14 Kasım 2019 Perşembe

Atatürk’ü Doğru Anlatmanın Zamanı Gelmedi mi? ***

Ebediyete intikalinin ardından 81.yılında anılan Atatürk'ün, 10 Kasım törenlerinde törenle ilgili bazı okullarda küçücük çocuklara Atatürk posterine secde ettirme görüntülerini görünce pes doğrusu! O kadar da değil dedim içimden. Değişik yerlerde çekilen birer dakikalık görüntüler Atatürk'ü anma konusunda bazılarının hangi noktaya evirildiklerini göstermesi bakımından manidar. Küçücük ilkokul çocukları Atatürk posterlerinin önüne sırayla geliyor, posterin altına iliştirilmiş "Cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik, inkılâpçılık, halkçılık, devletçilik" ilkelerinden bir tanesini alıp yere seriyor, ardından diz çöküp secdeye kapanıyor. 

Sosyal medyada paylaşılan, gazete ve televizyonlarda haber olarak verilen bu görüntülerin, birkaç değişik versiyonuna baktım. Görüntüler tek yere ait değil. Ortamları ve renkleri farklı. Tüm okullarda böyle bir görüntü olmasa da bazı okullarda birbirinin kopyası olarak yapılmış olması, bu secde ettirme fiilinin gerisinde organize bir el olduğunu gösteriyor. Servis edilen görüntülerin yaklaşık birer dakika olması bana manidar geldi. Sanki birileri özellikle bu fiili  işlemeye, işletmeye ve servis etmeye ön ayak olmuş görünüyor.

Bugüne kadar bu tür anma programlarında secde etme olayını ne gördüm ne duydum. Sanırım ilk oluyor. Gittikçe Atatürk daha iyi anlaşılacağı yerde iş, tapınma noktasına kadar götürülmüş. Eğer bu görüntüler kurmaca ve düzmece değil ise bu işe ön ayak olanlar maalesef birer öğretmen. Bu inançlarına da yaptıklarının ne anlama geldiğini bilemeyecek yaştaki küçük çocukları alet etmişler. Keşke bu emellerine küçük çocukları alet etmeselermiş! Haydi bu inançtaki öğretmenler, kafalarındaki bu sapık düşüncelerine öğrencilerini alet ettiler diyelim. Okullar sadece öğretmenlerden ibaret değil. Öğretmenler böyle bir eyleme kalkıştıkları zaman o okulların yöneticilerinin elleri armut mu topladı? Niçin müdahale etmediler? Milli Eğitim Bakanlığı, bu görüntüler için inceleme başlatmış. Sonuç ne çıkar bilmiyorum ama kafasındaki inancı, öğrencilerine yansıtan bu tür öğretmenlerin elinden çocukları kurtarmak lazım. 

Şu anda biz sonucu tartışıyoruz. Asıl yapmamız gereken bu sonuca giden yolları masaya yatırmalıyız. Bana göre aşırı sevgi ve aşırı nefret bizi bu noktaya getirdi. Çünkü aşırı sevgi ve aşırı nefret bir ifrat ve tefrit durumudur. Göz ve gönülleri kör eder. Her ikisi de birbirini besler. Sağlıklı düşünme ve hareket etmenin önüne geçer. Atatürk istediği kadar "Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacak..." desin. Aşırı sevenleri onu tapınılacak bir ilah görmeye başlamışlar bile. Atatürk'e ülkeyi kurtarmasının ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasının ötesinde insanüstü bir anlam yüklenmiş. Aşırı yüceltmenin bir sonucudur bu. Kur'an, Hz Muhammed'in ağzıyla "Ben de sizin gibi bir insanım. Tek farkım bana vahiy gelmesi" diyerek insanları yüceltmenin tehlikesine dikkat çeker. Peygamberimiz "Hıristiyanların İsa peygamberi yücelttiği gibi yüceltmeyin" der. Çünkü aşırı sevgilerinden dolayı Hıristiyanlar Hz İsa'yı Allah'ın oğlu olarak görmeye başlamışlardı.

Bu durumda ne yapmak lazım? Atatürk doğru anlatılmalı, gelecek nesillere düzgün aktarılmalı. Atatürk'ün de bir insan olduğu, 1938'in 10 Kasım'ında öldüğü, bu ülkeye TC’yi miras olarak bıraktığı işlenmeli. Yanlış anlaşılmaya zemin hazırlanmaması için 1938'in sekizi düzgün yazılmalı. Sonsuzluk işareti olan 8'i yatay (193∞) yazmaktan vazgeçilmeli. Bir diğer yapılması gereken, Diyanet İşleri Başkanlığı türbe ziyaretlerinde ziyaretçileri uyarmak için 12 maddelik "Türbe Adabını" yazar. Aynı maddelere MEB "Ölmüşler başta olmak üzere Allah dışında kimsenin önüne secdeye kapanılmaz" şeklinde bir 13.madde ekleyerek bu uyarı levhasını Atatürk büst ve posterlerinin olduğu yere koydurmalı. Yoksa giderekten içinden çıkılmaz bir yola doğru gidiyoruz.

***16/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Kasım 2019 Pazartesi

"Bizden Değil" ***

Eskiden dindar ve mütedeyyin insanlar değişik gruplar içerisinde yer alsa da ufak tefek ayrılıkların dışında yeknesak görünürdü. Bir, iki grup dışında birlikte hareket ederler, ortak basın toplantısı düzenlerlerdi. Allah'ımız, kitabımız, kıblemiz bir idi ne de olsa. Aynı peygamberin ümmetiydik. Birbirimizi kardeş bilir, sıkıntılı anlarda birbirimizle kenetlenirdik. 

Cemaat ve grupların hemen hemen hepsi, devlet nezdinde vebalı idi. Devlet onlara, onlar da devlete soğuk idi. Devleti yöneten hükümetler ve kurumlar mütedeyyin insanlara mesafeli idi. Hepsi sıkı bir denetimden geçirilirdi. Devlet adına iş yapanların dağıttığı avantadan faydalanan yok gibiydi. Kadrolaşma nedir bilmezlerdi. Bireysel başarısı ile bir yere gelenler ise kendilerini gizleme gereği hissederlerdi. Tek dertleri: Çocuklarımız okullarında kılık kıyafetiyle okuyabilsin, katsayı mağduriyeti kalksın, devletten üvey evlat muamelesi görmeyelim, mürteci ilan edilmeyelim, çocuklarımız değerlerimize uygun yetişsin, ülkede adalet hâkim olsun, haksızlıklar olmasın vs idi.

Gel zaman git zaman dindar ve mütedeyyin insanlar iktidar, güç, koltuk ve para imkanlarına kavuştu. Sınanacaklardı artık. Sınanıyorlar halihazırda. İmtihanı geçip geçmeyeceklerini Allah bilir ama görüntü pek iç açıcı değil. Grup ve cemaatlerin çoğu, daha önce devlet tarafından korunan ve deşifre olan cemaat görünümlü yapıdan boşalan yerleri kapmaca oynuyorlar bugün. Çoğu nereye, ne kadar kendilerinden olanı yerleştirebilirse kâr mantığı güdüyor. Ortaya çıkan mirası paylaşma derdindeler. Göz diktikleri yerde diğer cemaat veya gruplara ait birisi varsa "Bizden değil" deyip boşalttırmanın yollarına bakıyorlar. Kitabımızın ve kıblemizin bir olması bir şey ifade etmiyor. Hatta engel. Çünkü "bizden değil" düşüncesi hâkim. Göz diktiğimiz koltuktaki insanı alaşağı etmek de zor değil. O kişi hakkında "O FETÖ'cü demek yeterli. FETÖ'cü değilse bile "FETÖ ile yeterince mücadele etmedi, pasif kaldı, onları koruyup kolladı" denmesi yıpratmak için yeterli. Bilirler ki yıpranan kişiye yol görünür ve kendilerine kapı açılır.

Sonuç olarak koltuk, makam, güç ile sınanan dindar ve mütedeyyin insanlar güç zehirlenmesi yaşıyor. Hemen hemen hepsi su akarken testilerini doldurmakla meşguller. Hak, hukuk yanımıza yaklaşamaz artık. Mücadelemiz başkasıyla değil, kendimizle. Yani kitabı bir, kıblesi bir olanlarla. Çünkü "Bizden değiller." Onun bulunduğu yere ve diğer yerlere bizim tedrisimizde yetişenler daha layık. Bu görüntümüzle cemaat ve grup aidiyetimizi İslam kardeşliğinin önüne geçirdik. Yani İslam kardeşliği elimizde güç, kuvvet ve imkân yok iken sığındığımız bir şemsiye imiş. Dürüstlüğümüz elimizde gücün olmamasıymış.

Güç ve imkân bizim zaafımızı ortaya çıkardı. Rabbü'l alemin böyledir. Herkesi zayıf yönüyle sınar. Hz Âdem’i de zayıf noktası ölüm ile imtihan etmişti. O da kaybeden oldu. Ama Hz Âdem, yaptığı hataya hiçbir gerekçe üretmeden tövbe yolunu seçti, hatasında ısrarcı olmadı ve sonunda Allah'ın ilk seçilmişi ile şereflendi. Bizim için de zaman geçmiş değil. Yaptıklarımıza hiçbir mazeret bulmadan nedamet duyarak yapacaklarımızdan vazgeçmek suretiyle samimiyetimizi gösterebiliriz.

***14/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Mevlid'i Nebi ve 10 Kasım'ın Ardından *

8 Kasım'da Mevlid'i Nebi adıyla Hz Muhammed'in doğumu değişik etkinliklerle cami ve salonlarda anıldı. Hemen iki gün sonrası 10 Kasım'da da ölüm yıldönümü dolayısıyla Atatürk, okul bahçelerinde ve şehirlerin meydanlarında anıldı. 

Niyetim Hz Muhammed ile Atatürk'ü karşılaştırmak değil. Zira ayrı kulvarların insanı her ikisi de. Biri Allah tarafından peygamber olarak görevlendirilmiş ve İslam'ı yaymış, diğeri de Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusudur. Her ikisini de bir arada almamın nedeni düzenlenen anma programları üzerinedir.

Oldum olası anma programlarına sıcak bakmadım. Bu durum Hz Muhammed için de Atatürk için de geçerlidir. Kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın ölünce cenazeye karşı görevler layıkıyla yerine getirilir. Ölüm taze olduğu için zaman zaman hatırlanır ve hayırla yad edilir. Ötesi abartma, dayatma, mevzuatın arkasına sığınma olur. Aynı durum doğumlar için de geçerlidir. Vefat etmiş kişilerin doğum gününü kutluyoruz. Bunlardan birisi de Hz Muhammed'in doğum günü. Fatımilerle birlikte anılmaya başlanmış, günümüze kadar gelmiş.

Dine ve ülkeye hizmeti geçmiş insanlar elbette unutulmaz. Unutmamamız lazım. Bize yol gösterecek söz ve eylemlerini hatırda tutmamız lazım. Fakat belirli gün ve haftalar kapsamına alınınca anmak mecburi hale geliyor. Haydi andık diyelim. Anmalarımız önceki yıl anmalarının küçük bir kopyası. Anmaları niçin yapıyoruz? Andığımız kişileri anlamak, onlar gibi olmak, onları örnek almak, onların yolundan gitmek için yapılır. Peki biz andığımız kişileri anlayabildik mi? Haydi anladık. Onlar gibi olabildik mi? Peygamberimizin vefatının ardından 1448 yıl, Atatürk'ün vefatının ardından 81 yıl geçmiş...çok anlayabildiğimizi ve onların yolundan gittiğimizi söyleyemem. 10 Kasım törenleriyle geldiğimiz nokta, küçücük çocukların Atatürk posterleri önünde secdeye kapandırılmasına kadar vardırıldı iş.

Bu ülkede hem Hz Muhammed hem de Atatürk ekseriyet tarafından sevilip sayılmaktadır. Kimsenin bu iki şahsiyeti unuttuğu yok. Çünkü her ikisi de tarih sahnesinde başarılı olmuş iki şahsiyettir. Sevmeyeni yok mu? Vardır elbet. Bugüne kadar seven sevmiş, sevmeyen sevmemiş. Tören düzenlemekle, program yapmakla bu  iki şahsiyeti, sevmeyenlere de sevdireceğiz düşüncesi varsa tören ve programla kimse sevdirilemez. Program yapılacak ve tören düzenlenecek ise de gönüllülük esasına dayalı olması lazım. Trafiği aksatacak şekilde yolları kapatmanın, katılım listesi oluşturmanın, katılmayan veya katılamayana inceleme ve soruşturma başlatmanın, tören ve program organizasyonunu yapanın gözden kaçan hata ve yanlışlarının deve yapılmasını doğru bulmuyorum. Hele küçücük çocukların diz çöktürülüp Atatürk posterinin önünde secde ettirilmesinin hiç makul bir izahı olamaz. Herhalde önünde secde edilmesini Atatürk görmüş olsaydı bu işe ön ayak olanları yerin dibine sokar ve “Sizin Atatürkçülükten anladığınız bu ise ben Atatürkçü falan değilim” derdi. Yine düzenlenen her türlü programlara katılımda, mahalle baskısını andırır bir tavır içine girilmesini doğru bulmuyorum.

Merak ettiğim, gelip geçmiş önemli şahsiyetler için niçin günü beklenir? Onları anlamak için illaki güne gün, saati saatine anma programı düzenlemek gerekmez. Hz Muhammed, Atatürk veya başkaları, anılmaya devam edilecek ise bunun yolu, bu tür anmaları doğal akışına bırakmalı. Salon programları şeklinde düzenlenmeli. Programa konuşmacı olarak işin uzmanları davet edilmeli. Tarihi, önemli şahsiyetlerle ilgili hala anlaşılmayan, kapalı yönleri varsa o yönleri vuzuha kavuşturulmalı.

*16/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.