9 Kasım 2019 Cumartesi

Seyircilikte Üstümüze Yoktur ***

"Ülkenin birinde oynanan bir tiyatro oyununda rol gereği bir oyuncu, oyunda rol alan diğer arkadaşını kurusıkı tabancayla öldürmesi gerekiyor. Fakat arkadaşı gerçek silah kullanır, adam can havliyle bağırır ve acıyla yere yıkılır. Ölüyorum diye seyirciden yardım ister. Adam yerde kıvranıyor, bağırıp çağırıyor; öldüm, bittim diyor. Ama nafile…Çünkü seyirciden yardım istedikçe 'Oh! Ne güzel rol yapıyor' diye seyirci, durmadan alkışlıyor, sonra ayağa kalkıp alkışlıyor ve sonunda adam, sahnede iken ölüyor."

Bu olay gerçekten olmuş mu, olmamış mı bilmiyorum. Sonuçta gerçekleşmiş olmasa da hikayedir. Hikaye, kıssa ve fıkralar hisse alınsın diye yazılıp çizilir ve yeri geldiğinde anlatılır.

Bu hikaye, günümüz çoğunluğuna tıpa tıp uyuyor. Zira çoğumuz olaylar karşısında ya sessiz kalıyoruz ya olayın mağdurunu görmezden gelip yok kabul ediyoruz ya da yangına körükle giderek mağdurun mağdurluğuna inanmıyoruz. Takiyye yapıyor, az bile yapılıyor buna diyoruz ya da kişi ya da kişilerin mağdur olduğuna inansak bile o kişinin elinden tutmuyor ve aynı karede görünmek istemiyoruz. Niye yapıyoruz bunu? Çünkü mağdur diye bildiğimiz kişinin elinden tutmaya kalkarsak o kişiyi koruyormuş ithamıyla karşı karşıya kalabiliriz. Ne olur ne olmaz deyip uzak durmayı yeğliyoruz. Bu, tamamen tiyatrodaki oyuncunun ölürken alkış tutan tiyatro seyircisinin durumuna benziyor. Yandım, öldüm, bittim demesi, insanları yardıma çağırması, yere yığılıp kalkamaması, vücudundan kan akması bir şey ifade etmiyor. Oyuncu inandırıcı olacak ki seyirciyi eğlendirebilsin.

Gerçi günümüzde sap ile saman öyle karıştırılıyor ki ayırt etmek mümkün değil. Dezenformasyon o kadar fazla ki suçlu dışarıda, masum içeride olabiliyor ya da tersi. Suçlu dediğimiz insan yıllar sonra aklanabiliyor. Bir zaman sonra tüm bildiklerimiz ters yüz olabiliyor. Çünkü algılarla yaşıyor ve yaşatılıyoruz. Senaristler bir olaya nasıl bakmamız gerektiğinin de senaryosunu hazırlıyorlar. Bu gibi durumlarda insanlar acaba bu olayı şu şekilde de değerlendirebilir miyiz diyemiyor. Kim demeye kalkarsa olaylara seyirci büyük kesim tarafından tu kaka ediliyor. Çünkü bize dayatılan bakış açısı dışında düşünemezsin. Bizden istenen bu değil zira. Sonra düşünmek ne haddimize bizim. Onlar bizim adımıza düşünüp hazır yemek şeklinde bize servis etmişler. Yersen...ister beğen ister beğenme. Önümüze konan bu yemeği beğenmiyorsan bile beğenmiş görünmek zorundasın. Ya bu yemeği yiyeceksin ya bu yemeği yiyeceksin. Yoksa suçu ve suçluyu koruyup kollamakla hatta onlardan olmakla itham edilirsin. 

Hasılı seyirciliğin hakim olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Hatta bazen seyirciliğin de ötesine geçip yangına körükle gidiyoruz.

***12/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Kasım 2019 Cuma

"Sen Hala Orada mısın?" *


Sabah erkenden mahallemdeki semt pazarına gittim. Esnafın kimisi satacağı ürünü tezgâha istifleme işini bitirmiş, kimi de yeni yeni tezgâhını düzenlemekle meşguldü. Az sayıda alışveriş için gelmiş müşteri de tezgâhları dolaşıyordu. 

Aynı ürünü satan, emsallerine göre daha pahalı veren, ama düzgün mal sattığına inandığım her zamanki esnafın tezgâhının önünde durdum. Arka taraftan kardeşi, müşterilerin isteğini yerine getirirken ağabeyi de tezgâhın önüne malın iyisini dizmeye çalışıyordu. Benimle ilgilenmelerini beklerken ön tarafta albeni istif işini yapan ağabey ile bir müşterinin konuşmalarına şahit oldum. 
—Öne iyilerini koyup arkadan kötülerini vermek haramdır dedi müşteri. Esnafın sözü manidar mı manidardı.
—Sen hala orada mısın? Dünyanın her yerinde bu böyledir. Alacağını tarttıktan sonra poşetin ağzını bağlayanlardan değiliz. İnsanın olduğu gibi her malın iyisi de var, kötüsü de. Elbette tezgâhın arka tarafından vereceğiz, dedi.

Sabah sabah şahit olduğum bu diyalog moralimi bozdu. Ne hale gelmişiz dedim kendi kendime. Biliyorum pazarcılık yapmak, müşteriye malını beğendirmek zordur. Düzgün mal tartıp vermek de zordur. Çünkü çoğu pazarcı esnafı, ürününü seçtirmeden iyi-kötü olacak şekilde karıştırıp veriyor. Biz buna alıştık. Poşetin içine konan ürünün içinde ne kadar az kötü varsa kendimizi bahtiyar hissederiz. Garibime giden, müşterinin öne iyilerini koyup arkadan kötülerini vermek haramdır demesine, esnafın "Sen hala orada mısın" cevabıdır. Bu cevap karşısında esnafın haram olduğunu bile bile malının kötü olanını vermesinden geçtim. Varsın versin. "Haram olsa da maalesef yapıyoruz. Çünkü piyasa ile rekabetten geri kalmamak için böyle yapmak zorundayız. Aslında doğru değil yaptığımız. Sonra bize de mal böyle veriliyor." dese veya sessiz kalsa kimsenin tasvip etmediği suç yaygınlaşmış, bu esnaf da içine sinmediği halde mecbur kalmış diyeceğim. "Sen hala orada mısın" suçlaması, tamamen suç bastırma refleksidir. Geç haramı, şimdi haram zamanı mı? Bu, bayatladı artık demektir. Bereket, sen ne diyorsun, nasıl böyle bir şey söyleyebiliyorsun diye müşterinin üzerine yürünmedi. Birbirlerine kızıp bağırmadan mendi bir şekilde konuşuyorlardı.

Görüyorum ki suç alenileşip yaygınlaşmış, özümsenmiş, "Sen hala orada mısın" sözüyle haram hafife alınır ve haramı ağzına alan ayıplanır olmuş. Haramı hiçe sayan bu esnaf, üzerine farz olan cuma namazını kılmak için öğle vakti cumaya gelecek. Zira görüyorum her cuma. Ben hem harama geçit veririm hem de helâli/farzı yerine getiririm demektir bu. Bir elde Kur'an, diğer elde kadeh durumu. 

Burada haramı hafife alan pazarcıyı eleştiriyorum ama tek başına suç pazarcıda değil. Bu ürün yerinden pazar veya hale, kasanın altındaki ürünün kalitesi ile üstüne konan ürünün kalitesi farklı istiflenmiş şekilde geliyor. Aynı yöntemi pazarcı da kullanıyor. Kasanın üstündeki ürünü tezgâhın önüne, altındaki ürünü de arka tarafa yığıyor. Bu durumda ne yapılabilir? Bence yapılması gereken bir kasadan çıkan ürün için üç bölüm ayarlanır. Ürün; büyük, orta ve küçük şeklinde sınıflandırılır. Kasadan çıkan ürün ilgili bölüme konarak her birine ayrı bir fiyat belirlenebilir. Her ürünün, her fiyatın bir müşterisi vardır.

* 13/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


7 Kasım 2019 Perşembe

Yapamadım Yapamadım!

Geçtiğimiz cumartesi günü Kayalı Park'ta kendi aracına kurduğu düzenek ile gelip geçene çorba-ekmek ikramı yapan, yaptığı bu ikramdan dolayı bir ücret almayan, tek istediği "Allah razı olsun deyin" olan aynı amcayı, kadın doğum hastanesinin önünde yine çorba dağıtırken gördüm.

Teşkilat yine aynı şekilde. Yanına varıp selam verdim. Selamımı aldıktan sonra çorba doldurmaya davrandı. Allah razı olsun içmeyeceğim. Sizi cumartesi günü Kayalıpark'ta görmüştüm. Şimdi buradasın. Sanırım bu işi rutin yapıyorsun. Kaç yıldır yapıyorsun dedim. Üç yıldır dedi. Nereden aklına geldi böyle bir şey? Biri mi söyledi dedim. Allah dedi, ben de yapıyorum dedi. Daha önce ne iş yapıyordun soruma esnaf emeklisiyim  dedi. Kolay gelsin deyip vedalaştım.

Hastaneye girdim, başhekim yardımcıları ile görüştüm. Bir tanesine amcadan bahsettim. "Eşi çorba pişirip amca bu şekil ikram ediyor, bazen eşi de olur yanında dedi. Helal olsun, ahiret için çalışan tek kişi değilmiş meğer. Eşi de bu yolun yolcusu. Allah eşinden de razı olsun dedim, ayrıldım.

Ayrıldıktan sonra yolda giderken bir gün ben de bu amca gibi çorba dağıtsam nasıl olur dedim. Gözümün önüne getirdim. Sonra vazgeçtim. Neden mi? Ben çorba pişirmeyi bilmem. Pişirmeye kalksam da çorbamdan yiyen ilk kişi "Amca! Sen ne olursun, Allah rızası için çorba pişirme" diyecek. Çünkü elimle pişirdiğim çorbayı kör eşek yemez. 

Haydi diyelim ki eşim yardım etti. Pişirdi, ben dağıttım. Bir gün, iki gün, üç gün...nereye kadar? Bir akşam çorba ikramını yaptıktan sonra eve geleceğim. Kapıyı açan yok. Hemen telefona sarılıp eşimi arayacağım. Açmayacak. Bir daha bir daha arayacağım. Sonunda açacak ve beni dinlemeden "Ben anamın evindeyim. Daha bir süre burada kalacağım. Belki de daha uzun süre. Zira belki aklın başına gelir" diyecek ya da sevap olur diye pişirmeye devam edecek. Çorba servisinden sonra eve gelip mutfağa geçeceğim. Zira karnım açlıktan zil çalıyor. Masa hazır değil, evde yemek yok. Hanım, ben açıktım. Yiyecek bir şey yok mu diyeceğim. Allah Allah! Ne yemeği? Pişirdiğim koca tencere yemekten sonra ne yemeği pişireceğim? Pişirdiğimden bir kase de sen içseydin, olmaz mıydı? Ben bu dünyaya yemek yapmak için mi geldim, ömrüm mutfakta mı geçecek" derse...bir yere kadar anlarım ama ya "Aklından zorun mu var be herif” derse, işte bu, çok zoruma gider. Anlayacağınız, gidişat aile saadetimin bozulmasına kadar gider.

Haydi, eşim günlük yemek yaptı, iş dönüşü bana yine sofra hazırladı. Tüm bunları kaderiiim kaderiiim demeden zevkle yaptı. O zaman geriye ne kaldı? Kollarını sıva demeyin. Aklıma neler geldi neler...

El emeği, göz nuru ev ve el yapımı çorbayı alıp Allah rızası için dağıtmaya çıktım. Çorba ve ekmek verdiğim kişi "Amca! Limon yok muydu? Madem bir iyilik yaptın.  İşini tam yap. Zira çorba limonsuz olur mu" dedi. (Ne anlarlarsa çorbaya veya herhangi bir şeye limon sıkmaktan. Şimdiden dişlerim uyuştu.) Diyelim ki isteyenler için limon da bulundurdum. Çorbamı içtikten sonra “Amca! Baharatı az olmuş…tuzu eksik, çorba biraz koyu veya sulu olmuş…” diyen çıkar mı çıkar ya da ekmeğin ambalajını çöp kutusuna değil de yere atan olmaz mı? Olur. Ekmekten bir parça koparıp yarım bırakan çıkar mı? Çıkar. Ne yapayım, yapsınlar da diyemem. Belki birkaç defa mıntıka temizliği yapacağım. Sonra? Evliya değilim ki…çatacağım birine. Çünkü karışmadan edemem ben. Sonuç, kafayı, gözü kırdırıp evin yolunu tutacağım. Düşündüm de bu iş bana göre değil. Anlayacağınız bu işe başlamadan havlu attım şimdiden.