Ana içeriğe atla

Seyircilikte Üstümüze Yoktur ***

"Ülkenin birinde oynanan bir tiyatro oyununda rol gereği bir oyuncu, oyunda rol alan diğer arkadaşını kurusıkı tabancayla öldürmesi gerekiyor. Fakat arkadaşı gerçek silah kullanır, adam can havliyle bağırır ve acıyla yere yıkılır. Ölüyorum diye seyirciden yardım ister. Adam yerde kıvranıyor, bağırıp çağırıyor; öldüm, bittim diyor. Ama nafile…Çünkü seyirciden yardım istedikçe 'Oh! Ne güzel rol yapıyor' diye seyirci, durmadan alkışlıyor, sonra ayağa kalkıp alkışlıyor ve sonunda adam, sahnede iken ölüyor."
Bu olay gerçekten olmuş mu, olmamış mı bilmiyorum. Sonuçta gerçekleşmiş olmasa da hikayedir. Hikaye, kıssa ve fıkralar hisse alınsın diye yazılıp çizilir ve yeri geldiğinde anlatılır.
Bu hikaye, günümüz çoğunluğuna tıpa tıp uyuyor. Zira çoğumuz olaylar karşısında ya sessiz kalıyoruz ya olayın mağdurunu görmezden gelip yok kabul ediyoruz ya da yangına körükle giderek mağdurun mağdurluğuna inanmıyoruz. Takiyye yapıyor, az bile yapılıyor buna diyoruz ya da kişi ya da kişilerin mağdur olduğuna inansak bile o kişinin elinden tutmuyor ve aynı karede görünmek istemiyoruz. Niye yapıyoruz bunu? Çünkü mağdur diye bildiğimiz kişinin elinden tutmaya kalkarsak o kişiyi koruyormuş ithamıyla karşı karşıya kalabiliriz. Ne olur ne olmaz deyip uzak durmayı yeğliyoruz. Bu, tamamen tiyatrodaki oyuncunun ölürken alkış tutan tiyatro seyircisinin durumuna benziyor. Yandım, öldüm, bittim demesi, insanları yardıma çağırması, yere yığılıp kalkamaması, vücudundan kan akması bir şey ifade etmiyor. Oyuncu inandırıcı olacak ki seyirciyi eğlendirebilsin.
Gerçi günümüzde sap ile saman öyle karıştırılıyor ki ayırt etmek mümkün değil. Dezenformasyon o kadar fazla ki suçlu dışarıda, masum içeride olabiliyor ya da tersi. Suçlu dediğimiz insan yıllar sonra aklanabiliyor. Bir zaman sonra tüm bildiklerimiz ters yüz olabiliyor. Çünkü algılarla yaşıyor ve yaşatılıyoruz. Senaristler bir olaya nasıl bakmamız gerektiğinin de senaryosunu hazırlıyorlar. Bu gibi durumlarda insanlar acaba bu olayı şu şekilde de değerlendirebilir miyiz diyemiyor. Kim demeye kalkarsa olaylara seyirci büyük kesim tarafından tu kaka ediliyor. Çünkü bize dayatılan bakış açısı dışında düşünemezsin. Bizden istenen bu değil zira. Sonra düşünmek ne haddimize bizim. Onlar bizim adımıza düşünüp hazır yemek şeklinde bize servis etmişler. Yersen...ister beğen ister beğenme. Önümüze konan bu yemeği beğenmiyorsan bile beğenmiş görünmek zorundasın. Ya bu yemeği yiyeceksin ya bu yemeği yiyeceksin. Yoksa suçu ve suçluyu koruyup kollamakla hatta onlardan olmakla itham edilirsin. 
Hasılı seyirciliğin hakim olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Hatta bazen seyirciliğin de ötesine geçip yangına körükle gidiyoruz.
***12/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde