7 Temmuz 2019 Pazar

Yaz Kur'an Kursları*

Sanal alemde dolaşımda olan "BİR İMAMIN FERYADI!" başlıklı bir yazı okudum. Yaşadığını kağıda dökmüş. Dertli mi dertli hocamız. Derdi, Kur'an-ı Kerim öğrenmek için yaz kursuna gelen öğrencilerin isteksizliği. 8 yıldır camide, dernekte, ve vakıfta yaz kurslarında görev aldığını, Kur'an kursunu sevdirmek için hediye, gezi, yüzme, luna park vb. her yolu denediğini ama çocuklara bir türlü Tahiyyatı ve Fil süresinden aşağısını ezberletemediğini, namaz kıldıramadığı gibi caminin bahçesindeki ağaçlara çocukların zarar vermesinin önüne geçemediğini, geçen yıl Kur'an-ı Kerim'e geçen bazı çocukların üç hafta geçmesine rağmen hala Kur'an’a geçemediğini içinden geldiği gibi anlatmış.

"Teknoloji çağında tabletle büyüyen zamane" çocuklarının niçin böyle olduğunun nedenini de ailelere bağlıyor. Çocuğuyla ilgilenen, ders takibini yapan ve evde güzel terbiye veren ailelerin çocukları, Kur'an-ı Kerim'e çabucak geçtikleri gibi ilerleyen zamanda hafız bile olduklarını, bunun tersi ailelerin çocuklarında ise bir mesafe kat edemediğini söylüyor.

İmamın serzenişini kısaca özetlemeye çalıştım. İmamın anlattığından benim çıkardığım, aile çocuğunu bir güzel eğitecek, sonra kursa gönderecek… İmamın bu anlattığı lokal bir durum değil, hemen hemen bu görevi ifa etmeye çalışan diğer din görevlilerinin ortak derdi bu anlatılanlar. Maalesef ister cami, ister vakıf-dernek ister kurs bünyesinde açılan bu tür yaz kurslarının durumu nice yıllardır hep böyle. Eskiye oranla farklı yol ve yöntemler izlenmesine rağmen mevcut durum değişmediğine göre bundan sonraki yıllarda da aynı durum tekrarlanacak demektir.

Yaz kurslarının işler ve işlevini tam yerine getirmesinin başka yolu yok mu? Bunun için ne yapılabilir? Bu çocuklara Kur'an sevgisi nasıl verilir? Bu konuda öyle zannediyorum bu işin uzmanlarının söylediği/söyleyeceği tespitler vardır. İşin uzmanı değilim ama izin verirseniz ben bu konuda düşüncelerimi aktaracağım. Çıkarımı da siz yapın.

Yaptığımız işte bizi başarıya götürecek olan çocuğun seviyesine inebilmek, onun dilini anlamak ve zamanlamayı iyi tespit etmektir. Bugün çoğu din görevlisinin çocuğun seviyesine inebildiğini düşünmüyorum. Bir diğer husus 9-10 ay süren yorucu bir okul hayatından sonra kafasını dinlendirecek olan çocuğun, yaz döneminde kursa gönderilmesi pedagojik mi? Bu çocuğun dinlenmeye, gezmeye, dolaşmaya, oynamaya zamanı olmayacak mı? Unutmayalım ki dolu beyin yeni bilgi almaz. Nasıl ki tok çocuğa dünyanın en güzel yemeğini yediremiyorsak, susamayan çocuğa su içiremiyorsak dolu beyini de yazın kursta memnun edemeyiz. Biz de memnun kalmayız. Çocuk hem isteyip hem de ihtiyaç hissedecek. İhtiyaç hisseden er veya geç öğrenir. Bence bu zamanlamayı iyi hesaba katmak lazım. Zira bu vücut bu sıkleti çekmez. Ortaya koymaya çalıştığım tespitlerin her biri ayrı bir yazı konusu. Açılması lazım. Yine de burada kısa kısa değinmeye devam edeceğim. Bir diğer konu Kur'an eğitimi illaki yaz dönemlerinde cami, kurs vb. yerlerde mi verilmeli? Pekala bu, eğitim yılı içine yayılarak eğitim ve öğretim yılında okullarda verilemez mi? Ayrıca din eğitimi denince niçin ilk önce orijinalinden Kur'an okumak/okutmak aklımıza geliyor? Önce elif, be, te, se vb. Arap harflerini öğrenerek mi başlamalıyız? Çocuk ilk önce "derake, derace" yi mi öğrenmeli? Ki bunu da öğretemiyoruz. Kur'an'ın okuyuşunu bilmek tek başına yeterli midir? Bu konuda çocuğun başka bilgi ve eğitime ihtiyacı yok mu? Küçük yaştaki çocuklara Kur'an'ı öğretmeye başlamadan önce bu kurslarda onlara ilk önce okul sıralarını karalamamayı, yalan söylememeyi, kötü söz söylememeyi, sınavlarda kopya çekmemeyi, kavga etmemeyi, hakkımız olmayan bir şeyi almamayı; paylaşmayı, nazik ve kibar konuşmayı, sorumluluk vs almayı öğretsek daha iyi olmaz mı? Verdiğim bu örnekler, din eğitiminin içine girmez mi? 

Demem odur ki çocuğun ilk önce vücudu Müslüman olsun. Küçük yaştan itibaren yavaş yavaş ahlakla mücehhez olsun. İnanın bu kazanımları verdikten sonra çocuk Kur'an öğrenmeye, namaz sürelerini ezberlemeye yönelecektir. Zaten bugün okulların, ailelerin, toplumun ve devletin en büyük sorunu ahlaki dejenerasyon değil mi? Gelin ilk önce zihin ve bedeni Müslüman yapalım, arkası gelir. 

Hangisi daha öncelikli, salt Kur'an öğretimi mi yoksa ahlak mı? İkisi birden dediğinizi duyar gibiyim. İkisi birden olursa aliyyülala olur. Olmuyorsa önceliğimiz ahlak eğitimi olmalı diye düşünüyorum.

*12/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Kim Benimle Kurban Kesmek İster?

Ne zaman kurban bayramı yaklaşsa içim cız eder. Kurbanın parasından değil içimin cız etmesi. Pahalı, ucuz kesiyorum. Gücüm yettiğince kestim, Allah izin verdikçe kesmeye devam edeceğim.

Benim derdim kurbanlık seçmeyi ve kurbanı kesmeyi beceremediğimden. Bu da dert mi? Aynı dertten biz de muzdaribiz dediğinizi duyar gibiyim. Tamam, burada aynıyız. Benim derdim ortak bulmada. Kendi başıma kesemeyince ister istemez büyükbaş kurbanlığa giriyorum. Giriyorum, gireceğim ama pek ortak bulamıyorum. Çünkü kiminle kurban ortağı olsam ertesi kurban, benimle ortaklığa yanaşmıyor. Bu, bir değil, üç değil, beş değil; mütemadiyen böyle. Beni tecrübe eden ya küçükbaşa yöneliyor ya kurban kesmeyip bedelini yurtdışına gönderiyor ya benim ne yapacağım belli olmaz deyip ipe un seriyor ya bana duyurmadan ortağı yediye tamamlıyor ya da kurbanlık küçük deyip sayıyı tamamlamadan eksiğiyle kesiyor. Bu durum niye böyle, anlamadım gitti. Gayri bugüne kadar ne kadar kurban ortağım varsa hepsi beni biliyor. Bu yüzden uzak duruyor. Bir ben, insanlar benden niçin kaçıyor, bilmiyorum. Bir tanesi çıkıp şundan dolayı seninle kesmem demiyor. Anlaşılan herkesin bildiği ama benim bilemediğim bu sır, önceki kurban ortaklarımla öbür dünyaya gidecek.

Kurban konusunda çok mu kötüyüm? Bana göre ben, mükemmel biriyim. Üstelik önceki yıllara göre epey tecrübe kazandım, kendimi geliştirdim. İlk zamanlar kurban kesmeye bayramlık elbisem takım elbiseyle gider, kenarda ayakta beklerdim. Bunu bırakalı çok oldu. Payıma düşen kurban bedelini herkesten önce tırak veriyorum. Eski elbiselerimi giyiyorum. Evden kap kacağımı alıyorum. Bıçak, satır ne ise götürüyorum. Herkesle birlikte hatta bazen herkesten önce kurban kesim yerinde oluyorum. 
Hayvanı yatırmayı beceremem. Ortaklarımın becerisiyle hayvan yatırılıp kesildikten sonra kah elime bıçağı alıyor, yüzmeye başlıyorum kah deri yüzmeye başlayan biri için hayvanın ayağını tutuyorum. 
Hayvanın karın ve sakatat işinden de anlamam. Neresi yenir, neresi yenmez onu da bilmem. Bilmem diye kenarda durmuyorum elbet. Kesip parçaladıkları butu alıp leğene koyuyor, bıçağı elime alıp kemiğinden ayırmaya başlıyorum. Paylaşacak şekilde parça parça ediyorum. Yeri geldi mi elime balta veya satırı alıp kemik kırmaya kalkıyorum. Hatta kimsenin yüzüne bakmadığı kelleyi bile yüzüp parçalıyorum. 

Gördüğünüz gibi bal yapmaz arı gibi olsam da boş durmuyorum. Nedense orta yere bir ürün koyamasam da hummalı bir şekilde çalışıyorum. Tüm bu mükemmelliğim içinde benimle beraber durmayan bir yönüm daha var. Ortakların hepsi sıcağın altında ecel terleri döküp buram buram terlerken benim dilim de durmuyor. Durmadan konuşuyor. Milletin eli çalışırken ben daha fazla efor sarf ediyorum konuşarak. Durumum bu iken beni tecrübe eden herkes niçin kaçıyor anlamış değilim. Acaba konuşmam mı sorun? (Hele şükür!) Bu adam konuşarak kurbanın bereketini kaçırıyor diye mi düşünüyorlar acaba? Bizim gibi ortak kurban kesenlerden sonraya kalmamız da bir ayrı sorun tabi. Acaba diyorum bir daha kurban ortağı bulur da benimle kesmeye kalkan olursa konuşmasam mı diyorum. Denemeye değer diyeceğim ama ben konuşmadan duramam ki...
Şimdi siz bana "Kesim yerlerinde kes-parçala ve sıyırma yapıyorlar. Biz böyle yapıyoruz, sen de böyle bir yeri dene" diyeceksiniz. Denemez olur muyum hem de kaç yıl böyle yaptık. Kesim yerinde beklerken ağaç olduk hepsinde. Bir defasında sıyrıldıktan sonra gidelim dedim. Bu sefer de budun biri iç edilmiş.
Gördüğünüz gibi derdim büyük. Hem de çok büyük. Bu durumda siz olsanız benimle kurban ortağı olur musunuz? Neyse içiniz rahat olsun, bu sefer de yolda kalmadım, girdim bir yere. Kurban bayramınız mübarek olsun. 

5 Temmuz 2019 Cuma

Neler İstedim Bu Dünyada Neler!

İyi olmadan iyi görünerek bu dünyada neler olmak istedim neler! Hep hayalimdi bir makam ve mevkiye gelmek. Koltukla beraber zenginlik de gelecekti elbet. Makam ile zenginlik birleşince şöhret olacaktım. Kameralar karşımda flaşlar patlatacaktı. Basın ordusu nereye gidersem beni takip edecekti.

Hiçbiri gerçekleşmedi. Küçücük hayal dünyamda büyük yer kapladı. Tüm çabaya rağmen olmayacak deyip atamıyorum da. Hasılı vücudumda bir yük olarak duruyor. Kendi kendime hayal kurma, senin olacağın bu kadar desem de nefsim bir türlü beni bana bırakmıyor. Meşhur olmak senin de hakkın dedi durdu bana.

Bir an için bir şey olamasam da kanunla korunan şöhret sahibi kişilere herkesin gözü önünde benim gibi meşhur olmak isteyip de bir türlü olamayan, sonunda padişahın yüzüne tükürdükten sonra meşhur olan adam gibi tükürmek geçti içimden. Sonrasında başıma gelecekleri aklıma bile getirmek istemedim. Meşhur olma uğruna bu yaştan sonra hapsi çekemezdim. Hapse razı olsam bile devletin birliğini temsil edenin elinden çekeceğim vardı. Haddini bil, sen de kim oluyorsun şeklinde demediğini bırakmazdı. Yine bu yaştan sonra kimsenin lafını çekemezdim.

Tosuncuk gibi olayım, milleti çarpıp köşeyi döndükten sonra terki diyar edeyim, günümü gün yapayım dedim. Buradan da ekmek çıkmaz bana. Çünkü hem devlet hem de millet gözünü açtı. Haydi hepsinden geçtim. Beceremem ki dolandırmayı. Dürüstlüğümden değil, beceriksizliğimden kendi kendimi ele verirdim. 

İyi de ben bir türlü bir baş olamayacak mıydım? Olacaksam bir şeyin en başı olmalıydım. Görünürde cumhurun başı var. O koltuğun taliplisi çok. Zaten mevcut da bir türlü bırakacağa benzemiyor. Her şeyi göze alıp karşısına geçsem bana ilk günden "Acemi çaylak! Senin devlet tecrüben var mı" diyecek, kendi olduklarını ve yaptıklarını sayacaktı arka arkaya.

Baş baş derken aklıma terörist başı Öcalan geldi. Madem iyilerin başı iyi biri olamadım. Devlete ve millete kök söktüren bir eşkiya olmak geçti. Neden olmasın? Alıp başımı gidecek, dağları mesken edinecektim. Emrimdekilere hep vur, kır, öldür, yak emri verecektim. Beka Vadisinden durmadan emirler yağdıracaktım. 40 bin kişinin katili olacaktım. Her şehit cenazesi geldikçe millet bana lanet okuyacaktı. Ama olsun. Amaç meşhur olmak, adımı duyurmak değil mi? Olsun o kadar... Sonra? Kaç kaç nereye kadar? Ülkeme geri dönsem millet beni çiğ çiğ yerdi. Birkaç ülke gezdikten, hepsinden istemeyiz cevabı aldıktan sonra paketlenmiş bir şekilde devletin şefkat eline kendimi teslim edecektim. Hem bu vesileyle ilk defa uçağa da binmiş olacaktım. İşin ciddiyeti anlaşılsın diye ağzıma, gözüme sarılan bant çıkarılırken biraz acıtacaktı ama bence değer. O kadar da olsun. Uzun bir yargılama sürecinden sonra atacaktım kendimi dört tarafı denize nazır bir adaya. Emekliliğimin pardon yaptıklarımın karşılığını orada çekecektim. Tabi çekme denirse buna. Yeme, içme, barınma işlerine bir kuruş vermeden dünyada iken cenneti yaşayacaktım. Doktor emrimde, avukatlarım var. Yok yok... Ara ara mektup yazar, avukatlarım aracılığıyla örgütüme mesaj da verirdim. Devlet de kulak kesilirdi bana. Orada tek pişmanlığım keşke uzun yıllar dağda, bayırda kaçak göçek yaşayacağıma daha önce bu İmralı'ya niye gelip buradan yönetmedim örgütümü olurdu.

Ben bunları bir baş olma uğruna yapacaktım ama sonu tatlı olacak diye dağ, taş ve inlerde yaşamak hem zor hem de raconuma ters gelir benim. Yok mu bunun daha kolayı ve şehirde olanı derken aklıma dağ eşkiyasının ruh ikizi geldi. Şehir versiyonu bana daha uygundu. Küçük bir dünya kurar, o kurduğum dünyaya dini, diyaneti, eğitim ve öğretim işlerini sığdırırdım önce. Buralarda başarılı olunca sevenlerim basın, iş, bürokrasi gibi her alanda oynardı. Tüm bunları bir ceketimle yapardım bu dünyada. Ardından 170 ülkeye namım giderdi. Herkes bana Hocaefendi der, saygıyla eğilirdi. Hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi hasta görünümlü bir şekilde devletin her yerinde kadrolaşarak başarımı gösterince, Türkiye dar gelirdi bana. Sonra burada kalmak bir risk olurdu. Çünkü sevenim kadar sevmeyenim de çoktu. Hem aynı hizmete hizmet eden dağdaki kardeşim de gelmişti İmralı'ya. Bir yerde iki güneş olmazdı. Onca yaptıklarıma karşılık bir terfi almalıydım. Burası da olsa olsa okyanus ötesi olabilirdi. Hem orası benim ana vatanımdı. Korunaklıydı üstelik. 

Gördüğünüz gibi küçücük hayal dünyam çok geniş. Bana imkan verseler, birileri elimden tutsa ve bana inanıp ardımdan gelecek bir kişi olsa meşhur olma uğruna neler yapmazdım neler ve ben bugün nerelerde olurdum. Yukarıda anlattıklarımın hangisini yapsam tükürmenin dışında hep ihya olacaktım. Ah kafam ah!