir mi? Her gelen, ağaçtan yanıma düştü. Bu benim nasibim deyip iç etse ortada reçel yapacak kayısı kalmaz.)

Dışarıda olup bitenlerden cami görevlilerinin haberinin olmaması mümkün değil. Çünkü içerideki cemaatten fazla kişi vardı dışarıda. Pekala dışarıya ses gidecek şekilde önceden bir planlama yapabilirlerdi. Eğer bu mümkün değilse cuma başlamadan önce "Başınızın çaresine bakın" şeklinde dışarıdakilere bir uyarı yapılabilirdi. 

Dışarıda namaz kılan 400-500 kadar kişiyi mağdur edecek şekilde cami görevlilerinin kasıtlı bir düzenleme yaptığını düşünmüyorum. Niyetleri ne ise verilen görüntü bu camiye yakışmadı. Zira tam bir keşmekeşlik hakim idi. 

Görevlilerin niyetlerini sorgulama imkanım yok. Ama alınganlığım bana şunları düşündürdü: Sanki cami görevlileri biz dışarıdakilere "Bakın dışarıdakiler! Kendi muhitinizdeki camilerde de cuma kılınıyor. Hâlâ bizim camiye niye geliyorsunuz? Biz sizi istemiyoruz artık. Bahçede dinlediğiniz bu sessiz hutbe, anlamanız için size attığımız ilk topçu atışıdır. Buna rağmen haftaya da bizim camiye gelmeye kalkarsanız, şakamızın olmadığını bilin. Haftaya ne sürprizlerle karşılaşırsınız, cuma kılabilir misiniz? Şimdiden kestiremeyiz. En iyisi mi bundan sonra siz bize gelmeyin. Zira biz bize yeteriz" demek istedi. Ellerinde olmayan teknik bir arıza olmasını ümit ediyorum.

Hasılı kovulmaktan beter bir cuma kıldık. Her ne kadar cami, bu camide görev yapan görevlilere ait değil idiyse de istenmediğim yere bir daha gitmem. Boşu boşuna görevlileri rahatsız etmemiş olurum. Haftaya beni kabul edecek bir başka cami bulurum kendime.

Eve geldikten sonra bu haftanın hutbe konusu neymiş diye Diyanet sayfasını açtım. "Sabrın sonu selamet" imiş konu. Ben bu sabrı fiili olarak yaşadım anlayacağınız. Belki cami görevlileri böyle yaparak bizim sabrımızı ölçtü. Hutbe boyunca miskin miskin beklesek de sabrımız fena değilmiş bu arada.

*06/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.