12 Mart 2019 Salı

Bazı Değerlerimizi Kaşımayalım! *

Bir petrol istasyonuna vardığımızda burada sigara içmek, buraya ateşle yaklaşmak yasaktır. Çünkü tehlikelidir. Bir kaçak durumunda benzin veya LPG deposunun patlaması söz konusu. O yüzden bu bölgede sigara içecek, çakmağını çakacak kişi bu mıntıkadan biraz uzaklaşmalıdır. Atın ölümü arpadan olsun diyemez. Bundandır ki istasyona yakıt almak için gelen veya yaklaşan kimse ateş konusunda duyarlıdır. Sorumluluk da bunu gerektirir.

Teşbihimi yerinde görürseniz akaryakıt istasyonundan ülkeye gelmek istiyorum. Çünkü ben ülkeyi de bir istasyona benzetiyorum. Suyundan mıdır, toprağından mıdır bilmiyorum. Bildiğim tek şey, tansiyonu ve gerilimi yüksek bir ülkede yaşıyoruz ve bu ülke yeknesak değildir. Bir mozaikler ülkesi bu ülke. 72 millet insan bu ülkeyi birlikte paylaşıyoruz. Çoğunluk Müslüman olmakla beraber bu ülkede Müslüman ve Müslümanlıktan haz almayan; eline fırsat geçse ezanı, bayrağı, dini ve imanı yasaklayacak, dini simgeyi çağrıştıran her türlü değeri yok etmek için uğraşacak, sayıları az olmayan bir kesim var. Bakmayın siz çoğunun kendisini piyasaya çıkarmadığına.

Milli ve manevi değerlerimize düşman kesimlerin karşısında ezan, bayrak, din ve iman için canını verecek büyük çoğunluk var. Olmalıdır da. Çünkü bunlar bizi biz yapan ortak değerlerimizdir. Çocuk ve gençlerimize bu değerler yerinde ve zamanında verilmelidir.

Ortak değerlerimiz yukarıda saydıklarımdan ibaret değildir. Bizi biz yapan bu değerlerimiz çoktur. Gel gelelim ki bu değerlere düşman olanlar da çoktur. Bu birbirine zıt benzemezleri akaryakıt istasyonuna benzetelim. Bir kıvılcımlık işi var bu istasyonun. Aynı kazana atsan kaynamayacak bu iki kesim, birbirine karşı ateşle barut gibidir. Her ne sebeple olursa olsun karşı karşıya gelmemeli ve getirilmemelidir. Çünkü bu iki kesim, belli değerler üzerinden karşı karşıya getirilirse bir türlü düşmeyen bu ülkenin tansiyonu hipertansiyona fırlar, sağduyu elden gider, kılıçlar çekilir. Böyle durumlarda yükselen tansiyonu düşürmek gerekir. Bu görev de sorumluluk makamında olan insanlara düşer. Özellikle sorumlular yangına körükle gidemezler. Çünkü yangına körükle gitmek tarafları karşı karşıya getirir, ortamı gerer. Bu da uyuyan hücreleri harekete geçirir, yıkıcı fay hatlarını tetikler. Yeter ki istasyonu havaya uçurmak için çakmağı çakan olsun.

Ne zaman bu ülkede seçimler olsa seçim arifesinde maalesef gerilimi yüksek ortamların içinde buluruz kendimizi. Puslu havadır bu. Kurt bu puslu havayı sever. Çünkü koyunu kapması gerekir. Siyasilerimiz için de puslu hava, arayıp da bulamadıkları bir ortamdır. Çünkü bu hava seçmenini tetikler, safları karşılıklı kutuplaştırır.

Merak ediyorum, birkaç puan için toplumu karşı karşıya getirmeye, birini diğeriyle korkutmaya, bir kesimi diğer kesime bilemeye değer mi? Başta siyasilerimiz olmak üzere kazanmak için her şeyi mubah görenler, unutmasınlar ki bu ülkenin huzur ve mutluluğu her şeyin özellikle siyasetin üstündedir.

Lütfen değerlerimizi emellerimize alet etmeyelim ve kaşımayalım!

* 16/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Mart 2019 Pazartesi

İyi ki Varlar! ***


Bazı insanlar vardır, sözünü budaktan esirgemez. Doğrucu Davut görevi yaparlar toplumda. Birileri kınarmış, ayıplarmış, işimden olurmuşum, dışlanırmışım diye bir endişe taşımazlar. Konuşurken ve yazarken fincancı katırlarını ürkütürüm demezler. Ucu kime dokunursa dokunsun, herkes ayağını denk alsın derler. Hiç rızık endişesi taşımazlar. Haksızlığa karşı tahammülleri yoktur. Hemen mağdurun yanında yer alırlar.

Çoğul eki kullanıyorum. Sayıları çok anlaşılmasın. Toplumda bir elin parmaklarını geçmez bunlar. Sayıları az olsa da iyi ki var böyleleri! Birileri mağduriyet yaşadığı zaman seslerini bunlar yükseltir, konuyu köşelerine taşırlar.

Belli güç merkezlerinin hoşuna gitmese de halk tarafından sevilen ve sayılan kişilerdir bu tipler.

İmkanları çok mu iyi bu tiplerin? Sanmıyorum. Kiminin sadece bir gazete köşesi var, kiminin yazdığı kitapları. Kendi yağıyla kavruluyorlar dense yeridir.

Bu tiplerin bu şekilde cesur olmasının nedeni herhalde sırtlarında yumurta küfesi olmadığındandır. Geldikleri yere veya yaptıkları işe kimseye eyvallah etmeden gelmişlerdir. Yani hak ederek gelmişlerdir. Menfaat bağıyla birilerine bağlı değildirler. Kimseye minnet borçları yoktur.

İçimizde birilerine haksızlık yapıldı diyen milyonlar var. Ama bunlar sessiz milyonlardır. Asla haksızlık yapıldı diye ortaya çıkmazlar. Sessiz kalmayı yeğlerler. Çünkü konuşursam ne olur, ne olmaz, ekmeğimle oynarlar endişesini taşırlar. Bulundukları statünün yok olacağını düşünürler. Ayrıca geldikleri yere birilerinin yardımıyla geldiklerini bilirler. O yüzden haksızlık yapıldıklarını bildikleri halde mağdurun yanında görünmedikleri gibi aynı karede de yer almak istemezler. Kendilerini güce teslim etmiş kişilerdir bunlar. Rızık, makam ve statü endişesi taşırlar, ağrımaz başım ağrısın istemezler...

Mağdurun en çok zoruna giden de başına gelenden ziyade dün sorun yokken yanında olan dostlarının bugün sessiz kalmalarıdır. Zaten ne çekiyorsak gölgesinden korkan bu sessiz yığınlardan çekmiyor muyuz?

Milyonlarca iyi olup sessiz yığınlar olacağımıza sesini yükselten birkaç cesura destek olsak göz göre göre birilerine haksızlık yapılmaz. Ama maalesef mağdurun yanında yer alamıyoruz.

Sessiz pasif milyonlara rağmen iyi ki sesini çıkaran, bu kadar da olmaz diyen birkaç aykırı ses gönlümüze su serpiyor, derdimize tercüman oluyor. Bunlar bedeli ne olursa olsun, dilsiz şeytan olmayı tercih etmeyenlerdir. İyi ki var böyleleri! Allah sayılarını artırsın.

Konu buraya gelmişken Ebu Zer el-Gıfari’yi anmasak olmaz. Günümüzde ne de çok ihtiyacımız var Ebu Zer el-Gıfari gibi misyon üstlenecek kişilere. O ki yaptıklarından dolayı Hz Osman’a da karşı çıkmış, Muaviye’ye de. Hep yalnız kalmış, yanlış yaşamış ve yalnız gitmiş. Allah razı olsun kendisinden.

***14/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



10 Mart 2019 Pazar

İçimizde Hakkı ve Doğruyu Söyleyen Bir Kesim Olmalı ***

Nasıl ki vücudumuza zaman zaman bir hastalık sirayet eder. Biz bu hastalığı ağrı veya sızı ile biliriz. Bazen de vücut zayıf düşer, yatağa duçar oluruz. Bu durumda vücudu kendi haline bırakmaz, tedavi için olması gereken tüm yollara başvururuz. Sahasında uzman bir hekimi arar, buluruz. İlk muayenesinden sonra hekimin istediği tahlil ve tetkikleri yaptırırız. Eldeki veri ve sonuçlara göre doktor bize bir tedavi yöntemi uygular: Ya ilaçla tedavi önerir ya da cerrahi müdahaleye karar verir. Tedavinin sonuç verip vermediğini kontrol için doktor, bizi bir müddet sonra tekrar kontrole çağırır. Hastalığımız iyileşmeye yüz tutmuşsa doktor aynı tedavinin devamına karar verir. İyileşme söz konusu değilse farklı tedavi önerir. Biz bu doktorun tedavi yöntemi bize fayda vermeyeceğine kanaat getirirsek gerekirse başka bir doktorun kapısını çalarız. Tüm çabamız hastalıktan şifa bulmamız üzerinedir.

Ben toplumları da insan vücuduna benzetirim. Nasıl ki vücut hastalanıyor ve teşhis ve tedaviye ihtiyaç duyuyorsa toplumlar da ekonomik, siyasi, sosyal, ahlaki, dini vb. yönden zaafa düştüğü zaman hastalanabilir, teşhis ve tedaviye ihtiyaç duyar. Vücudun hastalanması biyolojik bir yasa ise toplumların hastalığı da toplumsal bir yasadır. Buna Allah'ın kanunu/sünneti anlamında sünnetullah diyoruz.

Vücudun hastalığına ağrı-sızı dolayısıyla zamanında müdahale edebiliyor ve derman arayışına girebiliyorsak toplumların hastalığında da tedavi için bir arayışa gireriz. Fakat toplumsal hastalığın farkına birden varamayabiliriz. Biz farkına vardığımız zaman hastalık kronikleşmiş ve toplumun çoğuna sirayet etmiş olabilir. Hastalık durumuna göre vücudun tedavi süreci de uzun ve masraflı olabilir. Fakat toplumların tedavisi çok daha uzun bir zamana gereksinim duyar. Tıpkı vücudun hastalığında tedavi için hastanın onayı gerekiyorsa toplumların hastalığında da toplumun onay ve tasvibi gerekir. Değilse tedavi ve çözüm fayda vermez.

Vücudun hastalığında kime ve nereye müracaat edeceğimizi biliyoruz. Ya toplumsal zaaf ve hastalıklarımız için kime ve nereye müracaat edeceğimizi biliyor muyuz? Biliyorsak da önerilen tedaviyi kabul edebilecek miyiz? Çünkü toplumsal hastalıklarda işin içerisine nefis, menfaat, inanç ve değerler girebiliyor.

Toplumsal hastalık ve zaaflarımızdan kurtulmak için bizim hekimlerimiz kimlerdir? Bunun cevabı, biyolojik hastalıklarda olduğu gibi doktor ve hastaneler değildir. Toplumsal hastalıklara çözüm önerecek kişiler de toplumun içerisinde yaşayan kişilerdir. Bunlar duruma göre toplumun dertlerini dert edinen bilim adamları, yazar ve çizerler, din alimleri vs olmalıdır. Aydın diyebileceğimiz bu kişilere bu görevi Ali İmran süresi 104.ayetin mealinde Allah: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” demek suretiyle bir misyon yüklemektedir.

Toplumda herkesin sustuğu, susturulduğu, korku dağlarının yaratıldığı, konuşanın dışlandığı bir ortamda, mağdurların hakkını arayacak ve dile getirecek, onların sesi olacak yazar-çizer ve konuşanlar bulunmalıdır. Parolamız “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” olmalıdır. Ahlaki dejenerasyonun önüne geçmek için birileri inisiyatif almalıdır. Gerekirse bu konuda bedel ödenmelidir. Herkes “ne olur, ne olmaz, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, bana ne, dünyayı ben mi kurtaracağım” derse toplumdaki bu hastalık üzüm üzüme baka baka kararız misali bir gün bizi de karartır. Kendimizi karartamasa bile ailemizden bireylere sirayet eder. Çünkü bu hastalık bir vücudun hastalığına benzemez. Tüm toplumu bir çöküntüye götürür. Bu da sonumuz demektir.

Dikkat! Hırslarımız, kendimizle beraber toplumu da yok edebilir. En azından insanlar yazıp çizsin, konuşsun. Yazılıp çizilenlere sadece toplumun değil, kendimizin de ihtiyacı olabilir.

***12/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.