23 Eylül 2019 Pazartesi

Öğrencilerimize Güvenmenin Neresindeyiz? *

Liselerde okumakta olan öğrencilerin özürlü ve özürsüz devamsızlık yapma durumları Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğine göre özürsüz 10 günü, toplamda 30 günü geçmemesi esastır. Asıl olan öğrencinin devamsızlık yapmaması ve okuluna devam etmesidir. Özürlü veya özürsüz devamsızlık yapmak arızı bir durumdur. Hastalık veya değişik nedenlerle öğrenciler devamsızlık yapabilmektedirler.

Öğrenci herhangi bir nedenle devamsızlık yaptı, bunu özürlü devamsızlığa dönüştürmesi gerekiyor. Bunu kim yapacak? Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğinin 36.maddesinin 7.fıkrasına göre bu işi veli yapacak. Yönetmelikte “Öğrencinin devamsızlık yaptığı süreye ilişkin özür belgesi veya yazılı veli beyanı, özür gününü takip eden en geç 5 iş günü içinde okul yönetimine velisi tarafından verilir” (Değişik: RG-1/7/2015-29403) denilmektedir. Görüleceği üzere Yönetmelikte her şey düşünülmüş.

Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğinde dikkatimi çeken ve garip bulduğum kısım, yapılan özürlü devamsızlık belgesinin veya veli beyanının okul idaresine bizzat veli tarafından teslim edilmesinin istenmesidir. Yönetmeliği hazırlayanlar sorumluluğu 18 yaşını doldurmamış çocuğa değil, veliye yüklemektedir. Bunu anlayabiliyorum. Fakat ben burada çocuklara bir güvensizlik görüyorum. Olur ya çocuk, velisinin bilgisi dışında yaptığı devamsızlığı, özürlüye çevirmek için velisi adına dilekçe yazıp imzasını da atarak okul idaresine teslim edebilir. Bunu yapan çocuk çıkar mı? Çıkar elbet. Ama sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Birkaç çocuk sahte belge ve sahte imza ile veli ve okulu kandırabilir düşüncesiyle tüm çocuklara güvensizlik doğru mu? Bu toptancı yaklaşımı doğru bulmuyorum. Yönetmeliği hazırlayanlar ve okulları yönetenler ilk önce çocuklarımıza güvenmeyi esas almalıdırlar. Onlara “Biz size güveniyoruz” derken elbette tedbiri de elden bırakmamalılar. Pekala okul yönetimi, yapılan devamsızlığın özürlüye dönüştürülmesi için öğrencinin getirdiği dilekçeden şüpheleniyorsa e-okul sisteminden veli iletişim telefonunu bularak kendisine telefon açarak “Çocuğunuz şu şekilde bir dilekçe getirdi, bilginiz dahilinde mi” diye sorabilir. Burada okul yönetimi devamsızlık yapan çocukların hangi birinin velisini arayacak denilebilir? İnanın bu yöntem velinin okula gelerek dilekçe vermesinden daha kolaydır. Çünkü tüm veliler okulun muhitinde ikamet etmiyor. Çoğu veli, gündüz vakti mesai için işine gitmiştir. Bir dilekçe için velinin mesaisini bölerek okula gelmesi hem zor hem zaman kaybıdır.

Öğrenci devamsızlık yaptığı anda birçok okul, veli telefonuna “Çocuğunuz bugün okula gelmemiştir” mesajı göndermektedir. Mesajla çocuğunun okula gelmediğini öğrenen veli, bu devamsızlığın özürlüye dönüşmesi için çocuğuyla dilekçe de gönderebilmelidir. Yönetmelikte bu esnekliğin sağlanmasında fayda vardır. Bu yapılırsa okul yönetimi ile öğrenci ve veli karşı karşıya gelmemiş olur.

Velinin dilekçe verip çocuğunun devamsızlığını özürlü devamsızlığa dönüştürmesi size basit gibi gelebilir. Ben bu sorunu önemsiyorum. Eğer bu sorun büyümüyorsa ya okul idareleri bu konuda esnek davrandığındandır ya da velilerin bu durumu sorun haline getirmek istemeyişindendir. Ben hepsinden geçtim. Götürdüğü dilekçenin okul yönetimi tarafından “Velin gelecek…velin getirecek” şeklinde geri çevrilmesi, çocuklarımızda “Bize güvenilmiyor” psikolojisini yerleştirdiği gibi aynı zamanda “sahte dilekçe de verilebiliyormuş” anlayışını akıllarına getirecektir.

*25/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

22 Eylül 2019 Pazar

"Kur'an Okumak İstemiyorum"

—Azizim, dinimi daha iyi ve doğru öğrenmem için bir kitap tavsiye eder misin?
—Kur'an kitabını oku.
—Çok isterdim ama onu okumak istemiyorum.
—Sebep?
—Ne olur ne olmaz, ağrımaz başımı ağrıtmayayım.
—Niye ağrısın ki?
—Bugünlerde Kur'an okuyanların başı dertte. Neme lazım.
—Niye başın derde girsin. Herhangi bir kitap değil, yazarı tartışılır biri değil, içerisinde şüphe yok. Sen dinini öğrenmek istemiyor muydun? Müslümanların asli yemek kaynağı bu. Bundan iyi kitap mı olur? Hem sonra kim ne desin?
—Anlıyor ve biliyorum ama farz et ki ben dediğin gibi Kur'an okumaya başladım. Birileri beni Kur'an okurken görse ne der?
—Ne diyecek? Allah kabul etsin der.
—Öyle diyen çıkar. Ya Kur'an okuduğumu gören biri bu adam "Hadis düşmanı, sünneti inkar ediyor" derse o zaman ben ne yaparım?
—Niye desin ki? Sen hadis düşmanı mısın?
—Değilim elbet!
—Eee o zaman?
—Biliyorsun bugünlerde "sünnetsiz, hadisleri kabul etmiyor, işine geleni kabul ediyor, işine geleni kabul etmiyor" ithamları moda. Hele böyle bir adım çıksın, ehli sünnet düşmanı da derler. Ondan sonra uğraş dur. Yeter ki biri desin ve seni hedef göstersin. Yemin billah etsem, ekmek-mushaf çarpsın ben hadis düşmanı değilim desem de kimseyi ikna edemem. 
—Biraz abartmıyor musun?
—Hiç bile...Sanırım gündemi pek takip etmiyorsun? Şayet gündemi takip etseydin bana hak verirdin. Çünkü "sünneti kabul etmiyor, hadisleri reddediyor" denilenlerin sayısı az değil. O yüzden "hadis inkarcısı" damgası yemek istemiyorum. 
—Bu durumda ne yapacağız?
—En iyisi Kur'an okumamak bana göre. 
—Yanlış düşünüyorsun? Birilerine kızarak Kur'an okumamak olur mu? Birilerinin kınamasına aldırmamak lazım.
—Aldırdığım yok. Ama algılarla yaşadığımız günümüzde kimseyi çekemem bu durumda. Kimse kimseyi dinlemiyor ve anlamak istemiyor. Birbirimize hep belden aşağı vuruyoruz. Niyet okuyuculuğu yapıyoruz hep. Didişiyoruz birbirimizle. Midemiz götürse birbirimizi yiyeceğiz.  Bir de hedef gösteriyoruz. İşin garibi kafir ve İslam düşmanları bizim ortak hedefimiz değil. Tüm derdimiz birbirimizi alt etmek üzerine kurulu. Faydası olmayan bu tartışmada biz bize yeteriz, düşmana ihtiyacımız yok.

21 Eylül 2019 Cumartesi

Günümüzün Geçer Akçesi: FETÖ ***

2000'li yıllarda Adana'da çalışırken bilgisayar laboratuarında bilgisayar ile iştigal ettiğimi gören bazı meslektaşlarım bana "Senden nasıl kurtulacağız" derlerdi gülerek. Ben de bunun kolayı var. Bugünlerin geçer akçesi Hizbullah'tır. Beni Hizbullahçı diye şikayet edersiniz. Polis sorgusuz, sualsiz götürür. İçeride ben kendimin Hizbullahçı olmadığımı anlatıncaya kadar aylar, yıllar geçer. Siz de böylece kurtulmuş olursunuz derdim. Onlar da bana "Aman hocam, ağzını hayır aç, bunun şakası bile kötü" derlerdi.

Hizbullah davaları bitti. Kimi ceza aldı; yattı çıktı, kimi aldığı ceza ile hala yatıyor; kimi girdi, uzun süre tutuklu kaldıktan sonra yargılanıp çıktı. Yazılı ve görsel medya günün ilk flaş haberlerini Hizbullah ile açtı, yapılan operasyonları verdi. Şimdilerde Hizbullah operasyonları  yapılmaz oldu. Ne devlet hatırlıyor ne de halk.

2013 yılından itibaren gündemimizde güncelliğini hiç kaybetmeyen FETÖ var. Önceleri Paralel Yapı diye bilinen bu örgüte birkaç yıldır FETÖ diyoruz. Altı yıldır gündemden düşmeyen bu örgüt, böyle giderse uzun süre güncelliğini sürdüreceğe benziyor. Hizbullah lokal bir bölgede yapılanmış, operasyonlar o bölge ile sınırlı tutulurken FETÖ yurdun her bir köşesinde örgütlenmiş görünüyor. FETÖ adına yapılan operasyonlardan etkilenmeyen kesim yok gibi. Kimi KHK ile ihraç edilirken kimi hala açıkta bekliyor, kimi tutuklu, kimi ceza almış, kiminin cezası daha verilmemiş. Gün geçmiyor ki FETÖ adına operasyon yapılmamış olsun.  Hiç alakası olmayanlar bile FETÖ ile ilgili yapılan operasyonlardan veya ithamlardan nasibini alıyor. En hafif geçiştiren "Bu, FETÖ'cü ağzı... Bu FETÖ'cülerin yöntemi" ithamına maruz kalıyor. FETÖ'cü damgası yiyen ya bulunduğu makamdan ediliyor ya da geçeceği makamdan oluyor. Çünkü iftira, itham ve şüphenin sınırı yok. Kişi de hiç FETÖ bulaşığı olmasa bile atılan çamurun izi kalsa mantığı güdülüyor. İşin garibi FETÖ ile mücadele edenler de bundan nasibini alıyor. Birilerini FETÖ'cülükle itham edenler de FETÖ'cü damgası yemekten kendisini kurtaramıyor. Günümüzün geçer akçesi ne de olsa.

Toplum olarak öyle bir cendereden geçiyoruz ki kendisini bundan kurtarabilene aşk olsun. Masum olduğuna inandığın birine bile referans olamıyorsun. FETÖ'cülükle suçlanmış isen suçsuz olduğuna inananları bile yanında bulamıyorsun. FETÖ'cülükle itham edilen birinin FETÖ'cü olmadığına şehadet etsen "Sen böyle diyorsun ama bunlar kendini belli etmez, kripto olabilir, ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Niçin bana ithamda bulunmuyorlar" cevabı alıyorsun. Bu kişi kendi halinde bir memur. Nasıl FETÖ yöneticisi olur diyorsun. "Efendim, bu yapı çok sinsi. Değişik bir yapılanma şekli var. Pekala rektörlere, komutanlara emir veren bir yönetici olabilir" deniyor. Bir tanıdığım var, çok iyi biri. FETÖ'cülükle itham edilmiş diyorsun. "Bunların hepsi iyi zaten" cevabı alıyorsun.

Kamuya eleman alımında veya yönetici seçiminde ilk yapılan, FETÖ'cü mü araştırmasıdır. Kazara biri sana FETÖ'cü demişse isminin üstü çizilmen için yeter de artar bile.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Ama örnekleri çoğaltmanın pek de bir anlamı yok. Kim ne kadar FETÖ'cü, kim suçlu, kim masum bilmiyorum. Bildiğim bir şey FETÖ konusunda toplum olarak bir paranoya durumu yaşadığımızdır. Bir diğer husus da FETÖ konusunda bu gidişat, bu mücadele tarzının sonunun hiç hayır olmayacağıdır.

***24/09/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.