24 Ekim 2019 Perşembe

MEB'i Nasıl Bilirsiniz? ***


“Bir insanın kalitesi, neye güldüğünden belli olur” derler veya insanoğlu, dilinin altında gizlidir; konuşunca kendini ele verir, denir. Bu demektir ki kişinin gülmesi veya konuşması kendini açık eder. Ya kurumlar? Kurumlarımızı değerlendirirken aynı yöntemi uygulayabiliriz. Mesela çözmek için uğraştığımız, uğruna dünya para harcadığımız, hemen hemen dünyanın her türlü sistemini denediğimiz ama bir türlü becerip hale yola koyamadığımız maarif meselemizi ele alalım. Milli eğitimimizin durumunu öğrenmek için MEB'in ne ile uğraştığını, daha doğrusu ne ile oyalandığını ya da neye önem verdiğini öğrenmek istiyorsak neye öncelik verdiğine bir göz atmakta fayda var. 

Etliye sütlüye dokunmadan, fincancı katırlarını ürkütmeden, ne şiş yansın ne de kebap diyerek herkesi memnun edecek şekilde bir eğitim ve öğretim planlayan MEB'in önceliği, eğitim ve öğretimden ziyade seminerlerdir. O kadar seminer yapıyor, kurs düzenliyor, çalışanlarını merkezi ve mahalli hizmet içi eğitime alıyor ki şaşar kalırsınız. İstatistik oranlarını bilmiyorum ama herhalde diğer bakanlıklara göre en fazla hizmet içi eğitim faaliyeti yapan bakanlıktır. Eskiden isteğe bağlı yapardı bu işi. Şimdilerde "Sayın X kişi,  falan tarihteki şu numaralı hizmet içi  eğitim faaliyet seminerine kursiyer olarak görevlendirildiniz" mesajıyla kendisi belirliyor. Yani dayatıyor. Düzenlediği bu seminerlere de herkesi almıyor. Önce yapacağı seminere karar veriyor, ardından semineri verecek eğitim görevlisini belirliyor, sonra eğitim merkezini ayarlıyor, en son kursiyer kalıyor. Kursiyer bulmakta zorlanmıyor. Müşterileri belli: İkili öğretim yapan okulların öğretmenleri. Sabah eğitim yapanları öğleden sonra, öğle ders görenleri ise sabah kurs veya seminere alıyor. Normal öğretim yapan öğretmenlere pek dokunmuyor. Nasılsa bina ihtiyacını gideremediği için ikili öğretim yapmak zorunda olan elinde yeteri kadar öğretmen var. Zaten bu öğretmenler yarım gün çalışıyor, diğer yarım günde yatıyor. Öğretmen kısmını boş durdurmaya gelmez. Hem onlara iş bulup çalıştırmalı hem daha önce seminerini alıp formatör belgesini alan eğitim görevlisine iş ayarlamalı hem de çalışanlarına ne kadar kurs/seminer verdiği istatistiklere girmeli. Böylece eğitim ve öğretimi aksatmadan öğretmenlerini de eğitip donatmış oluyor. Öğretmenin hastası varmış, çocuğuna bakacak kimsesi yokmuş, hastanede randevusu varmış, gündüz gözüyle bir işini halledecekmiş...önemli değil MEB için. Seminer veren eğitim görevlisi yeterli mi, seminer/kurs verimli mi problem değil. Varsa yoksa seminer ve kurs. Oldu olacak...adını da Milli Eğitim Bakanlığı yerine Milli Seminer Bakanlığı koysa aslında çok iyi olur. O zaman kimse seminer ve kursları garipsemez.

Haydi bu anlattıklarımı, o kadar da değil deyip abartılı buldunuz. Eğitim ve öğretimin başında ve sonunda düzenlediği mesleki çalışmalara ne demeli? Yeni iş takvimine göre 18-22 Kasım 2019'da öğretmenlerin yapacağı seminer çalışma programını ve içeriğini yayımlamış oldu. Sosyal medyada ve sanal alemde "Bakanlık seminer programını yayımladı" paylaşımları eksik değil. Hem de özene bezene hazırlanmış ve bir aydan fazla bir zaman olmasına rağmen piyasaya sürmüş. İşte plan, program, düzen ve tertip diye buna derim ben. Bu durum Bakanlığın seminer dönemini ve programını çok önemsediğini göstermektedir. Keşke Bakanlık mesleki çalışmalara ve hizmet içi eğitim faaliyetlerine verdiği önemin onda birini eğitim ve öğretime de vermiş olsaydı… Şayet eğitim ve öğretime önem veriyor diyorsanız kurs/seminer ve mesleki çalışmalar kadar değil diyebilirim.

Bakanlığın seminer ve kurs sevdası bu kadarla sınırlı değil. Sakın ola ders dışı bu tür faaliyetler, öğretmeni dersten alıkoymuyorsa olabilir demeyin. Bakanlık hızını alamıyor, öğretmeni dersinden de alıyor. Bir branşa ait tüm öğretmenleri ders saatlerinde okullarından ederek dersleri boş geçmesi uğruna ayda bir seminere alıyor. Gören de bunlar önemli bir iş yapıyorlar sanır. Halbuki bir öğretmenin dersinden öncelikli ne olabilir ki? Dedik ya MEB bu. Pardon Milli Seminer Bakanlığı.

***26/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



22 Ekim 2019 Salı

Kariyer ve Liyakat ile Sınavımız ***


Zaman zaman farklı konular Türkiye gündeminin ilk sırasında yer alsa da hiç gündemden düşmeyen ve sürekli dilimize pelesenk ettiğimiz, kanayan yaramız iki kavram var. Bunlar: Ehliyet ve liyakat. Özellikle kamuya eleman alımında ve kamuda yükselme görevlerinde bu iki kavramı ağzımıza alarak her defasında yaramızı yeniden depreştiririz ve bu iki güzel kavrama yazık ediyoruz. Çünkü adalet kavramıyla ilintili bu iki kavram kadar hiçbir kavram bizim elimizden ve dilimizden çekmedi.

Ehliyet ve liyakat kervanına en son katılanlardan biri de Memur-Sen Konfederasyonu Genel Başkanı Ali Yalçın. Samsun'da yapılan Eğitim Bir-Sen 7. Bölge toplantısının kapanışında Sayın Yalçın "Kamu görevinde kariyer ve liyakat sistemi kurulmalı, hak ederek, hazmederek, adım adım bir devlet yönetimi icra edilmeli ve güven hissi topluma verilmeli." şeklinde bir açıklamada bulunmuş. Sayın başkanın bu açıklamasına kimsenin itirazı olmaz sanırım. Zira olması gereken bu. Adaletin bir gereği olarak kamuya alımlarda ve yükselmelerde ehliyet, liyakat ve kariyer olmazsa olmazımız olmalı. Çünkü liyakatin esas alınmadığı yerde yine bir başka olmazsa olmazımız güven duygusu büyük yara alır. Ortaya çıkan bu haksızlık devlete, kurumlara ve devleti yöneten kişilere güven problemini beraberinde getirir. Hak ettiği halde atanmadığını ve yükselmediğini düşünen kişiler, kurumlara ve o kurumların başında olan kimselere kırılır, küser. Kurumların liyakate dayanmadan yaptığı alımların faturası da devleti yöneten siyasi iktidara kesilir.

Peki, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununda liyakat, kariyer ve sadakat olarak bahsedilen temel ilkelerin neresindeyiz? Herhalde hiç kimse her türlü alım ve yükselmelerde bu adalet ilkelerinin gözetildiğini söyleyemez. Devletiyle ve milletiyle bu kavramlardan her yıl sınıf ikmaline kaldığımız hepimizin malumu. Çünkü her dönemde Kanunda açıkça yazmasına rağmen bu adalet ilkeleri çiğnenmektedir. Durum bu iken bir kimse de çıkıp "Biz bu alımda liyakat ve kariyeri esas almadık" demiyor. Şayet dese "Helal olsun, itiraf etti" diyeceğiz. Tepeden tırnağa liyakat ve kariyere aşık bu devlet "Liyakate göre alım yapıldı" açıklamasını yaparak bu kavramların arkasına sığınıyor. Nasıl oluyor bu böyle derseniz? İş, kılıfına uydurulmuştur. Maalesef devletiyle ve milletiyle bu güzel kavramları emellerimize alet ediyoruz. Torpil, kayırmacılık, ahbap ve çavuş ilişkisi her türlü alımda gırla gidiyor. Her birimiz işimizi çıkarmanın peşindeyiz. Bizde bu hak ve hukuk çiğneme anlayışı oldukça 657'deki "liyakat ve kariyer" ne yapsın? İsterse Anayasanın amir hükmü olsun. Devlet ve toplum olarak biz işimizi biliriz.

Sayın Ali Yalçın, dile getirdiği kariyer ve liyakat konusunda ne kadar samimi, içine girip bilme imkanımız yok. Konuşmasına göre değerlendiriyor ve açıklamasını yerinde buluyorum. İnşallah değindiği hususlar bir gün bu ülkede geçerli tek kriter olarak hayata geçer. Yalnız burada şuna da değinmeden geçemeyeceğim. Sayın Ali Yalçın'ın başkanlığını yaptığı sendika ve konfederasyonun kamuya alım ve yükselmelerde, toplumun bir kesiminde iyi bir imajı yok. Çünkü "Bu sendikanın günümüzdeki her türlü alımlarda etkili olduğu" kanaati hakim. Sayın Yalçın samimiyetini bu imajı düzelterek gösterebilir. 

Sonuç olarak kariyer ve liyakate göre alım yapılmayacaksa veya bu ilkelere riayet etmeyeceksek, kılıfına uydurup bu ilkeleri çiğnemeye devam edeceksek kariyer, liyakat, ehliyet ve adalet gibi güzel kavramları en azından ağzımıza almayalım.

***24/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


21 Ekim 2019 Pazartesi

Türkiye Dış Dünyada Niçin Yalnız?

Türkiye, ne zaman yurt dışında bir operasyon yapmaya kalksa veya herhangi bir ülke ile bir gerilim yaşasa birkaç ülke dışında bizi destekleyen ülke neredeyse yok gibi. Görebildiğim kadarıyla sadece Filistin meselesinde öncülük yaptığımızda dünyayı yanımızda görebiliyoruz. Kimse yanımızda yer almayınca kızıp bağırıyor, hayıflanıp duruyoruz. Bu durumda ben de aynı durumdayım.

Şimdi başka ülkeleri bir an için bir tarafa bırakalım. Dünyada niçin yalnızlara oynuyoruz? Bunun nedenlerini irdelemeye çalışalım:
1.Dünya bloklaşmış dünyada ait olduğu bloğunun yanında yer almakta ve bloktaki rolünü oynuyor, oyun dışına çıkmıyor veya çıkamıyor.
2.Dünya güçlüden yana tavır almaktadır. Çünkü her ülkenin bir yumuşak karnı vardır. Güçlülerin bu yumuşak karnı kaşıyacağını düşünür ve devletler durup dururken başıma iş açmayayım endişesini taşımaktadır.
3.Dünya tarafını seçerken olaya realist yaklaşmaktadır. Olaya duygusal bakmamaktadır.
4.Haber ajansları bir haberi yanlı vermektedir. Verilen haberler dünya kamuoyunda bir algı oluşturmaktadır. Dünya devletleri de bundan etkilenmektedir. Habere göre tavır almaktadır.
5.İnsanları ve devletleri etkileyen güçlü bir lobi var. Bu lobilerin gücü hem haberlere yansıyor hem de el altından devletlere baskı uyguluyor vs.

Dünyada yalnız kalmamızda bizim de payımız olabilir mi? Şimdi de bunun üzerinde duralım:
1.Kendimizi anlatma sorunumuz var. Devletleri ve dünya kamuoyunu etkileyecek yeterince gücümüz yok.
2.Bir konuda dünyayı yeterince bilgilendiremiyor ve onları ikna edemiyoruz. Aleyhimizde çalışanlar bizden önce devletleri etkiliyor.
3.Devletleri kapalı kapılar ardında ve ikili görüşmelerle, masalarda etkileyeceğimize meydan ve ekranlarda bol bol açıklama yapıyoruz.
4.Uluslararası ilişkilerde geçerli olan diplomatik dilden uzak bir dil kullanıyoruz.
5.Uluslararası ilişkilere çıkar ilişkisi açısından bakmıyoruz. Olaylara duygusal ve hamasetle yaklaşıyoruz.
6.Dünya niçin bizimle değil, onların gönlünü ve desteğini nasıl kazanabiliriz, bizim de bir hatamız var mı diye kafa yoracağımıza, var gücümüzle karşı çıkan devletleri eleştiriyoruz. 
7. “Biz haklıyız. Bu yüzden dünya özellikle tarihi ve kültürel bağı olan ülkeler bizim yanımızda yer almak zorunda” gibi bir anlayışa sahibiz.

Dünya ülkelerinin bir olayda yanımızda niçin yer almadığını ve bunda bizim payımızın olup olmadığını izah etmeye çalıştım. Elbette her ülkenin olayı değerlendirişi farklı olabilir. Gönlü bizimle olmasına rağmen pozisyonu ve özel durumu gibi nedenlerle birçok ülke yanımızda görünmek istemeyebilir. Bu duruma kızalım kızmasına. Ama kızmanın pek faydası olacağını sanmıyorum. Üzerinde düşünmemiz gereken niçin dünyayı ikna edip yanımızda yer almalarını sağlayamadık olması lazım. En fazla da yanımızda olmasını istediğimiz İslam ve Arap dünyası ve Filistin niçin bizimle değil? Bahsettiğim dünya için “Kelin merhemi olsa başına sürer” sözünü söylersem, sanırım gerisi kalsın dersiniz.
Her yönüyle güçlü bir ülke olur ve bölgemizde ve dünyada oyun kurucu bir aktör olursak bugün bizim yanımızda görünmek istemeyen devletlerin çoğu yanımızda saf tutar.