Ana içeriğe atla

Mevlid'i Nebi ve 10 Kasım'ın Ardından *


8 Kasım'da Mevlid'i Nebi adıyla Hz Muhammed'in doğumu değişik etkinliklerle cami ve salonlarda anıldı. Hemen iki gün sonrası 10 Kasım'da da ölüm yıldönümü dolayısıyla Atatürk, okul bahçelerinde ve şehirlerin meydanlarında anıldı. 

Niyetim Hz Muhammed ile Atatürk'ü karşılaştırmak değil. Zira ayrı kulvarların insanı her ikisi de. Biri Allah tarafından peygamber olarak görevlendirilmiş ve İslam'ı yaymış, diğeri de Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusudur. Her ikisini de bir arada almamın nedeni düzenlenen anma programları üzerinedir.

Oldum olası anma programlarına sıcak bakmadım. Bu durum Hz Muhammed için de Atatürk için de geçerlidir. Kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın ölünce cenazeye karşı görevler layıkıyla yerine getirilir. Ölüm taze olduğu için zaman zaman hatırlanır ve hayırla yad edilir. Ötesi abartma, dayatma, mevzuatın arkasına sığınma olur. Aynı durum doğumlar için de geçerlidir. Vefat etmiş kişilerin doğum gününü kutluyoruz. Bunlardan birisi de Hz Muhammed'in doğum günü. Fatımilerle birlikte anılmaya başlanmış, günümüze kadar gelmiş.

Dine ve ülkeye hizmeti geçmiş insanlar elbette unutulmaz. Unutmamamız lazım. Bize yol gösterecek söz ve eylemlerini hatırda tutmamız lazım. Fakat belirli gün ve haftalar kapsamına alınınca anmak mecburi hale geliyor. Haydi andık diyelim. Anmalarımız önceki yıl anmalarının küçük bir kopyası. Anmaları niçin yapıyoruz? Andığımız kişileri anlamak, onlar gibi olmak, onları örnek almak, onların yolundan gitmek için yapılır. Peki biz andığımız kişileri anlayabildik mi? Haydi anladık. Onlar gibi olabildik mi? Peygamberimizin vefatının ardından 1448 yıl, Atatürk'ün vefatının ardından 81 yıl geçmiş...çok anlayabildiğimizi ve onların yolundan gittiğimizi söyleyemem. 10 Kasım törenleriyle geldiğimiz nokta, küçücük çocukların Atatürk posterleri önünde secdeye kapandırılmasına kadar vardırıldı iş.

Bu ülkede hem Hz Muhammed hem de Atatürk ekseriyet tarafından sevilip sayılmaktadır. Kimsenin bu iki şahsiyeti unuttuğu yok. Çünkü her ikisi de tarih sahnesinde başarılı olmuş iki şahsiyettir. Sevmeyeni yok mu? Vardır elbet. Bugüne kadar seven sevmiş, sevmeyen sevmemiş. Tören düzenlemekle, program yapmakla bu  iki şahsiyeti, sevmeyenlere de sevdireceğiz düşüncesi varsa tören ve programla kimse sevdirilemez. Program yapılacak ve tören düzenlenecek ise de gönüllülük esasına dayalı olması lazım. Trafiği aksatacak şekilde yolları kapatmanın, katılım listesi oluşturmanın, katılmayan veya katılamayana inceleme ve soruşturma başlatmanın, tören ve program organizasyonunu yapanın gözden kaçan hata ve yanlışlarının deve yapılmasını doğru bulmuyorum. Hele küçücük çocukların diz çöktürülüp Atatürk posterinin önünde secde ettirilmesinin hiç makul bir izahı olamaz. Herhalde önünde secde edilmesini Atatürk görmüş olsaydı bu işe ön ayak olanları yerin dibine sokar ve “Sizin Atatürkçülükten anladığınız bu ise ben Atatürkçü falan değilim” derdi. Yine düzenlenen her türlü programlara katılımda, mahalle baskısını andırır bir tavır içine girilmesini doğru bulmuyorum.

Merak ettiğim, gelip geçmiş önemli şahsiyetler için niçin günü beklenir? Onları anlamak için illaki güne gün, saati saatine anma programı düzenlemek gerekmez. Hz Muhammed, Atatürk veya başkaları, anılmaya devam edilecek ise bunun yolu, bu tür anmaları doğal akışına bırakmalı. Salon programları şeklinde düzenlenmeli. Programa konuşmacı olarak işin uzmanları davet edilmeli. Tarihi, önemli şahsiyetlerle ilgili hala anlaşılmayan, kapalı yönleri varsa o yönleri vuzuha kavuşturulmalı.

* 16/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde