24 Temmuz 2019 Çarşamba

İHL'leri Doğal Akışına Bırakmalı! ***


Milli Eğitim Bakanlığına bağlı, milli ve manevi değerleri önceleyen bir okul türü olmasına rağmen kuruluşundan bu yana tartışmalardan uzak kalamamış bir okul türümüz var. Diğer okul türleri gibi her türlü denetime sahip olmasına rağmen siyasi iktidarların eli ve gözü hep bu okullarda olmuştur. İmam Hatip Liselerinden bahsediyorum.

Kuruluşundan son 8-10 yıla gelinceye kadar siyasi iktidarlar tarafından genellikle ötekileştirilmiş, dışlanmış, sakıncalı olarak görülmüş, başarılı olması pek istenmemiş, hatta katsayı kararıyla mezunlarının önü kesilmeye çalışılmış bu okullar, en hafifinden görmezden gelinmiş, üvey evlat muamelesi görmüştür.

Son yıllarda bu okullara bakış açısı önceki yıllara oranla değişmiş, üvey evlatlıktan öz evlatlığa yükselmiş, çok sayıda okullar açılmak suretiyle öğrencilerin bu okulları tercih etmesi teşvik edilmiş, bu okulların başarılı olması için bazı okullar proje okul kapsamına alınarak bünyesinde Fen ve Sosyal Bilimler bölümleri uygulamaya konmuş durumda.

Bu okulları tercih edip etmeme durumuna gelince, bir kesim var ki servet vaat etsen çocuğunu bu okullara göndermez. Diğer bir kesime göre çocuklar mutlaka bu okullarda okumalı; dinini, diyanetini bu okullarda öğrenmeli. Bir kesim daha var ki sosyal medyada çok etkin. Çocuğunu bu okullara yazdırmayanları ve başarılı çocuklarını bu okullara göndermeyenleri neredeyse yerden yere vuruyor, mahalle baskısı uyguluyor. İster İHL sevdalısı ister İHL karşıtı olsun hiç kimse çocuğun meyil, yetenek ve hedefinin hangi yönde olduğuna bakmıyor.

Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım İHL okullarının durumu aynen bu şekil. Birçok konuda olduğumuz gibi bu konuda da toplum olarak ifrat ve tefrit durumunu yaşıyoruz.

İHL'lere aşırı nefret beslemeyi ve aşırı sevgi göstermeyi birbirinden beslenen aşırılık olarak görüyorum. Bu tavrın bu toplumun bir ihtiyacı olan İHL'lere zarar verdiğini düşünüyorum. Bu iki zihniyetin çarpışması İHL'leri hep tartışılır durumda tutacaktır. Bu da ister istemez bu okulları siyasi iktidarların etki alanına sokacaktır. Biri göklere çıkarırken diğeri tırpanlama yoluna gidecektir. Bu okullar siyasi iktidarların ne arka bahçesi olmalı ne de düşman gördüğü bir yer olmalı. Bu okullar ne öz okul ne de üvey okul muamelesine tabi tutulsun. Çünkü özlük ve üveylik her daim etki ve tepki meselesini doğurmaktadır. Kimin ne emeli varsa bu okulların üzerinden elini çekmelidir. Birbirimizle kavga edeceksek bunu İHL’ler üzerinden yapmayalım. Unutmayalım ki aşırı nefret ve aşırı sevgi, aynı yerden beslenen ikiz kardeşler gibidir. İkisi de -istemeyerek- aynı amaca hizmet eder.

Bu okullara iyilik yapmak istiyorsak en iyisi bu okulları tıpkı diğer okullar gibi kendi doğal akışına bırakmaktır. Başarı çıtasını yükseltmek için bu okullar hem kendi içinde hem de diğer okullar arasında yarışma yoluna gitmelidir. Başarı çıtasını yükselten okullara -hiç reklama ihtiyaçları olmadan- kendiliğinden öğrenci akışı gelecektir. Bizim bu durumda yapacağımız en iyi şey, çocuklarımıza rehberlik yapmaktır.

***01/08/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.


Kıstasımız Bireysel Başarı mı Yoksa Kolektif Başarı mı?*

Önce LGS, ardından YKS sonuçları açıklandı. Gözler ve kulaklar birinci nereden/kim üzerine yoğunlaşıyor. Okullar ilk yüzde kaç öğrencimiz var, buna bakıyor. Kurs ya da etüt merkezleri, derece yapan bir veya iki öğrencileri varsa afiş bastırıp reklamını yapıyor. Sosyal medya ise herkesin başarı hikayesinin ve derecesinin sergilendiği yer.

Okul, etüt, kurs neresi olursa her birinin önceliği birinci çıkarmak; olmuyorsa ilk yüz, olmuyorsa ilk bin, olmuyorsa ilk on bin hedefleri arasında. 

Derece yapanların ve derece çıkaranların sevinmek hakları. Elbette sevinecekler. Zira bunun sevinç ve mutluluğu başka. Verilen emeklerin karşılığının alınması ayrı bir duygu olsa gerek. Hele YKS'de ilk yüze girmenin devlet nezdinde de ayrı bir yeri var. Devlet öğrencinin maddi durumuna bakmaksızın bu başarıyı üç katı burs ile ödüllendiriyor. Haklarıdır. Analarının ak sütü gibi helaldir. Güle güle harcasınlar.

Buraya kadar bireysel başarıdan ve sonuçlarından bahsettim. Bundan sonra biraz da kolektif başarıdan bahsetmek istiyorum. Birinci çıkartan veya derece yaptıran okullar, etüt ve kurs merkezleri kolektif başarıda neredeler? Toplam sınava giren öğrencilerin puan ortalaması nasıl? Bireysel başarıyı takdir etmekle beraber bence esas başarı takım oyunu, yani puan ortalamasıdır. Kurumların başarısı bireysel başarıdan ziyade kolektif başarı ile ölçülmelidir. Ki olması gereken de budur. Her birimizin kıstas olarak toplu başarıyı önemsememiz gerekiyor. Çünkü böylesi başarıda mutlu olanların sayısı çok kişidir. Böyle kurumlarda kurum kültürü de çabuk yerleşir. Başarı çıtasını yükseltmek için böylesi yerlerde öğrenciler kendi aralarında tatlı bir rekabete bile girebilirler.

Kurumlar sadece derece yapan öğrencilerin başarısını paylaşmak yerine aynı zamanda puan ortalamalarını da paylaşmalıdır. Kurumların reklamı böyle yapılmalıdır. Veli ve öğrenci, kayıt olmak için bir okula/etüt veya kurs merkezine gittikleri zaman o kurumun kaç tıp, kaç mühendisliği kazandığı sorusunu sormaktansa okulunuzun puan ortalaması kaç diye de sormalıdırlar. Derece yapmada öğrencinin bireysel yönü etkili iken kolektif başarıda kurum etkilidir. Yine bir kurum, bir yıl birinci veya derece yapan çocuk çıkartabiliyorken aynı başarı diğer yıllarda tekrarlanmayabiliyor. Ama puan ortalamasının yüksekliği her yıl tekrarlanabilir. Bu da okulu marka değer yapar.

Sahi siz çocuğunuzu bireysel başarılara imza atan okullara mı yazdırmak istersiniz yoksa kolektif başarıyı yakalayan okullara mı? Bence toplu başarı tercih nedeni olmalıdır.

*27/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yine Konya Düğünleri ***

Yazdığım bir konuda kolay kolay yazmamaya özen gösteririm. Ama bazı konular vardır ki sezonu geldiğinde yazmak zorunda hissederim kendimi. Bunlardan biri de Konya düğünleri. Çok defa yazdım bu konuda. Temcit pilavı gibi farklı cümlelerle tekrarlarım yine de. Benim bu durumum, senede iki defa olduğundan unutulmuştur diye bayram namazlarını kılmadan önce imamların namazın kılınışını anlatması gibidir. Ömrüm kifayet edip yazmaya devam ettikçe, Konya inadım inat dedikçe Konya düğünlerine değinmeye devam edeceğim. Ne zamana kadar? Ne zaman Konyalılar pes der, o zamana kadar… ya da beni el üstünde musallaya taşıyıncaya kadar.

Ne varmış Konya düğünlerinde demeyin. Adı tatlı telaşe olan düğünlerimizin sorunu çok. Yemeği sorun, konvoyu sorun, hediyesi sorun… Düğün sahiplerinin her şey olacak diye gırtlağına kadar borçlandıklarını saymıyorum. Bu yazımda düğün yemeği âdetimiz ile çoğumuzun götürdüğü hediyelere değineceğim.

Yoğurt çorbası, etli pilav, bamya, zerde, helvadan ibaret Konya düğün yemeğimiz tadı damakta kalacak kadar enfes yemeklerdir. Çoğu ilimiz bu kadar çeşit yemek ve lezzetten mahrumdur. Yiyenin bir daha yiyesi gelir. Sofrada pilav ve bamyanın tekraren istenmesinin ve göz doyuncaya kadar yenmesinin bir nedeni de bu olsa gerek. Amma velakin bir kötü huyumuz var. Bugünden yarına terk edeceğe benzemiyoruz. Tüm bu yemekleri en az on kişinin oturduğu bir sofrada aynı kaptan yemek. Yani aynı kaba ortak kaşık sallamak. Biz bize yiyorsak problem değil de Konya dışından gelenler kazara yanımıza oturmuşsa "Aman Allah'ım! Bunlar ne yapıyorlar böyle? Günlerce aç kalmış gibi saldırıyorlar" diye bize baka kalıyorlar. Biz yiyoruz, onlar bakıyor ya da pilavın ucundan ucundan alarak yer gibi yapıyorlar. Arkamızda sırada bekleyenler de işin cabası. Bir yönümüz daha var. Midemize düşmanmışız gibi tıka basa yedikten sonra, başına "Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz" ayetini okuyarak yemek duası yapıyoruz. Bereket israf yapmıyoruz. Çözüm, kapları ayırmaktır. Ya alakart usulü yemeğe geçeceğiz ya da tabldot usulü yemeğe. Bunun başka yolu yok. Efendim, alakart pahalıya gelirmiş, o kadar misafire alakart olmazmış. Bütçemizin el verdiği, salonun masa sayısı kadar 200-300 kadar bir davetliye yemek versek ne olur? Amacımız, eş-dostu bu vesileyle ağırlayıp sünnet olan velime yemeği ikram ederek düğünümüze şahit kılmak mı ya da bu vesileyle dığdığının dığdığının dığdığını doyurmak mı? Kalabalık düğün yemeklerinde yemeğini yiyenin çekip gittiği düğünler pek düğüne de benzemiyor. Az sayıda kişiye alakart usulü verilen yemeklerde konuklar masalarda oturduğu ve ayakta bekleyen kimse olmadığı için düğün, düğüne benziyor. Davetliler hem servisi bekliyor, hem sindire sindire yiyor, hem müzik dinliyor, hem yanındakilerle sohbet ediyor. Menüsü genel de yoğurt ya da bamya çorbası, bir dilim börek, etli pilav, tatlı. Üzerine soda içmeyecek kadar doyulmaktadır.

Çevrem kalabalık, herkesi gönülleyeyim diye davet edilen dıdısının dıdısı ne hediye getiriyor? Bunlar düğün sahibini gönüllüyor mu? Getire getire zücaciye yani mutfak eşyası getiriyor. Düğün sahibinin derdini çözmekten uzak bu âdetimize pes diyorum. Adam zaten başta mutfak eşyası olmak üzere her türlü ihtiyacını iğneden ipliğe düğünden önce almış. Ne yapacak bu gelen mutfak eşyasını? Ancak zücaciye dükkanı açabilir. 

Düğünlerde gelen bu tür gelen hediyeyi küçümsemiyorum, bu tür hediye getirenleri ayıplamıyorum. Nasıl kökleşmiş ve vazgeçemediğimiz bir âdet ki sadra şifa olmayan bir âdet. Halbuki adamın tek derdi var: para para para...  İnanın birbirimize yaptığımız bu kötülüğü Çorumlu yapmaz. Allah biz Konyalıların hayrını versin. 

Not: Yakın ve orta uzaklıkta evlendireceğim çocuğum yoktur. Derdim Konyalı'nın derdini dillendirmek. Başka bir amacım yok. Maksadımı aşmış ve sürçü lisan etmiş isem affola!

***27/07/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.