23 Ocak 2020 Perşembe

İslam Ahkamının Her Çağa Hitap Etmesi (2)


Geçmişte fıkıh alimlerinin meselelere çözüm üretmek ve sorunu çözmek için başvurdukları asli ve feri deliller, bugün bize yol gösteren bir yol haritası niteliğindedir. Bu yoldan gittiğimiz takdirde İslam, her çağın sorunlarına çözüm üretebilecek bir canlılığa sahip olacaktır. Böyle değil de "İslam adına geçmişte her şey söylenmiş" deyip zamanında bir ihtiyacı gidermiş ve sorunu çözmüş olan geçmiş fetvalara bel bağlamak, yeniye dair bir şey söylememek, çağın yeni sorunlarına yen bir soluk getirmemek, İslam her çağa hitap eder prensibine aykırıdır. Çünkü geçmişten günümüze insanlığı ilgilendiren sorunlar, bugünkü sorunlara benzese de sorun aynı değildir. Şartlar, ihtiyaçlar değişmiştir. Şartlar ve ihtiyaçlar değişince yeni fetvalara ihtiyaç olur. Bu da Kur'an, asıl olmak üzere diğer asli ve feri delillerden yararlanmak ve hüküm çıkarmakla mümkün olur. Bunun için geçmiş müktesebatı bir kenara atmadan ayetlerin illetini ortaya koymamız ve ayetin indiği dönemde toplumun yapısı nedir, buna bakmamız gerekir. Çünkü Kur’an Cahiliye Dönemini yaşayan bir toplumu her yönüyle düzeltmek, onlara doğru yolu göstermek ve onların sorunlarına derman olmak için olaylara ve sorunlara binaen peyderpey inzal olmuştur. Günümüzde yeni bir sorun ile karşılaştığımız zaman din bu konuda ne der deyip Fıkıh kitaplarını karıştırmak yerine; sözüne, yaşantısına ve ilmine güvenilen ve içtihat edebilme yeteneğine sahip her alanla ilgili uzman kişilerden müteşekkil bir fetva heyeti, Müslümanların karşılaştığı problemleri ve yaşadığı ikileme dair her konuda taze görüş serdetmelidir. Bu heyet sadece sorun çözmekle kalmayıp çıkması muhtemel sorunlara da kafa yormalıdır. Fetva verirken geçmiş müktesebattan da yararlanmalıdır. Geçmişte hangi soruna hangi delil ile nasıl bir fetva verilmiş, günümüzde bu konuya aynı şekilde bakabilir miyiz demelidir.

Bu konuda bir örnek verelim: Eksiklikleriyle beraber hepimizi bağlayan ülkemizin bir hukuk sistemi var. TCK’da adam öldürenin cezası belli olmasına ve bu suçu işleyen kişilere verilmiş sayısız cezalar olmasına rağmen, adam öldüren herkes tekrar mahkemeye çıkarılır ve yargılanır. Hiçbir hakim, geçmişte bu suç hakkında verilmiş emsal karar var. Aynısını verelim, yeniden yargılamaya gerek yok demez. Karar vermeden önce suçun TCK’daki cezasına, önceki verilmiş emsal kararlara, Yargıtay’ın içtihatlarına bakar, tarafların savunmasını ve savcının iddiasını dinler ama her dava için yeni bir karar verir. İslam hukuku da böyle olmalı demek istiyorum.

Aşağıda örneğini vereceğim bazı konularda müçtehitlerimiz ne der?
1.Bugünkü bankaların verdiği faiz ile cahiliye ribası denen faiz aynı mıdır?
2.Paramızın sürekli para kaybettiği günümüzde, dinimizin Allah’a borç verme (karz-ı hasen) saydığı, darda kalana borç vermeyi teşvik ettiği borç vermelerde nasıl bir yol izlenmelidir? Çünkü uzun vadeli borçlanmalarda borç verenin TL cinsinden verdiği paranın değeri düşmektedir.
3.Bugün hiçbir yaptırımı olmayan halk arasında imam nikahı veya dini nikah adı verilen nikahın dindeki yeri nedir? Kayıt küreğe bağlanmadan yapılan bu nikah akdi onulmaz yaralar açmaktadır.
4.Boşanmalarda erkeğin eşine üç defa boş ol demesi boşanma için yeterli midir? Bu tür boşanma, kayıt küreğe bağlanamaz mı? Bir evlilik nasıl yapıldı ise o şekilde bitirilir denemez mi? Zira evlenirken isteği sorulan kadına, boşama esnasında istiyor musun diye niçin sorulmaz? Sorulduğu takdirde dinen bir sakınca olur mu?
5.Medeni hukukun miras paylaşımı kadın ve erkeğe eşit miktarda iken İslam’daki kadına bir, erkeğe iki paylaşımı nasıl anlaşılmalıdır? Bu konuda vereselerin sorumluluğu esas alınamaz mı?
6.Kadının şahitliği konusunda yeni yorum getirilemez mi?
7.Seferilik konusunda bugün hala 90 km.yi mi esas alacağız?
8.Mahremi olmadan kadının 90 km.yi aşan bir mesafeye yolculuk yapması konusunda ne düşünüyoruz? gibi




İslam Ahkamının Her Çağa Hitap Etmesi (1)

Hukuk türleri dendiğinde; Pozitif (müspet, meri, yürürlükte olan) hukuk, mevzu (yürürlüğe konulmuş yazılı) hukuk, tarihi (ilga edilmiş/yürürlükten kaldırılmış) hukuk ve ideal (doğal, natürel, tabii) hukuk türleri akla gelir.

Halen yürürlükte olan hukuklar pozitif hukuk olarak adlandırılır. Eksik aksak, beğenelim ya da beğenmeyelim, daha tam hukuk devleti olamasak da, devletin ve devlete bağlı bireylerin uymakla yükümlü olduğu Türk hukuku da pozitif hukuka verebileceğimiz bir örnektir. İdeal hukuka verebileceğimiz en iyi örnek İslam hukukudur. Bu hukuk, bugün her yönüyle yürürlükte olmasa da Müslümanları yakından ilgilendirmektedir. Çünkü İslam hukuku doğuştan gelen insan haklarını ve genel geçer kuralları savunmakla beraber gündelik hayata ve toplum ilişkilerini de düzenleyen bir hukuktur. Müslümanlar, İslam hukuku ile yönetilmiyor ve bu hukukun devlet nezdinde bir geçerliliği olmasa da İslam; evlenme, boşanma, ticaret, ekonomi, miras gibi toplum ilişkileri konularında inananlarını bağlayan kurallar vazetmektedir. Buradan hareketle Müslümanlar, TC vatandaşı olarak Türk hukukuna, ideal hukuk olarak İslam hukukuna tabidirler. Bundandır ki bir şeyin meri hukuka uygun olması, Müslümanları tek başına rahatlatmaz. İslam bu konuda ne der, ona da kulak verir. Geçerli hukuk ile İslam hukuku aynı şeyi söylüyorsa Müslümanlar rahat bir nefes alır, çelişiyorsa ne yapalım, bu işin içerisinden nasıl çıkarım ikilemi yaşarlar. Çünkü devlete göre bir şeyin yapılması kanuni iken İslam'a göre caiz olmayabiliyor. Özellikle dindar ve mütedeyyin insanlar helal/haram, caiz veya değil konularına çok kafa yorarlar. Bir çıkış yolu için fetvalara bel bağlarlar. Hasılı Müslümanlar bugün hem pozitif hukuku yaşıyor hem de yürürlükte olmayan ideal hukuk olan İslam hukukunu yaşıyorlar. 

İslam ve onun hukuku bütün çağlara hitap ettiğine, uygulanabilirliği kıyamete kadar geçerli olduğuna göre Müslümanlar, çelişki durumunda ne yapmalı? Allah kelamı olan Kur'an ve Kur'an'ın bir nevi açıklaması diyebileceğimiz sünneti pozitif hukuka göre uyarlayamayız. Burada İslam fıkhına ve bunun ilmini yapan fıkıhçılara büyük iş düşüyor. Günümüz problemlerine çözüm üretmeleri gerekiyor. Bunun yolu da içtihattır. İslam fıkhı Kuran, sünnet, icmâ ve kıyası şer’i delil olarak kabul etmiştir. Bunlara ilaveten sahabe görüşü, istihsan (bir şeyi güzel saymak), mesalih-i mürsele (maslahat) istishab (geçmişte sabit olan bir hükmün, sonradan değiştiği bilinmiyorsa ve/veya değiştiğine dair bir delil bulunmuyorsa, aynı kalmasına hükmetmek), örf-âdet, öncekilerin şeriatları ve sedd-i zerayi (harama giden yolların tıkanması), feth-i zerayi (helale giden yolların açılması) de hüküm çıkarmada fer'i delil olarak kabul edilmiştir. (Bu konuya devam edelim)






Kış ve Grip *

Kış dendi mi soğuk, ayaz, don ve -şimdilerde görmeye hasret kalsak da- kar akla gelir. Bir de hastalıklar. Çünkü kış mevsimi, hastalıkları da beraberinde getirir. Öksürük, ateş, baş ağrısı, burun akıntısı, hapşırık, yorgunluk ve boğaz ağrısı şeklinde kendini gösteren, halk arasında ortalık hastalığı da denen, kış aylarında kendini iyiden iyiye hissettiren bu hastalığın adı griptir.

Önceki yıllarda kuş gribi, domuz gribi gibi adı verilen gribin bu kıştaki adı nedir bilmiyorum ama hastalığa yakalanan kolay kolay atlatamıyor. Geldi mi kolay kolay gitmiyor. İnatçı mı inatçı çünkü. Hem öyle inatçı ki hastalığa yakalananı, anasından doğduğuna pişman ettiği gibi bir başkasına da bulaştırmadan gitmiyor; o çekti, sen de çekeceksin dercesine. Ev halkından birine sirayet etti mi diğerlerini de boş geçmez. Sırayla hepsini yoklar. Çok adil anlayacağınız.

Hastane ve aile hekimliklerinde gripten dolayı hasta sayısında bir artış olsa da gribe yakalananın çoğu, doktora da gitmez. Kimi doktorun önerdiği ilaçları kullanarak hastalığı savma yolunu tercih ederken kimi de kendi kendine geçip gitmesini bekler. Yine halk arasında gripten kaynaklanan bu hastalığı savmak için "İlaç kullanan yedi günde, kullanmayan ise bir haftada iyileşir" denir.

Grip deyip de geçip gitmeyelim. Zira bu hastalığa yakalananın kimi ağır atlatır bu hastalığı, kimi de hafif. Bazen ölümlere de sebebiyet verebiliyor. Gribin aynı zamanda bulaşıcı özelliği de var. Buna rağmen grip konusunda çoğumuz duyarlı değiliz. Bundandır ki biri bu hastalığa yakalandı mı kiminle temas etmişse hastalık o kimseye sirayet eder. Gribe yakalananın bazısı, başkasına bulaştırmayayım diye gerekli özeni gösterirken bazıları, zorunlu olmadığı halde toplum içerisine giriyor; düğün, cenaze ve taziyeye katılıyor, alışverişe gidiyor. İnsanlarla tokalaşıyor, olmadı sarılıyor, öpüyor, öpüşüyor. Ardından da size bulaştırmayayım, biraz hastayım diyor gülerek. Merak ediyorum, hastalığı satmak için başka ne yapması gerekiyor?


Kimin vücudunu zayıf bulursa orada arzı endam eden bu hastalığı basite almayalım. Bu hastalığın en iyi ilacı yatıp istirahat etmek, bol bol sıvı tüketmektir. Zorunlu olmadıkça kalabalıklar arasına girmemek lazım. Eğer illa girilecek ve işe güce devam edilecekse insanlara pek yakın durmayalım. Çok yakın bulduğumuz, sevip saydığımız insanlarla görüşmemiz gerekiyor veya karşılaşmışsak yakın temas diyebileceğimiz tokalaşma, sarılma gibi eylemlere kalkışmayalım. Pekala oturup kalkmayı, hal hatır sormayı temas etmeden de gerçekleştirebiliriz. Sarılmadığımız için içimizde bir burukluk hissediyor ve ayıp oldu diyorsak, iyileştiğimiz zaman bir fazla sarılarak önceki sarılamadığımızın kazasını yapabiliriz. Namazın, orucun kazası olur da sarılmanın kazası olmaz mı? Yeter ki iyileş. Sonra dön dön bir daha sarıl. Ama ne olur, hasta iken bu samimi görünümden uzak duralım, biraz resmi takılalım. Bu konuda “Hastayım, size bulaşmasın, sizden uzak durayım” diye yanındakileri uyararak tokalaşmayan az sayıdaki insanları tebrik etmek lazım.  Gerçi böyle uyaranlara karşı bazılarımız da “Olsun, fark etmez” deyip sarılmanın yoluna gidiyor. Böylelerinin yaptığına cinslik mi denir yoksa cahil cesareti mi? Kararı siz verin. Ama kendi düşen ağlamaz. Zira kendisi istedi.

*24/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.