Ana içeriğe atla

Atatürk’ü Doğru Anlatmanın Zamanı Gelmedi mi? ***


Ebediyete intikalinin ardından 81.yılında anılan Atatürk'ün, 10 Kasım törenlerinde törenle ilgili bazı okullarda küçücük çocuklara Atatürk posterine secde ettirme görüntülerini görünce pes doğrusu! O kadar da değil dedim içimden. Değişik yerlerde çekilen birer dakikalık görüntüler Atatürk'ü anma konusunda bazılarının hangi noktaya evirildiklerini göstermesi bakımından manidar. Küçücük ilkokul çocukları Atatürk posterlerinin önüne sırayla geliyor, posterin altına iliştirilmiş "Cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik, inkılâpçılık, halkçılık, devletçilik" ilkelerinden bir tanesini alıp yere seriyor, ardından diz çöküp secdeye kapanıyor. 

Sosyal medyada paylaşılan, gazete ve televizyonlarda haber olarak verilen bu görüntülerin, birkaç değişik versiyonuna baktım. Görüntüler tek yere ait değil. Ortamları ve renkleri farklı. Tüm okullarda böyle bir görüntü olmasa da bazı okullarda birbirinin kopyası olarak yapılmış olması, bu secde ettirme fiilinin gerisinde organize bir el olduğunu gösteriyor. Servis edilen görüntülerin yaklaşık birer dakika olması bana manidar geldi. Sanki birileri özellikle bu fiili  işlemeye, işletmeye ve servis etmeye ön ayak olmuş görünüyor.

Bugüne kadar bu tür anma programlarında secde etme olayını ne gördüm ne duydum. Sanırım ilk oluyor. Gittikçe Atatürk daha iyi anlaşılacağı yerde iş, tapınma noktasına kadar götürülmüş. Eğer bu görüntüler kurmaca ve düzmece değil ise bu işe ön ayak olanlar maalesef birer öğretmen. Bu inançlarına da yaptıklarının ne anlama geldiğini bilemeyecek yaştaki küçük çocukları alet etmişler. Keşke bu emellerine küçük çocukları alet etmeselermiş! Haydi bu inançtaki öğretmenler, kafalarındaki bu sapık düşüncelerine öğrencilerini alet ettiler diyelim. Okullar sadece öğretmenlerden ibaret değil. Öğretmenler böyle bir eyleme kalkıştıkları zaman o okulların yöneticilerinin elleri armut mu topladı? Niçin müdahale etmediler? Milli Eğitim Bakanlığı, bu görüntüler için inceleme başlatmış. Sonuç ne çıkar bilmiyorum ama kafasındaki inancı, öğrencilerine yansıtan bu tür öğretmenlerin elinden çocukları kurtarmak lazım. 

Şu anda biz sonucu tartışıyoruz. Asıl yapmamız gereken bu sonuca giden yolları masaya yatırmalıyız. Bana göre aşırı sevgi ve aşırı nefret bizi bu noktaya getirdi. Çünkü aşırı sevgi ve aşırı nefret bir ifrat ve tefrit durumudur. Göz ve gönülleri kör eder. Her ikisi de birbirini besler. Sağlıklı düşünme ve hareket etmenin önüne geçer. Atatürk istediği kadar "Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacak..." desin. Aşırı sevenleri onu tapınılacak bir ilah görmeye başlamışlar bile. Atatürk'e ülkeyi kurtarmasının ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasının ötesinde insanüstü bir anlam yüklenmiş. Aşırı yüceltmenin bir sonucudur bu. Kur'an, Hz Muhammed'in ağzıyla "Ben de sizin gibi bir insanım. Tek farkım bana vahiy gelmesi" diyerek insanları yüceltmenin tehlikesine dikkat çeker. Peygamberimiz "Hıristiyanların İsa peygamberi yücelttiği gibi yüceltmeyin" der. Çünkü aşırı sevgilerinden dolayı Hıristiyanlar Hz İsa'yı Allah'ın oğlu olarak görmeye başlamışlardı.

Bu durumda ne yapmak lazım? Atatürk doğru anlatılmalı, gelecek nesillere düzgün aktarılmalı. Atatürk'ün de bir insan olduğu, 1938'in 10 Kasım'ında öldüğü, bu ülkeye TC’yi miras olarak bıraktığı işlenmeli. Yanlış anlaşılmaya zemin hazırlanmaması için 1938'in sekizi düzgün yazılmalı. Sonsuzluk işareti olan 8'i yatay (193∞) yazmaktan vazgeçilmeli. Bir diğer yapılması gereken, Diyanet İşleri Başkanlığı türbe ziyaretlerinde ziyaretçileri uyarmak için 12 maddelik "Türbe Adabını" yazar. Aynı maddelere MEB "Ölmüşler başta olmak üzere Allah dışında kimsenin önüne secdeye kapanılmaz" şeklinde bir 13.madde ekleyerek bu uyarı levhasını Atatürk büst ve posterlerinin olduğu yere koydurmalı. Yoksa giderekten içinden çıkılmaz bir yola doğru gidiyoruz.

***16/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde