23 Ağustos 2019 Cuma

Kadına Şiddet Sorunu *

Gün geçmiyor ki ülke; kadına şiddet, kadına taciz, eşi tarafından öldürülen kadın olayıyla sarsılmasın. Her vukuatta Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı olaya el koyar, vatandaş sosyal medyadan tepkisini dile getirir, siyasiler sert açıklamalarda bulunur. Birkaç gün tepkiler sıcaklığını korur, olay tam soğumaya yüz yuttuğu zaman bir başka kadın cinayeti patlak verir.

Durum aynen böyle değil mi? Tam bir kısır döngü yaşıyoruz. Ne tedbir alırsak alalım, ne tepki gösterirsek gösterelim kadınların maruz kaldığı bildik sahneler artarak tekrarlanıyor. Çünkü kumaşımız bu.

Bir diğer konu, sürüp gitmekte olan bu sorunun adını "Kadına şiddet" diyerek yanlış koyuyoruz. Sorun kadına şiddet sorunu değil, güçlü olanın güçsüze güç gösterisinden ibarettir. Bu ülkede kimin gücü kime yetiyorsa o; şiddetin, cinayetin, tecavüzün nesnesidir. Koca karısını, ana çocuğunu, trafik magandası suyunu bulandıranı, öğretmen öğrencisini, öğrenci öğretmen ve idarecisini, veli çocuğunun  öğretmenini, komşu komşusunu, çoğumuzun kedi ve köpeğe muamelesini gözünüzün önüne bir getirin. Bana hak vereceksiniz. Biz buyuz. Sayıları ne kadar bilmem ama bu ülkede karısından dayak yiyen erkekler de var. Sadece erkekliğe halel getirmeyeyim diye içine atıyor, şikayet konusu etmiyor, o kadar...

Hasılı şiddet toplumuyuz. Öyle bir toplumuz ki şiddeti çözmeye giderken bile şiddet uygularız. Çoğumuz küçüklükte şiddetle yoğrulduk. Büyüyüp güç-kuvvete ulaşınca bilinçaltına yerleşen şiddet nefretini başkasının sırtında uyguluyoruz. Niyetim bu durumu savunmak ve masum göstermek değil. Şiddet ve dayak en masum halimiz. Daha içimizde gün görmedik, daha uygulamaya koymadığımız ne fikirlerimiz var: Öldürmek, kurşun yağmuruna tutmak, boğazını kesmek, çoluk-çocuk demeden hepsini öldürmek gibi cinnet hallerimiz de var. Şimdilik lokal olsa da bunlar da artacak.

Neden böyleyiz derseniz? Biz medenice konuşamayız, konuşmayı acizlik görürüz. Kazara konuşmaya başlasak bile birkaç cümlede sesimiz yükselir. Bu demektir ki kafamın tasını arttırma, beş kardeş geliyor demektir. Hoş konuşmayı denesek bile beceremeyiz. Çünkü kendimizi anlatacak ve karşı tarafı anlayacak kelime hazinesine sahip değiliz. Bildiğimiz kelimeler; vur, kır, öldür gibi az sayıdaki sözcükten ibarettir.

Kadına şiddeti önlemenin bir yolu, evlenirken gösterdiğimiz alakayı ayrılırken nefrete dönüştürmemektir. Evlenmeyi doğal gördüğümüz kadar geçim olmadığı takdirde boşanmayı da doğal görmektir. Ne evlenmek mutluluğun/dünyanın başıdır ne de boşanmak mutsuzluğun/dünyanın sonudur. Olmuyorsa medenice ayrılmaktır. Herkes yoluna gitmelidir. Bu meseleyi hayat-memat meselesi olarak görmemek lazım. Yollar ayrıldıktan sonra birlikte yaşanılan günlerin hatırına, birbirinin aleyhinde konuşmamaktır. Kendilerini yanlış tercih olarak görüp doğru tercihlere yönelmektir.

Aslında eşler arasında şiddeti kökten çözmenin yolu, evlenirken tarafların birbirine açık oynamalarıdır. Adaylar birbirleriyle sadece kaporta, soy-sop ve meslek yönüyle değil, iç dünyasıyla da evlenmelidir. Birbirlerini beğendikten sonra kimin ajandasında hangi yönü varsa ortaya dökülmeli. Olaylar karşısında nasıl tavır takınacakları dahi konuşulmalı. Bu şekil birbirlerini beğenirlerse yollarını birleştirmeliler. Evlendikten sonra ortaya çıkacak yeni huylar ile eşler şok yaşamamalılar. İnanın böyle davranmak yani evlenmeden önce açık oynamak sonradan ortaya çıkacak birçok sorunu çözer. Ama biz kötü yönlerimizi gizlemeyi çok severiz.

*26/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Faiz Denince Ürperiyor, Kredi Denince İştahım Kabarıyor *

Biri veya herhangi bir banka "Gel sana faizle borç vereyim" dese adamı veya bankayı düşman beller, ağzıma geleni söyler. Allah faize haram derken, benim bu konudaki hassasiyetim belli iken sen nasıl olur da bana faizden bahsedersin, derim. Ama aynı kişi veya banka bana "Krediler düştü, çok uygun. Gel sana kredi vereyim, kefilsiz-senetsiz ve beklemeden şu kadar çekebilirsin, on yıl boyunca zorlanmadan aylık bu kadar ödersin" dese tepki göstermediğim gibi demek ki bankada kredim varmış der, biraz ürksem de bir sevinirim, sormayın gitsin. Ardından "Bu kadar çeksem, buna bir ev alsam, aylık ödediğim kiradan kurtulur ve kira öder gibi bir zaman sonra ev sahibi olurum. Bu devirde kim, kime bu şekil borç verir, baba oğluna bile vermez" diye düşünürüm.

Aslında faiz, nema, riba, kredi dediğimiz şeylerin adları farklı farklı olsa da hepsi aynı işlemdir. Yani faizdir. Düpedüz faiz olan bu işi sürekli borçlanarak devlet yapıyor, yani benim adıma devlet borçlanıyor, işletmelerin çoğu yapıyor. Vatandaşın epey bir kısmı araç, konut, tüketici kredisi adı altında fırsatını buldu mu çekiyor. 

Piyasayı hareketlendirmek ve inşaat sektörünü canlandırmak amacıyla kamu bankaları faiz oranlarını cazip bir orana çekti. Bazı özel bankalar da bu kervana katıldı. Konut alacaklar açıklanan bu faiz oranlarını uygun görmüş olmalı ki kredi çekmek için bankaların kapısını aşındırmaya başladılar.

Faizle ilgili durum bu ve vatandaş bununla ilgili hesap-kitap yapar iken 23 Ağustos Cuma gününün hutbesi faiz üzerineydi. Hiç kredi isminden bahsetmedi ama faizin cahiliye âdeti olan bir haram olduğuna, peygamberimizin ayakları altına aldığına işaret etti. Hutbelerde niçin faizden bahsedilmiyor, hep hükümetin emrinde diye Diyanet'e eleştiri getirenlere duyurulur. Diyanet, konut kredilerinin teşvik edildiği bir aşamada hutbede faiz konusunu ele alarak duruşunu gösterdi. Bu açıdan Diyanet'i tebrik etmek lazım.

Şimdi gelelim bana, sana, ona, bize... Biz de faizle, krediyle işimiz olmaz, Allah bugüne kadar düşürmedi, inşallah bundan sonra da düşürmez diye sevine duralım. Sevinelim ama elimizin değmediği ve çekmekten kaçındığımız faiz veya kredinin faturası bize çıkıyor. Yani dolaylı yoldan biz ödüyoruz. Devlet likidite ihtiyacını karşılamak için faizle borç alıyor, tüm milletin sırtına yüklüyor, vadesi geldiği zaman "Sana hizmet yapacağım" diye aldığı verginin bir kısmını faiz ödemesine yatırıyor. Esnaf veya işletme, üretim yapmak için kredi çekiyor. Mamulü piyasaya sürerken ödeyeceği vergi ve faizin maliyetini de gidere dahil ediyor. Bu durumda faizi kim ödüyor? İşletme kazandığı kardan mı ödüyor yoksa bizden mi? Herhalde üretilen malı alanların sırtına yüklese gerek. Müteahhit kredi çekip ev yapıyorsa herhalde maliyetlere kredi ödemesini de ekliyor olmalı.

Hasılı vatandaşın bir kısmı faiz illetine bulaşmasa bile ödemesinde faize dolaylı olarak müdahil oluyor. Çünkü dayatılan ekonomi çarkı böyle dönüyor. "Hiç faiz yemiyorum diyenler tozundan nasiplenecek" denilen bu olsa gerek. Biz dünyaya faizsiz bir ekonomi modeli sunamadığımız müddetçe kökü ta Cahiliye Dönemine uzanan bu çark, maalesef bu şekilde "hayatın bir gerçeği" olarak piyasaları etkilemeye devam edecek.

*06/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Kişilere Adanmış Ömürler ***

Hepimizin bildiği bir söz ile başlayacağım yazıma: "Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." Bu sözün doğruluğunu herhalde kabul etmeyeniniz yoktur. Bu söze inanırız ama çoğu zaman uygulamaya koymayız. Çünkü hayatın içinde cereyan eden olaylara kendimizi o kadar kaptırırız ki nereye girdiğimizi, ne yaptığımızı kendimiz bile bilemeyiz. 

Sebebi nedir bilmiyorum ama çoğumuz büyük kafa olmayı değil, kişileri tartışır dururuz. Bu durum tevazuumuzdan mıdır yoksa büyük adam, büyük kafa olacak kapasitemiz olmadığından mıdır? Kendimiz olacağımız yerde sürü psikolojisi ile hareket ediyor, algılarla yaşıyoruz. Kendi aklımıza güvenmeyerek başkalarının dolduruşuyla kendimizi bir yere veya kişiye ait hissetmeye çalışıyoruz. Kendimizin kişi veya kişileri savunan ya da kişi veya kişilere saldıran bireyler olarak görüntü vermesinden de rahatsız olmuyoruz.

Kişileri savunma veya kötülemeye adadığımız ömrümüzü, uğruna inandığımız prensiplere harcasak fena mı olur? Şayet savunduğumuz fikir, düşünce ve ideallerin uzun ömürlü olmasını istiyorsak; kişilere gösterdiğimiz sevgi ve nefretin onda birini, inandığımız prensiplerimize göstersek, prensipler çerçevesinde hareket etsek, başarı/başarısızlığı kişilere bağlamasak, bu alanda bir kültür oluştursak hiç de fena olmaz. Çünkü bu yol, bir ideal uğruna bizi yaşatır, inandığımız değerleri yarınlara taşır. Kişilere sevgi ve nefret duyarak gösterdiğimiz bağlılık kişi ile sınırlıdır. Kişi öldü mü orta yerde kalakalırız veya sevdiğimiz kişi hata veya yanlışlar yapmaya başlarsa kendimizi kandırılmış hisseder, hayal kırıklığına uğrarız. 

Şunu unutmayalım ki hiçbir dava, ideoloji, fikir kişiler üzerine yürümez. Kişiler üstüdür bunlar. Bugün sevgi gösterdiğimiz kişiler, davayı menzile götürmeye çalışan birer aktördür. O olmasa, bir başkası bayrağı devralır, bayrağı tepeye dikmeye çalışır. Bu davanın en altında yer alanla en üstünde yer alan arasında bir fark yoktur. Herkes o dava için çalışır. Bu şekil davranılırsa herkes davanın hizmetkârı olur. Ama kişileri davanın önüne çıkarırsak yaptığımız, dava mücadelesinden ziyade kişi mücadelesi haline döner. Unutmayalım ki kişiler gelip geçicidir, kimse vazgeçilmez değildir. 

Prensipleri değil de kişileri prensiplerin önüne geçirmek ve sensiz olmaz demek o kişiye de yapılan en büyük kötülüktür. Çünkü normalinden fazla gösterilen sevgi, kişileri güç zehirlenmesine götürebilir. Çünkü var bende bir şey demeye başlar.

Gelin bir seçim yapalım. Kişileri tartışarak küçük adamlar olarak mı kalmaya devam edeceğiz yoksa olayları tartışarak orta adam mı olacağız ya da prensipleri tartışarak büyük adam mı olacağız? Karar bizim...

***18/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.