Ana içeriğe atla

Neler İstedim Bu Dünyada Neler!

İyi olmadan iyi görünerek bu dünyada neler olmak istedim neler! Hep hayalimdi bir makam ve mevkiye gelmek. Koltukla beraber zenginlik de gelecekti elbet. Makam ile zenginlik birleşince şöhret olacaktım. Kameralar karşımda flaşlar patlatacaktı. Basın ordusu nereye gidersem beni takip edecekti.

Hiçbiri gerçekleşmedi. Küçücük hayal dünyamda büyük yer kapladı. Tüm çabaya rağmen olmayacak deyip atamıyorum da. Hasılı vücudumda bir yük olarak duruyor. Kendi kendime hayal kurma, senin olacağın bu kadar desem de nefsim bir türlü beni bana bırakmıyor. Meşhur olmak senin de hakkın dedi durdu bana.

Bir an için bir şey olamasam da kanunla korunan şöhret sahibi kişilere herkesin gözü önünde benim gibi meşhur olmak isteyip de bir türlü olamayan, sonunda padişahın yüzüne tükürdükten sonra meşhur olan adam gibi tükürmek geçti içimden. Sonrasında başıma gelecekleri aklıma bile getirmek istemedim. Meşhur olma uğruna bu yaştan sonra hapsi çekemezdim. Hapse razı olsam bile devletin birliğini temsil edenin elinden çekeceğim vardı. Haddini bil, sen de kim oluyorsun şeklinde demediğini bırakmazdı. Yine bu yaştan sonra kimsenin lafını çekemezdim.

Tosuncuk gibi olayım, milleti çarpıp köşeyi döndükten sonra terki diyar edeyim, günümü gün yapayım dedim. Buradan da ekmek çıkmaz bana. Çünkü hem devlet hem de millet gözünü açtı. Haydi hepsinden geçtim. Beceremem ki dolandırmayı. Dürüstlüğümden değil, beceriksizliğimden kendi kendimi ele verirdim. 

İyi de ben bir türlü bir baş olamayacak mıydım? Olacaksam bir şeyin en başı olmalıydım. Görünürde cumhurun başı var. O koltuğun taliplisi çok. Zaten mevcut da bir türlü bırakacağa benzemiyor. Her şeyi göze alıp karşısına geçsem bana ilk günden "Acemi çaylak! Senin devlet tecrüben var mı" diyecek, kendi olduklarını ve yaptıklarını sayacaktı arka arkaya.

Baş baş derken aklıma terörist başı Öcalan geldi. Madem iyilerin başı iyi biri olamadım. Devlete ve millete kök söktüren bir eşkiya olmak geçti. Neden olmasın? Alıp başımı gidecek, dağları mesken edinecektim. Emrimdekilere hep vur, kır, öldür, yak emri verecektim. Beka Vadisinden durmadan emirler yağdıracaktım. 40 bin kişinin katili olacaktım. Her şehit cenazesi geldikçe millet bana lanet okuyacaktı. Ama olsun. Amaç meşhur olmak, adımı duyurmak değil mi? Olsun o kadar... Sonra? Kaç kaç nereye kadar? Ülkeme geri dönsem millet beni çiğ çiğ yerdi. Birkaç ülke gezdikten, hepsinden istemeyiz cevabı aldıktan sonra paketlenmiş bir şekilde devletin şefkat eline kendimi teslim edecektim. Hem bu vesileyle ilk defa uçağa da binmiş olacaktım. İşin ciddiyeti anlaşılsın diye ağzıma, gözüme sarılan bant çıkarılırken biraz acıtacaktı ama bence değer. O kadar da olsun. Uzun bir yargılama sürecinden sonra atacaktım kendimi dört tarafı denize nazır bir adaya. Emekliliğimin pardon yaptıklarımın karşılığını orada çekecektim. Tabi çekme denirse buna. Yeme, içme, barınma işlerine bir kuruş vermeden dünyada iken cenneti yaşayacaktım. Doktor emrimde, avukatlarım var. Yok yok... Ara ara mektup yazar, avukatlarım aracılığıyla örgütüme mesaj da verirdim. Devlet de kulak kesilirdi bana. Orada tek pişmanlığım keşke uzun yıllar dağda, bayırda kaçak göçek yaşayacağıma daha önce bu İmralı'ya niye gelip buradan yönetmedim örgütümü olurdu.

Ben bunları bir baş olma uğruna yapacaktım ama sonu tatlı olacak diye dağ, taş ve inlerde yaşamak hem zor hem de raconuma ters gelir benim. Yok mu bunun daha kolayı ve şehirde olanı derken aklıma dağ eşkiyasının ruh ikizi geldi. Şehir versiyonu bana daha uygundu. Küçük bir dünya kurar, o kurduğum dünyaya dini, diyaneti, eğitim ve öğretim işlerini sığdırırdım önce. Buralarda başarılı olunca sevenlerim basın, iş, bürokrasi gibi her alanda oynardı. Tüm bunları bir ceketimle yapardım bu dünyada. Ardından 170 ülkeye namım giderdi. Herkes bana Hocaefendi der, saygıyla eğilirdi. Hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi hasta görünümlü bir şekilde devletin her yerinde kadrolaşarak başarımı gösterince, Türkiye dar gelirdi bana. Sonra burada kalmak bir risk olurdu. Çünkü sevenim kadar sevmeyenim de çoktu. Hem aynı hizmete hizmet eden dağdaki kardeşim de gelmişti İmralı'ya. Bir yerde iki güneş olmazdı. Onca yaptıklarıma karşılık bir terfi almalıydım. Burası da olsa olsa okyanus ötesi olabilirdi. Hem orası benim ana vatanımdı. Korunaklıydı üstelik. 

Gördüğünüz gibi küçücük hayal dünyam çok geniş. Bana imkan verseler, birileri elimden tutsa ve bana inanıp ardımdan gelecek bir kişi olsa meşhur olma uğruna neler yapmazdım neler ve ben bugün nerelerde olurdum. Yukarıda anlattıklarımın hangisini yapsam tükürmenin dışında hep ihya olacaktım. Ah kafam ah! 

Yorumlar

  1. İyi ki de olmamışsın. Hayallerinin peşinden gitmemişsin. Dua edelim inşallah da olamazsın. Gene Allahın sevgili kulu imişsin. Ya bir de olsaydın? Yoksa kedi erişemediği ciğere mındar dermiş. Senin ki de öyle olmasın.(tabi ki şaka)

    YanıtlaSil
  2. Maazallah! Allah hepimizi bu tiplerden olmaktan korusun inşallah.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde