20 Nisan 2020 Pazartesi

Özelliğimizi Ne Zaman/Nasıl Kaybederiz? *

Her bir insan özeldir. Bakmayın fiziki olarak birbirimize benzediğimize. Özel biri olduğumuz, çocukluğumuzda kendini gösterir. Bu tespitin doğruluğunu, birlikte yaşadığınız veya bir süre gördüğünüz küçük bir çocuğu izleyerek test edebilirsiniz. Gördüğünüz çocuk öyle güzel, öyle farklı ve orijinal sorular sorar, kendine özgü öyle cevaplar verir, öyle hareketler yapar ki şaşırır kalır ve hayranlığınızı ifade etmekten kendinizi alamazsınız. Çocuğun çok akıllı, zeki, farklı ve özel biri olduğunu anlarsınız. Sadece bu gördüğünüz değil, tüm çocuklar özeldir. Aslında biz büyükler de küçükken bu özel çocuklardan biri idik.

Küçüklüğünde, çocuğu özel kılan etkenlerin başında, aile ortamında teneffüs ettiği sevgi ortamı gelir. Çünkü hemen hemen her çocuk sevgi ile beslenir. Bu sevgi ortamı, çocuğun alabildiğine doğal davranmasını doğurur. Bu doğallıkta rol yoktur. Kişinin olduğu gibi davranmasıdır. Çocuk çikolata, oyuncak gibi küçük beklentiler dışında büyük beklenti içerisine girmez. Hata yaparsam dışlanırım, hayatım kararır endişesi taşımaz, başkası ne der demez. Gösterilen sevgi ve ilgiye paralel olarak içinden geldiği gibi konuşur ve hareket eder.

Kendisini izleyen büyüklere mutluluk veren, onları eğlendiren, onlara hoşça vakit geçirten bu özel çocuklar, büyüyünce nasıl birbirlerine benzemeye başlıyorlar? Her yönüyle özel olan bu çocuklar, büyüdükçe nasıl oluyor da alelade biri olup çıkıyorlar? Bu durumun enine boyuna incelenmesi gerekir. Bana göre “Ah, bir büyüsem, neler neler yaparım” diyen bu özel çocuklar, büyüdükçe hayatın öbür yüzünü görmeye başlıyorlar: Şiddeti, azarlanmayı, ayıplanmayı, dışlanmayı, yadırganmayı; mazeret üretmeyi, tembelliği, rahata düşkünlüğü, menfaat ve çıkarı; torpili, yalanı, haksızlığı, haksızlığa karşı sessiz kalınma gibi ne kadar olumsuz durum varsa görüyorlar. Aykırı hareket edenlerin, farklı görüş serdedenlerin ve yapılan haksızlıklara karşı çıkanların başlarına neler geldiğini de yaşayarak bir güzel öğreniyorlar. Tüm bunları düzeltemeyeceklerini, haksızlıklara karşı çıktıkları takdirde yalnız kalacaklarını, başkasının başına gelen akıbetin, kendilerinin de başına geleceğini düşünmeye başlıyorlar ve büyüdüklerine pişman oluyorlar. Ardından hesap kitap yapmaya başlıyorlar. Şöyle yapar veya böyle yaparsam dışlanırım, ayıplanırım. Ne olur ne olmaz, başıma bir şey gelir, hedef ve beklentilerimi gerçekleştiremem endişesiyle, kendisini farklı kılan ve özel olmasını sağlayan yönlerini törpülemeye başlıyorlar. İçlerine sinmese de uydum kalabalığa diyerek sürü psikolojisi ile hareket etmeyi yeğliyorlar. Bu endişe ve korku; kişiyi önce sessizliğe büründürüyor, ardından bulduğu sürünün içine itiyor ve bir müddet sonra sürüye uyum sağlıyor. Tüm bu süreç, kişiyi kendisi olmaktan uzaklaştırıyor, onun özel kişiliğini yok ediyor ve milyonlarca kişiden biri haline getiriyor. Çocukluğundaki özel çocuğu ara ki bulasın.

Sürünün bir parçası olduktan sonra önlerine konan ev ödevi; önünde bulduğu yerleşik düzene karşı çıkmamak, sürüden ayrılmamak, büyüklerin gittiği yoldan gitmek, onların dediğini ve yaptığını yapmak, su akarken -kazan kazan prensibi gereği- testiyi doldurmaktır. Ait hissettiği kişi, grup, camia her kim ise kendinden hiçbir şey katmadan onların görüşlerini savunmak ve yaymaya çalışmaktır.

Bir gün tüm yaptıklarından pişmanlık duyup gittiğim yol, yol değil; ben özüme, gerçek kişiliğime döneceğim dese de başarılı olamaz. Çünkü alelade bir insandır artık.

*27/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

19 Nisan 2020 Pazar

Temizlik Hastalığına Dikkat! *

1979 yılında orta birinci sınıf öğrencisi iken Türkçe dersimize giren bir kadın öğretmenimiz vardı. Sınıfa geldiğinde sınıfın kapı koluna dokunmaz, dokunmak zorunda kalırsa da kapıyı, elinde sürekli bulundurduğu kağıt mendil ile açardı. Öğretmen masa ve sandalyesi temiz olduğu halde çantasından çıkardığı peçete ile kendisi tekrar temizlerdi. Bize zaten dokunmazdı. Maazallah bizden kendisine mikrop bulaşabilirdi.  Temiz değil, tertemiz bir kadındı anlayacağınız.
*
2000 öncesi Güneydoğu’nun bir ilinde görev yaparken bir ramazan günü bazı erkek meslektaşlarımı evime iftara davet etmiştim. Birlikte akşam ezanının okunmasını beklerken en son davetlimiz, eşiyle birlikte davetimize icabet etti. Ben meslektaşımı diğer misafirlerin bulunduğu odaya aldım. Daha sonradan eşimin anlattığına göre davetlinin eşi içeriye girer girmez mutfağa geçmiş. Göz ucuyla mutfaktaki yemeklere, yemeklerin tabaklara servis edilişine bakmış, mutfağın temiz ve hijyen olup olmadığını bir güzel inceledikten sonra temizlikten geçer not almış olmalıyız ki kendisi için hazırlanan sofraya lütfedip oturmuş. Yemeklerimiz ne kadar içine sindi, içi ne kadar götürdü bilinmez.

Bir başka zaman iftar davetime eşiyle birlikte en son icabet eden arkadaş “Hocam, hep sizlerin evinde oturuyoruz, bir akşam çayını da bizde birlikte içelim” dedi. Israrı üzerine birkaç erkek arkadaş evine gittik. Otururken idrar yollarında sorunu olan bir arkadaş ev sahibine, “Lavabonuz müsait ise kullanabilir miyim” dedi. Arkadaş lavaboya gittikten sonra evin kadınının ağlama sesi, oturduğumuz odayı da kapladı. Biz kalkıncaya kadar da sesli bir şekilde ağlamaya devam etti. Lavabodan gelen arkadaş bir ara “Hocam, yengenin bir rahatsızlığı mı var? Niye ağlıyor” dedi. Ev sahibi, “Yok bir şeyi. O, zaman zaman böyle ağlar” dedi. Birlikte oturduklarımız, durduk yere bu ağlamaya bir anlam veremese de ben meseleyi anlamıştım. Yenge hanım, ev dışından gelen biri tarafından WC ve lavabosunun kirletildiğine ağlıyordu. Çünkü evime iftara geldiğinden biliyorum. Temizlik konusunda normalin üzerinde bir hassasiyete sahipti.
*
Dört yıl önce tanıdığım bir kadın var. Evine haftada birkaç defa temizlikçi gelir. Ev tepeden tırnağa temizlenir. Temizlikçi ile birlikte evin kadını da çalışır. Onun görevi evde ne kadar giyilen, giyilecek olan; kirli veya temiz elbise varsa balkona tek tek çıkartmaktır. Çamaşırı önce tersinden, sonra düz tarafından dakikalarca çırpar. Bu eylem, sadece kirli çamaşırlar için değil; hem kirli hem de yıkanan çamaşırlar için tekrarlanır. Evin, kullanılan ve kullanılmayan diğer eşyaları da aynı şekilde balkondan rutin bir şekilde çırpılır, tertemiz yapılır.
*
Çevrenizde “Ellerimi yıkamasam duramam, kıyafetlerimi temiz olduğuna inanana kadar yıkıyorum, bulaşık makinesi benden iyi temizleyemez, kapı kollarına dokunamam, başkasının evinde tuvalete giremem” (sabah.com.tr) şeklinde takıntısı olanlar eksik olmaz. Halk arasında “Temizlik hastalığı” olarak adlandırılan bu hastalığa tıp dilinde, “obsesif kompulsif kişilik bozukluğu" (OKB) deniyormuş. “Takıntılı şekilde temizlik tutkunluğu, her şeyin kirli olduğu hissine inanma ve her şeyi sürekli yıkama, silme gibi eylemlerin sürekli tekrarlanması, temizlik hastalığı olarak adlandırılır. Bunun altında yatan sebep anksiyete bozukluğu, şüphecilik ve emin olamama hissi, saplantılı düşüncelerdir. Diğer tüm takıntılarda olduğu gibi aynı süreci izler. Kişi bu bozuklukların mantık dışı olduğunu bildiği halde kendi davranışlarını engelleyemez. İstem dışı davranışlarını sürekli tekrarlayarak engellemeye çalışır. Saplantılı düşünceden kurtulmaya ve unutmaya çaba gösterir. Fakat başarılı olamaz. Örneğin, elini yıkadığı halde emin olamadığı için tekrar yıkar, sürekli ev temizliği yapar, misafirin ardından misafirin kullandığı her şeyi yeniden temizler, zamanın çoğunu temizlik yaparak geçirir, kirli olduğunu düşündüğü her nesneyi kullanmadan önce yeniden yıkar…vs. (sabah.com.tr)

Her yüz kişiden iki kişide -daha çok kadınlarda- görülen bu hastalığın tedavi edilebilir olduğunu, tedavi edilmediği takdirde kendisi ciddi sağlık problemleri yaşadığı gibi bu durumdan çevresindekiler de etkilenebilir diyor Dr. Mehmet Yavuz: “Öncelikle kişinin sosyal ve iş yaşantısı bozulur. Aşırı temizlik tutkusundan ötürü çevresindeki arkadaşları evine gelmek istemeyebilir. Kendisini bu durum karşısında mutsuz hisseder. Aynı zamanda bu tarz hastalıklarda kişi en çok kendisine zarar verir. Zamanın çoğunu temizliğe ayırdığı için zaman kaybı yaşar, diğer yapması gereken hiçbir şeye konsantre olamaz. Gerek ev ve sosyal çevresiyle gerekse iş ortamı ile ilişkileri bozulur. İş performansı önemli derecede olumsuz etkilenir. Evli ise eşi ve çocuğu ile iletişim bozukluğu yaşar. Kendisini temizlik yaparak sürekli hırpalar, günün sonunda yorgun ve bitkin düşer. Bir dönem sonra kişi bedensel olarak da belirli rahatsızlıklara zemin hazırlamış olur”. (sabah.com.tr)

Temizlik hastalığına yakalanmış kişileri ayıplamıyorum. Çünkü bir takıntı durumu söz konusudur. Burada sözlerime son verirken kadınlar temizlik konusunda çok titizdir. Bu titizliğin bir ileri evresi temizlik hastalığıdır. Kişiye ve birlikte yaşadıklarına hayatı zindan eden bu hastalığa değinmemin sebebi, bizi bundan sonra bekleyen tehlikeye işaret etmektir. Çünkü koronavirüs hastalığına yakalanma riski dolayısıyla toplumumuzun tamamı temizlik konusunda çok hassaslaştık. Ümit ederim ki salgından kaynaklanan temizlik konusundaki bu titizliğimiz ve takıntımız, koronavirüs sonrasına sirayet etmez. Eğer sirayet ederse virüs kadar tehlikeli bir hastalıkla karşı karşıya kalacağız demektir. Üstelik bu hastalığın tedavisi koronavirüs tedavisinden daha zor olur ve kalıcı iz bırakır. Hasta oranımız da yüzde ikide kalmaz. Erkekler de bu yolun yolcusu olabilir. Titizliğimiz, ileride hayatı zindan edecek şekilde bağımlılık yapmasın. Covit-19 belasından sonra yeni bir bela ile yüz yüze kalmayalım. Aman dikkat!

*20/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Meslek Gruplarının Onuruyla Oynamak **

Meslekleri biz parasına, itibarına, çalışma şartlarına, riskli-risksiz, önemli-önemsiz, masa başı iş, gözde ve aranan meslekler olarak görüyor ve değerlendiriyor olsak da insanın ve diğer canlıların ihtiyaç duyduğu her meslek önemlidir. Zamanın şartlarına ve teknolojiye göre bazı meslekler, yok olup veya gözden düşse de her meslek, zamanında önemli bir görevi yerine getirmiştir. Aynı meslek grubundan o mesleği icra edenlerin iş bulma ve iş yapma konusunda zorlanmaları, o meslek grubunun önemsizliğinden değil, ihtiyacın ötesinde kişinin, aynı mesleğe yönelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu da ihtiyaca göre meslek erbabı plânlaması yapamayışımızdan kaynaklanmaktadır.

Anlatmak istediğim, ihtiyaç olan meslekler daha gözde meslekler olsa da her meslek önemli ve kutsaldır. Her mesleğin de kendine özgü çalışma şartları vardır. Bazısı mesaiye tabi, bazısı mesai harici çalışmayı gerektirir, bazısı esnek çalışma şeklinde yerine getirilir. Bazı meslekler daha dikkat isteyen meslek iken bazısının çalışma şekli daha rahat olabiliyor. Durum bu iken çoğu kimse, kendi icra ettiği meslek ve görevinin daha önemli ve zor olduğunu, bazı meslek erbabının hiçbir iş yapmadığını, bedavadan para aldığını değişik platformlarda dillendirmektedir. Bu tür dillendirmeler o meslek erbabını ister istemez üzmektedir. Ne demek istediğimi bir iki örnek vererek izah etmek isterim:
·         "Şu öğretmenler yok mu? Yılın altı ayı tatil yapıyorlar. Hep yatıyorlar, yattıkları yerden para kazanıyorlar". (Öğretmenlerin tatili kişiden kişiye değişiyor: Kimi 3, kimi 4 ay tatil. Aslında öğretmenlerin yıllık tatilleri toplamda 2,5 aydır. Ama koronavirüs dolayısıyla okullar tatil edilince yazın bir telafi eğitimi yapılmazsa öğretmenler ilk defa 4,5 ay tatil yapmış olacaklar. Birçok meslek grubu yaşadığımız bu salgın ortamında tatil yapıyor iken yaşlılara hizmet etmek amacıyla görev yapan öğretmenler de var.)
·         "İmamlar ne iş yapıyorlar ki… hiçbir iş yapmıyorlar. Tüm gün boşlar. Hazır camilerde namaz da kıldırmadıklarına göre koronavirüs dolayısıyla evlerinden çıkamayanların ihtiyaçlarını imamlar gidersin" şeklinde ses çıkartanlar oluyor. (Sadece kıldırdıkları beş vakit hesabı yapılınca mantık doğru olabilir ama camilerde görevli olanlar, bir vakit görevini yerine getirdikten sonra diğer vakti beklemek zorunda ve camisinin civarından uzaklaşamıyor. Yani kendini bir yere bağlamış oluyor. Bu bağlanma, ara boşluklara rağmen tüm günü kapsıyor. Nereden bakıldığına bağlı. Bir bakışa göre tüm günleri boş, diğer bakışa göre tüm günleri dolu. Ayrıca yaşadığımız bu olağanüstü durum dolayısıyla oluşturulan vefa gruplarında gönüllü olarak görev yapan din görevlileri var.)

Başka örnekler de verebilirim. Çünkü eleştirilen meslek grubu çok. Ama en fazla eleştirilen meslek gruplarının başında, öğretmen ve cami görevlileri gelmektedir. Her meslek grubunun çalışma şartları ve mesaileri farklı olabildiği gibi bu iki meslek grubunun da çalışma şartları ve mesaileri farklıdır. Öğretmen ve din görevlilerinin mesaileri eleştirilebilir. Ne şekilde olması gerektiğine dair Milli Eğitim Bakanlığına ve Diyanet İşleri Başkanlığına öneriler* de sunulabilir. Eleştiri ve öneriye eyvallah ama bunun muhatabı, öğretmen ve din görevlileri değildir. Bağlı oldukları kurumlarıdır. MEB veya DİB, farklı bir mesai düzenlemesi yaptı da öğretmen ve din görevlileri, biz bu mesaiyi kabul etmiyor mu diyorlar da öğretmen ve din görevlileri yatarak para kazanıyor eleştirisi yapılıyor. Maalesef bu tür eleştiriler, bu iki meslek sahiplerini üzmektedir.

*Benim bu iki meslek grubu için önerim: Dersi olsun veya olmasın öğretmenlere, hafta içi her gün okulda olacak şekilde bir düzenleme yapılabilir. (09.00-16.00 arası gibi) Bu da tam gün eğitim demektir. Derslik ihtiyacından dolayı hala birçok yerde ikili öğretim yapılıyor iken bu önerinin şimdilik uygulanabilmesi mümkün değildir.
Beş vakit namazın dışında imam ve müezzinlere, camide ifa edebilecekleri mesai saatleri konabilir. (09.00-12.00 veya 10.00-15.00 gibi)

**19/04/2020 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.