19 Ağustos 2019 Pazartesi

Kovanın İçinden Konuşmak

Duydunuz mu "kovanın içinden konuşmak" deyim veya tabirini? Çoğunuzun duyduğunu, duymuş iseniz de ne anlama geldiğini bildiğinizi sanmıyorum. Çünkü bu deyimi çevrenizden duymamış iseniz, deyimler sözlüğünde bulmanız mümkün değil. Yöre ve bölgelerimize ait kullanılan deyimler arasında da bulamazsınız. Konuştuğum bir Türkçe öğretmeni de benim ağzımdan bu deyimi duyunca önce şaşırdı, sonra ne anlama geldiğini sordu. İlk defa duyduğunu söyledi.

"Kovanın içinden konuşmak" deyimi Türkiye'nin neresinde, ne kadar kullanılır bilmem ama -çoğu Konyalı bilmese de- bu deyim Konya yöresinde  kullanılmaktadır. Ne anlama gelir derseniz? Açıklamaya çalışayım. Yalnız açıklamam dil kurallarına göre bilimsel bir açıklama olmayacak. Kullanıldığı yerden hareketle izah etmeye çalışayım.

Hepimiz okur, görür, duyar ve yaşarız. Tüm bunları yaparken hepsinden bilgiler ediniriz. Bu bilgilerin çoğunu yeni bilgiler öğrendikçe unuturuz. Dağarcığımızda, önemsediğimiz ve bize tesir edenler kalır. Bunları kolay kolay unutmayız. Ne zamanki görüp duyduğumuz, geçmişe dair bir çağrışım yaparsa hafızamızda yer edinen önemli gördüğümüz bilgiler ve yaşadığımız anılar sanki o an oluyormuş gibi yeniden canlanır ve fırsatını bulduğumuz ortam müsaitse anlatmaya başlarız ya da hiç yeri değilse bile geçmiş yaşadıklarımız ve tecrübelerimizi usanmadan anlatırız. Özellikle yeni bilgiyle tanışmayan bazı yaşlı insanlar yapar bunu. Çünkü yeni bilgi gelmeyince hafızasında daha önce yer edinmiş veya hafızasına kazınmış bilgiler ile hayata tutunmaya devam eder. Başka da sermayesi yoktur. Yeter ki bir dinleyici kitlesi bulsun, açılır da açılır; konuşur da konuşur, anlattığını bir daha anlatır. Buna askerlik anılarını örnek olarak verebiliriz. İyi bir dayak yemiş ise anlatır durur. 

Yeni bilgiye kapalı, geçmiş bilgilerden ibaret bilgilerin, örneklerin ve anıların tutulduğu hafıza veya bellek, bu deyimle kovaya benzetilmiştir. Bundan dolayı kovanın içinden konuşmak tabiri kullanılır. Yaşlı büyüğümüz konuşacaksa kovayı bir karıştırır. Bahtına ne çıkarsa artık. Bu kovanın içinden konuşmak bazen ilgi çekse de tekrarı ve fazlası bezdirmeye yeter de artar bile. Hatta aynı büyükle karşılaşmış bir tanıdığınız size "Falan kimseyle tanıştım, biraz sohbet ettik, gıyabında senden de bahsettik" dediğinde "Sana şu konuyu anlattı mı" diye sorarsan el-cevap "evet" olur gülerek.

Nasıl, beğendiniz mi kovanın içinden konuşma deyimini? Keşke yanımda olsanız da size biraz kovanın içinden konuşsam... Kınamayın, yarın belki sizin de olacağınız bu kovanın içinden konuşmak olacaktır.

18 Ağustos 2019 Pazar

Doğal Afetlere Hazır Olalım ***


Zaman zaman bizi yoklayan, yokladığı zaman geriye büyük bir enkaz bırakan; çoğu vakit mal ve can kaybına neden olan deprem, heyelan, çöküntü, sel baskını gibi doğal afetlere bundan sonra daha fazla hazır olmamız lazım. Çünkü küresel ısınmayla birlikte bundan sonra özellikle sel baskınlarına daha fazla maruz kalacağız. Geliyorum diyor devamlı. Bazen bir ilimizi, başka bir gün bir başka ilimizi tabir yerindeyse önce teslim alıyor, ardından boğup geçiyor. Tüm bu yıkımdan sonra can kaybı yoksa veya fazla olmamışsa "Can kaybı yok" deyip şükrediyoruz. Yıkım fazla ise gerekirse o bölgeyi afet bölgesi ilan ederek halkın ekim, dikim kaybını, esnafın zayiatını telafi etmenin yoluna gidiyoruz. Başka yaptığımız bir şey var mı? Maalesef yok. 

Yazımın başlığını "Doğal Afetlere Hazır Olalım" koydum, "...Hazırlıklı Olalım" demedim. Çünkü geçmişten günümüze kurup altyapısını geçirdiğimiz ve geliştirdiğimiz yerleşim yerlerinin hiçbiri gelmekte olan ve daha da artarak devam edecek olan doğal afetlere karşı hazırlıklı değil. Tüm yerleşim yerlerimiz yıllık metrekareye düşen yağış miktarına göre alt yapısını yapıyor. Normalinden fazla gelecek yağmur ve sel baskınlarına karşı hiçbir belediyemizin ne planı ne programı ne ufku ne de hazırlığı var. Tek yapılan, şehri birinci dereceden yönetenler, meteorolojiden aldıkları hava raporları doğrultusunda "Şiddetli yağacak yağmur sonucunda meydana gelebilecek sel baskınlarına karşı dikkatli olmaları ve tedbir almaları için" basın aracılığıyla vatandaşları uyarmaktan ibarettir. Merak ettiğim, gelmekte olan şiddetli yağış, sel baskınlarına neden olacaksa evi çukur veya dere yatağında olan, iş yeri alt geçidin içinde olan vatandaş ne tür bir tedbir alabilir? Evini, barkını, iş yerini, malını, mülkünü sırtına alıp yüksek yerlere çıkacak değil ya… Böylesi durumlarda tek yapabileceği, imkanı varsa eşyalarını evin daha yukarısına taşımak olur. Çoğu kimsenin de böyle bir seçeneği yok. Sonuç olarak gelen sel, normal yollardan akıp gidemiyorsa nereden bir çıkış yolu bulursa o tarafa yöneliyor ve orasını dolduruyor. Geçmişten günümüze belediyelerin atık su ve sel baskınlarına karşı yerin altından geçirdiği tahliye boruları iflas ediyor. Normalinden fazla gelen su, boruyu patlatmasıyla birlikte evlerin bodrum katlarına yöneliyor.  

Evini su basan ve canını güç bela kurtaran vatandaş "Evimin/iş yerimin şu haline bakın, belediyeyi aradık daha gelmedi" ya da "geç geldi" serzenişinde bulunuyor. Böylesi afet durumlarında belediye hangi eve, ne yapabilir? Su baskınına maruz kalan yer o kadar çok ki… Belediye, sel baskınına uğrayan yerleri boşaltmaya kalksa çektiği suyu nereye tahliye edecek? Çünkü her yer suyla birikmiş vaziyette.

Hasılı bundan sonra bizim ve dünyanın ne kadar ömrü kalmışsa küresel ısınmanın bir sonucu olarak başta sel baskınları olmak üzere doğal afetleri yaşayacağız. Yaşarken de görünen köy kılavuz istemez, biz tüm bu afetleri seyredeceğiz. Yıkım götürdüğünü götürecek, ayakta kalan sağlar bizim olacak. Böyle böyle dünyanın sonunu getireceğiz.

Kimin eseri bu tablo? Biz bunları hak ettik mi? Maalesef hak ettik, hem de çoktan. Çünkü kurduğumuz şehirler hepsi bizim elimizden geçti. Başımıza gelen ve geleceklerin hepsi de bu cuma hutbesinin konusunda geçtiği gibi bizim eserimizdir. Yani kendi yapıp ettiklerimizin, doğa ile savaşımızın, doğayı hoyratça kullanmamızın bir sonucudur. Maalesef geriye dönüş de yok. Çünkü neresinden tutarsak elimizde kalıyor.  Daha biz yirmi yıl önce yaşadığımız büyük Marmara depreminden ders çıkartıp tedbir almış değiliz. 

Ne diyelim? Rabbim akıbetimizi hayır eylesin!

***20/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.







Hz Osman ve Akrabalarıyla İlişkisi ***

Hz Osman'ı bilirsiniz. Ailesi şiddetle karşı koymasına rağmen Müslüman olan ilk on kişiden biridir. Ticaretle geçimini sağlayan zengin bir Müslüman’dır. Zenginliği mal biriktirme, servet üzerine servet koyma değildir. Cömertliğiyle ün salmıştır. Fakiri, fukarayı görüp gözeten, İslam yoluna servetini bağışlayan ve verirken eli titremeyen, verdikçe malı bereketlenen bir sahabidir.

Adı anıldığı zaman haya akla gelir. Çünkü ahlaki özelliğiyle nam salmış ve onun ahlakı haya sahibi olmasında temeyyüz etmiştir. Kimseye nasip olmayacak şekilde peygamberimizin iki kızıyla -biri vefat edince diğeriyle- evlenmiş ve kendisine iki nur sahibi anlamında "Zinnureyn" denmiştir.

Kur'an'ı Kerim bilgisi, onu çok okuması değerine değer katan diğer özelliklerindendir. Hz Ömer'in şehit edilmesiyle birlikte istişare ile üçüncü halifemiz olmuş olan Hz Osman, Hz Ebubekir zamanında kitap haline getirilen Kur'an'ı Kerim'i Kureyş lehçesine göre çoğalttırarak diğer İslam beldelerine göndermiştir. Ömrünü Kur'an'a adayan Hz Osman'ın en büyük hizmetlerinden birisi de Kur'an'ı istinsah ettirmesidir.

Yazımın bundan sonraki kısmında Hz Osman’ın halifelik dönemine yani devlet yönetme siyasetine değinmeye çalışacağım. Niyetim bir dönemi eleştirmek değil, günümüze ışık tutması için bir durum tespitidir. Çünkü Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy,
"Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? der, “Kıssadan Hisse” isimli şiirinde.

12 yıl devlet başkanlığı yapan Hz Osman’ın ikinci altı yılından sonra huzursuzluklar baş göstermeye başlar. Bu dönem İslam tarihi için çalkantılı dönemlerin başlangıcıdır. Muhaliflerinin Hz Osman ile ilgili tenkitlerinin başında,
*“Hz. Osman’ın önemli devlet görevlerine akrabalarını tayin etmesi,
*Hz. Osman, muhtemelen idarede birlik ve beraberliği daha kolay sağlama arzusuyla (Seyyid Süleyman Nedvî, s. 57; İA, IX, 429) önemli valiliklere ve devlet kâtipliği görevine yakın akrabalarını tayin etmesi,
*Muâviye b. Ebû Süfyân’ı Suriye genel valisi yapmış; Humus, Kınnesrîn ve Filistin vilâyetlerini de ona bağlayarak yetkilerini genişletmesi,
*Kûfe valiliğine önce anne bir kardeşi Velîd b. Ukbe b. Ebû Muayt’ı, ardından yine akrabalarından Saîd b. Âs’ı getirmesi,
*Mısır valiliğine Amr b. Âs’ın yerine sütkardeşi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’i, Basra valiliğine Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin yerine dayısının oğlu Abdullah b. Âmir’i tayin etmesi, *Amcasının oğlu Mervân b. Hakem’i de devlet kâtipliğine getirmesi,
*Bu tayinler neticesinde devletin bütün idarî kademeleri bazılarının liyakati tartışılan Ümeyyeoğulları’nın eline geçmiş olması,
*Hz. Ali ve diğer ileri gelen sahâbîlerin de eleştirdiği bu uygulama, halifenin valilere karşı beklenen sertlikte davranmaması ve onlara önemli mal bağışlarında bulunması sebebiyle şikâyetleri daha da yoğunlaştırması.” (TDV, İslam Ansiklopedisi, Osman) gelmektedir.
Tüm bu ve benzerlerinin sonucunda maalesef Hz Osman, isyancılar tarafından evinde şehit edilmiştir. Hz Osman’ın şahadetiyle mesele kapanmamış, Müslümanlar arasında daha sonra cereyan eden Cemel ve Sıffın savaşlarının da tetikleyicisi olmuştur. Bugün bile hala yaralar kapanmamıştır.

Bu dönemde cereyan eden huzursuzlukların başka sebep ve nedenleri olsa da Ümeyyeoğlullarının Hz Osman’ın akrabayı görüp gözetme iyi niyetini ve Hz Osman’ın yumuşak başlılığını kötüye kullandığı ve Hz Osman’ın da bu duruma sessiz kaldığı görülecektir. Akif’in dediği gibi bir tekerrürden ibaret olan tarihten ibret alalım, kamuya alımlarda ehliyet ve liyakati esas alalım, adalet duygusunu zedelemeyelim, yoğurdu üfleyerek yiyelim, derim.

***24/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.