Ana içeriğe atla

İçimizde Hakkı ve Doğruyu Söyleyen Bir Kesim Olmalı ***


Nasıl ki vücudumuza zaman zaman bir hastalık sirayet eder. Biz bu hastalığı ağrı veya sızı ile biliriz. Bazen de vücut zayıf düşer, yatağa duçar oluruz. Bu durumda vücudu kendi haline bırakmaz, tedavi için olması gereken tüm yollara başvururuz. Sahasında uzman bir hekimi arar, buluruz. İlk muayenesinden sonra hekimin istediği tahlil ve tetkikleri yaptırırız. Eldeki veri ve sonuçlara göre doktor bize bir tedavi yöntemi uygular: Ya ilaçla tedavi önerir ya da cerrahi müdahaleye karar verir. Tedavinin sonuç verip vermediğini kontrol için doktor, bizi bir müddet sonra tekrar kontrole çağırır. Hastalığımız iyileşmeye yüz tutmuşsa doktor aynı tedavinin devamına karar verir. İyileşme söz konusu değilse farklı tedavi önerir. Biz bu doktorun tedavi yöntemi bize fayda vermeyeceğine kanaat getirirsek gerekirse başka bir doktorun kapısını çalarız. Tüm çabamız hastalıktan şifa bulmamız üzerinedir.

Ben toplumları da insan vücuduna benzetirim. Nasıl ki vücut hastalanıyor ve teşhis ve tedaviye ihtiyaç duyuyorsa toplumlar da ekonomik, siyasi, sosyal, ahlaki, dini vb. yönden zaafa düştüğü zaman hastalanabilir, teşhis ve tedaviye ihtiyaç duyar. Vücudun hastalanması biyolojik bir yasa ise toplumların hastalığı da toplumsal bir yasadır. Buna Allah'ın kanunu/sünneti anlamında sünnetullah diyoruz.

Vücudun hastalığına ağrı-sızı dolayısıyla zamanında müdahale edebiliyor ve derman arayışına girebiliyorsak toplumların hastalığında da tedavi için bir arayışa gireriz. Fakat toplumsal hastalığın farkına birden varamayabiliriz. Biz farkına vardığımız zaman hastalık kronikleşmiş ve toplumun çoğuna sirayet etmiş olabilir. Hastalık durumuna göre vücudun tedavi süreci de uzun ve masraflı olabilir. Fakat toplumların tedavisi çok daha uzun bir zamana gereksinim duyar. Tıpkı vücudun hastalığında tedavi için hastanın onayı gerekiyorsa toplumların hastalığında da toplumun onay ve tasvibi gerekir. Değilse tedavi ve çözüm fayda vermez.

Vücudun hastalığında kime ve nereye müracaat edeceğimizi biliyoruz. Ya toplumsal zaaf ve hastalıklarımız için kime ve nereye müracaat edeceğimizi biliyor muyuz? Biliyorsak da önerilen tedaviyi kabul edebilecek miyiz? Çünkü toplumsal hastalıklarda işin içerisine nefis, menfaat, inanç ve değerler girebiliyor.

Toplumsal hastalık ve zaaflarımızdan kurtulmak için bizim hekimlerimiz kimlerdir? Bunun cevabı, biyolojik hastalıklarda olduğu gibi doktor ve hastaneler değildir. Toplumsal hastalıklara çözüm önerecek kişiler de toplumun içerisinde yaşayan kişilerdir. Bunlar duruma göre toplumun dertlerini dert edinen bilim adamları, yazar ve çizerler, din alimleri vs olmalıdır. Aydın diyebileceğimiz bu kişilere bu görevi Ali İmran süresi 104.ayetin mealinde Allah: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” demek suretiyle bir misyon yüklemektedir.

Toplumda herkesin sustuğu, susturulduğu, korku dağlarının yaratıldığı, konuşanın dışlandığı bir ortamda, mağdurların hakkını arayacak ve dile getirecek, onların sesi olacak yazar-çizer ve konuşanlar bulunmalıdır. Parolamız “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” olmalıdır. Ahlaki dejenerasyonun önüne geçmek için birileri inisiyatif almalıdır. Gerekirse bu konuda bedel ödenmelidir. Herkes “ne olur, ne olmaz, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, bana ne, dünyayı ben mi kurtaracağım” derse toplumdaki bu hastalık üzüm üzüme baka baka kararız misali bir gün bizi de karartır. Kendimizi karartamasa bile ailemizden bireylere sirayet eder. Çünkü bu hastalık bir vücudun hastalığına benzemez. Tüm toplumu bir çöküntüye götürür. Bu da sonumuz demektir.

Dikkat! Hırslarımız, kendimizle beraber toplumu da yok edebilir. En azından insanlar yazıp çizsin, konuşsun. Yazılıp çizilenlere sadece toplumun değil, kendimizin de ihtiyacı olabilir.

***12/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde