23 Ağustos 2019 Cuma

Faiz Denince Ürperiyor, Kredi Denince İştahım Kabarıyor *

Biri veya herhangi bir banka "Gel sana faizle borç vereyim" dese adamı veya bankayı düşman beller, ağzıma geleni söyler. Allah faize haram derken, benim bu konudaki hassasiyetim belli iken sen nasıl olur da bana faizden bahsedersin, derim. Ama aynı kişi veya banka bana "Krediler düştü, çok uygun. Gel sana kredi vereyim, kefilsiz-senetsiz ve beklemeden şu kadar çekebilirsin, on yıl boyunca zorlanmadan aylık bu kadar ödersin" dese tepki göstermediğim gibi demek ki bankada kredim varmış der, biraz ürksem de bir sevinirim, sormayın gitsin. Ardından "Bu kadar çeksem, buna bir ev alsam, aylık ödediğim kiradan kurtulur ve kira öder gibi bir zaman sonra ev sahibi olurum. Bu devirde kim, kime bu şekil borç verir, baba oğluna bile vermez" diye düşünürüm.

Aslında faiz, nema, riba, kredi dediğimiz şeylerin adları farklı farklı olsa da hepsi aynı işlemdir. Yani faizdir. Düpedüz faiz olan bu işi sürekli borçlanarak devlet yapıyor, yani benim adıma devlet borçlanıyor, işletmelerin çoğu yapıyor. Vatandaşın epey bir kısmı araç, konut, tüketici kredisi adı altında fırsatını buldu mu çekiyor. 

Piyasayı hareketlendirmek ve inşaat sektörünü canlandırmak amacıyla kamu bankaları faiz oranlarını cazip bir orana çekti. Bazı özel bankalar da bu kervana katıldı. Konut alacaklar açıklanan bu faiz oranlarını uygun görmüş olmalı ki kredi çekmek için bankaların kapısını aşındırmaya başladılar.

Faizle ilgili durum bu ve vatandaş bununla ilgili hesap-kitap yapar iken 23 Ağustos Cuma gününün hutbesi faiz üzerineydi. Hiç kredi isminden bahsetmedi ama faizin cahiliye âdeti olan bir haram olduğuna, peygamberimizin ayakları altına aldığına işaret etti. Hutbelerde niçin faizden bahsedilmiyor, hep hükümetin emrinde diye Diyanet'e eleştiri getirenlere duyurulur. Diyanet, konut kredilerinin teşvik edildiği bir aşamada hutbede faiz konusunu ele alarak duruşunu gösterdi. Bu açıdan Diyanet'i tebrik etmek lazım.

Şimdi gelelim bana, sana, ona, bize... Biz de faizle, krediyle işimiz olmaz, Allah bugüne kadar düşürmedi, inşallah bundan sonra da düşürmez diye sevine duralım. Sevinelim ama elimizin değmediği ve çekmekten kaçındığımız faiz veya kredinin faturası bize çıkıyor. Yani dolaylı yoldan biz ödüyoruz. Devlet likidite ihtiyacını karşılamak için faizle borç alıyor, tüm milletin sırtına yüklüyor, vadesi geldiği zaman "Sana hizmet yapacağım" diye aldığı verginin bir kısmını faiz ödemesine yatırıyor. Esnaf veya işletme, üretim yapmak için kredi çekiyor. Mamulü piyasaya sürerken ödeyeceği vergi ve faizin maliyetini de gidere dahil ediyor. Bu durumda faizi kim ödüyor? İşletme kazandığı kardan mı ödüyor yoksa bizden mi? Herhalde üretilen malı alanların sırtına yüklese gerek. Müteahhit kredi çekip ev yapıyorsa herhalde maliyetlere kredi ödemesini de ekliyor olmalı.

Hasılı vatandaşın bir kısmı faiz illetine bulaşmasa bile ödemesinde faize dolaylı olarak müdahil oluyor. Çünkü dayatılan ekonomi çarkı böyle dönüyor. "Hiç faiz yemiyorum diyenler tozundan nasiplenecek" denilen bu olsa gerek. Biz dünyaya faizsiz bir ekonomi modeli sunamadığımız müddetçe kökü ta Cahiliye Dönemine uzanan bu çark, maalesef bu şekilde "hayatın bir gerçeği" olarak piyasaları etkilemeye devam edecek.

*06/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Kişilere Adanmış Ömürler ***

Hepimizin bildiği bir söz ile başlayacağım yazıma: "Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." Bu sözün doğruluğunu herhalde kabul etmeyeniniz yoktur. Bu söze inanırız ama çoğu zaman uygulamaya koymayız. Çünkü hayatın içinde cereyan eden olaylara kendimizi o kadar kaptırırız ki nereye girdiğimizi, ne yaptığımızı kendimiz bile bilemeyiz. 

Sebebi nedir bilmiyorum ama çoğumuz büyük kafa olmayı değil, kişileri tartışır dururuz. Bu durum tevazuumuzdan mıdır yoksa büyük adam, büyük kafa olacak kapasitemiz olmadığından mıdır? Kendimiz olacağımız yerde sürü psikolojisi ile hareket ediyor, algılarla yaşıyoruz. Kendi aklımıza güvenmeyerek başkalarının dolduruşuyla kendimizi bir yere veya kişiye ait hissetmeye çalışıyoruz. Kendimizin kişi veya kişileri savunan ya da kişi veya kişilere saldıran bireyler olarak görüntü vermesinden de rahatsız olmuyoruz.

Kişileri savunma veya kötülemeye adadığımız ömrümüzü, uğruna inandığımız prensiplere harcasak fena mı olur? Şayet savunduğumuz fikir, düşünce ve ideallerin uzun ömürlü olmasını istiyorsak; kişilere gösterdiğimiz sevgi ve nefretin onda birini, inandığımız prensiplerimize göstersek, prensipler çerçevesinde hareket etsek, başarı/başarısızlığı kişilere bağlamasak, bu alanda bir kültür oluştursak hiç de fena olmaz. Çünkü bu yol, bir ideal uğruna bizi yaşatır, inandığımız değerleri yarınlara taşır. Kişilere sevgi ve nefret duyarak gösterdiğimiz bağlılık kişi ile sınırlıdır. Kişi öldü mü orta yerde kalakalırız veya sevdiğimiz kişi hata veya yanlışlar yapmaya başlarsa kendimizi kandırılmış hisseder, hayal kırıklığına uğrarız. 

Şunu unutmayalım ki hiçbir dava, ideoloji, fikir kişiler üzerine yürümez. Kişiler üstüdür bunlar. Bugün sevgi gösterdiğimiz kişiler, davayı menzile götürmeye çalışan birer aktördür. O olmasa, bir başkası bayrağı devralır, bayrağı tepeye dikmeye çalışır. Bu davanın en altında yer alanla en üstünde yer alan arasında bir fark yoktur. Herkes o dava için çalışır. Bu şekil davranılırsa herkes davanın hizmetkârı olur. Ama kişileri davanın önüne çıkarırsak yaptığımız, dava mücadelesinden ziyade kişi mücadelesi haline döner. Unutmayalım ki kişiler gelip geçicidir, kimse vazgeçilmez değildir. 

Prensipleri değil de kişileri prensiplerin önüne geçirmek ve sensiz olmaz demek o kişiye de yapılan en büyük kötülüktür. Çünkü normalinden fazla gösterilen sevgi, kişileri güç zehirlenmesine götürebilir. Çünkü var bende bir şey demeye başlar.

Gelin bir seçim yapalım. Kişileri tartışarak küçük adamlar olarak mı kalmaya devam edeceğiz yoksa olayları tartışarak orta adam mı olacağız ya da prensipleri tartışarak büyük adam mı olacağız? Karar bizim...

***18/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Taifliler ve Kürtler

Adına ister Güneydoğu ister Kürt sorunu diyelim, ülkemizin Güneydoğusu bizi yıllardır uğraştırıyor. İhmal ettiğimiz, yönetmek için birilerine ihale ettiğimiz Güneydoğuyu PKK, parsellemiş durumda. Tabiat boşluk kabul etmez. Nereyi boşaltır, ihmal edersen orasını birileri doldurur.

Önceleri vur-kaç taktiğiyle dağda yuvalanan terör örgütü bitti bitiyor derken daha da büyüdüğü görülüyor. Dağ kadrosu var, şehir kadrosu var, arkalarında maddi ve manevi destek sağlayan emperyalist devletler var. 

Dağdan inip ovada siyaset yapmaya başladıkları ilk zamanlarda az sayıdaki sempatizanlarının yanında kırsaldaki halkı da sindirerek bir taban oluşturmaya çalıştılar. Bunda da başarılı oldukları görülüyor. Bugün korkuya dayalı olmadan bölgedeki halkın çoğunun oyunu almayı da başardılar. Güneydoğuda bir taban oluşturduktan sonra Batıya göç edip yerleşmiş, iş-güç sahibi olmuş Kürtlerin de oylarını alabiliyorlar artık. Önceleri sadece Güneydoğuya hapsolmuş lokal bir bölge partisi, yeni sistemle birlikte kilit parti durumuna geldi. Artık Kürtleri hesaba katmayan ve yanlarına çekemeyen hiçbir siyasi partinin tek başına çoğunluğu sağlayamayacağı ortaya çıktı. İşin ilginci PKK ve onun siyasi uzantısı HDP yetkilileri Kürtlere yabancı Marksist, Leninist bir düşünce yapısına sahip olmasına rağmen dindar Kürtlerin bir kısmından da oy alabiliyor. Sanırım hepsi olmasa da Kürtlerin bir kısmı PKK veya HDP'yi haklarını savunan bir parti olarak görüyor.

Güneydoğu'da başlayan terör eylemleriyle birlikte devlet de üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalıştı. Hizmeti önceledi, zaman zaman Kürtleri kucakladı. Teröristle Kürtler arasına mesafe koymaya çalıştı. Terörle mücadele ederken polisiye tedbirlere başvurdu. Her ne yaptıysa Güneydoğu'ya hakim olan yapının belini kıramadı, hatta yapı daha da büyüdü. Bu durum hep böyle mi devam edecek? Güneydoğu'nun yavaş yavaş elimizin altından kayıp gitmesine seyirci mi kalacağız? Dini hassasiyetleri yüksek olan Kürtlerin çoğunu, bu yapının elinden kurtarmanın mutlaka bir yolu olmalı. Ama ne?

Aklıma Taifliler geldi. Baştan beri Taif, peygamberimize kök söktürdü. Az uğraşmadı peygamberimiz Taif'le ya da Taif az uğraştırmadı peygamberimizi. En zor ve son İslam beldesi olan yerdir. Taifliler ne Müslüman olmuşlar ne de şehri teslim etmişlerdir. Zaman zaman peygambere karşı düşmanların safında yer almışlardır. Peygamber kendisine onca kötülük yapan bu şehri elde etmek ve onların da İslam'la şereflenmelerini sağlamak için soğukkanlılığı hiç elden bırakmamıştır, sağduyulu davranmıştır, zamana yayarak Taiflileri kazanmayı yeğlemiştir. Taifliler Müslüman olmak için heyet gönderdiklerinde şartlı Müslüman olma seçeneğini peygambere sunmuşlardır: 
1.Namaz ve zekattan muaf olursak,
2.Lat'a dokunulmaz ise,
3.Taif kutsal bölge ilan edilir ise,
4.İçki ve faize izin verilir ise gibi birçok şartlar ileri sürmüşler, kendileri için taviz istemişlerdir. 
Peygamberimiz şartların hepsini kabul etmemiş, onları ikna etmiş ama İslam'ın bir emri olmasına rağmen onları zekat ve sadakadan muaf tutmuştur. Taif'i de kutsal bölge ilan etmiştir. Farkındaysanız peygamber burada ödün vermiştir. Belki de peygamberin verdiği bu tavizler sonucunda Taifliler Müslümanlığı seçti, Taif İslam beldesi oldu. Zekattan muaf olmaları Hz Ömer zamanına kadar devam etti. Hz Ömer bu imtiyazı kaldırmıştır.

Burada Taif ile Güneydoğuyu veya Taifliler ile Kürtleri karşılaştırırken niyetim Kürtleri Müslüman yapmak değil. Kürtler zaten bizim yüzyıllardır beraber yaşadığımız, aynı inancı paylaştığımız din kardeşlerimizdir. Hatta çoğunun dini hassasiyeti ileri seviyededir. Bu ikisini karşılaştırmadaki niyetim her iki bölgenin ve bölge insanlarının yönetiminin zor olması. (Olaya inanç açısından bakmıyorum)  Bizim Güneydoğumuzun yönetimi de tıpkı Taif gibi zordur. Dış güçler bu bölgeden ellerini çekmedikleri müddetçe de bu zorluk artarak devam edecektir. 

Sadede gelirsem, bugün PKK ve HDP'yi muhatap almadan devlet, yetkili organlarıyla her bir Kürt'ün talepleri nedir? Bunları tespit etse, ardından Kürtlerin sevilen ve sayılan kişileriyle komisyon vasıtasıyla bir araya gelinse, masada tüm talepler tek tek gözden geçirilse, bölünmenin dışında makul istek ve taleplerin bir listesi tutulsa, bu liste çerçevesinde bir vatandaşlık sözleşmesi ortaya çıkarılsa nasıl olur? Yani tıpkı Taiflilere verilen bir kısım imtiyazlar Kürtlere de verilse diyorum. Biliyorum içimizden bazıları taviz, tavizi doğurur deyip bana kızacaktır. İnanın denemekle bir zarar görmeyiz. Kürtlerin tüm istekleri devlet nezdinde kabul görmese bile muhatap alıp samimiyet göstermek bile bizi bize yaklaştıracaktır.