20 Şubat 2019 Çarşamba

Hoş Bir Seda Bırakmadı Giderken

2012 yılında yüz ölçüm bakımından Türkiye'nin birinci, nüfus bakımından 7.ilinin eğitimle ilgili bir numaralı koltuğuna paraşütle geldi veya getirildi. Getirildi demek daha uygun. Çünkü evini-barkını taşımayıp kendisi tek başına bekar yaşadığına göre "Bir gün buradan gideceğim nasılsa. Burayı basamak olarak kullanmalıyım" demiş olmalı ki ailesi nüfus bakımından en büyük ilinde ikamet ederken kendisi de yüz ölçüm yönünden en büyük ilinde ailesinden uzak kalarak fedakarlık yaptı ve hizmet etti. Ama bu görev üç-beş aylık geçici bir süre olmadı; bugün, yarın derken tamı tamına 6 yıl sürdü.

Kendisini ilk defa tüm eğitim müdürlerini toplayarak yaptığı konuşmayla tanıdım. Beyefendi, nazik, kibar ve yakışıklı biriydi. 400 bin nüfuslu bir ilçenin müdürlüğünden gelmesine rağmen 2 milyon nüfuslu bir ilde pek acemilik çekeceğe benzemiyordu. Mikrofona hakim ve ne dediğini bilen birisiydi. Ufkunun ne kadar geniş olduğunu da konuşurken kullandığı skala kelimesinden anladım. Bana toplantıda aklında ne kaldı derseniz skala kelimesini öğrendim o yaşımda. Cehaletime verin, duymamışım. Kelimeyi duydum ama anlamını bilmiyordum. Fakat kelimeyi duyduktan sonra kaçırır mıyım? Baktım salonda tanıdığım ve bende cep numarası olan ne kadar müdür varsa hepsine skala ne demek diye sordum. Çoğu yine mesajla bilmiyorum dönüşü yaparken bir tanesi internetten bakarak “Bir şeyi mevcut durumundan yukarıya taşımak” şeklinde mesaj gönderdi. Belli ki çiçeği burnundaki müdürümüz ilimize plan, program ve hedefle gelmiş, gerilerde olan eğitim çıtamızı yukarılara çıkaracaktı. Şükür ki eğitimi düşünen bir eğitimci gelmişti ve talih kuşu konmuştu başımıza! 2 milyonluk şehirde böylesi bulunamamış olmalı ki taşı topağı altın şehrin hediyesiydi bize. Anlayacağınız konuşmasıyla kendisine açık çek verdim. Zira bende olumlu bir kanaat hakim oldu.

Zaman zaman yapılan toplantılara katıldı. Eline mikrofonu aldığında “Okul ziyaretleri yaptığında öğretmenleri görünce ‘Sen kamyon şoförü müsün yoksa kantinci mi’ diye sorduğunu, en azından okul müdürü ve yardımcılarının kılık-kıyafete dikkat etmesi gerektiğini” hatırlattı durdu. Kendisi gibi Grand tuvalet giyinmemizi istiyordu. Allah var, kendisine kılık kıyafette kendisine dikkat eden biriydi.

Sıfırdan kurduğu ekibiyle birlikte İHO ve İHL dönüşümüne ağırlık verdi. Neredeyse gördüğü okulu bu okul türüne dönüştürdü ya da yeni okul yapımında bu okullara ağırlık verdi. Sağımız-solumuz bu okullarla doldu taştı. Bu kadar fazla İHO/İHL açılması kaliteyi düşürür diyenlere hain gözüyle baktı. Açılacaktı ve açıldı. Dönüştürülecekti, dönüştürüldü. Zira kalite çok önemli değildi. Bugün bu okulların çoğunun kontenjanlarını dolduramamasında payı büyüktür. İlimize yaptığı en büyük hizmeti desem yanlış olmaz.

Bir taraftan okulların dönüşümünü yaparken diğer taraftan da kanunun verdiği yetkiye dayanarak okullarda demode olmuş müdür ve yardımcılarının kahir ekseriyetini kapının önüne koyarak okullara yepyeni, sıfır km idareciler seçti. Seçecekti elbet! Bir misyon için gelmişti o ve diğerleri. Başka türlü okulların ve şehrin eğitiminin skalası nasıl yükselecekti? Ayağı kaydırılanlar homurdanırmış! No problem! İdarecilikle yeni tanışanların duası yeterdi ona ve ekibine.

Kendisine ve atasına rahmet okutacak hizmetleri birbiri ardı sıra yaparken gücünü hep kendisini destekleyenlerden aldı. Zira onlarla arasını hep iyi tuttu. Akıllıydı ne de olsa. Ne STK’nın peşini bıraktı ne de kendisini gösterebileceği ve üst düzey kurmayların katıldığı toplantıları. Çünkü işi de bunlarla olacaktı, yükselmesi de. Aşağıya pek bakmadı, zira hep yükseklerdeydi gözü.

Bir vakit tüm müdürlerin ve üst bürokratların katıldığı bir seminer programına iştirak etti. Kendisine uzatılan mikrofonu geri çevirmedi. Geçti mikrofonun başına. Konuşmasına hamdele ve salvele ile başladı. Emmâ ba’dü diyerek Arapça faslını bitirdi. Mübarek sanki hutbe okudu bize. Aslında yeriydi, ne de olsa katılımcıların hepsi İHO/İHL yöneticileri ve Din Öğretiminden gelen yetkililerden oluşuyordu. Burada garibime giden emmâ ba’dü’den sonra sırıtır gibi gülümsemesiydi. (Niye güldü anlayamadı gitti benim etli ekmek kafam.) Bakmayın benim koca bir ilin eğitimden sorumlu yöneticisi olduğuma, bakın ben Arapça da biliyorum der gibiydi. Belki de ben öyle sandım. İçim kötü olunca ne edersiniz ki böyle çıkarımlarda bulunabiliyorum. Arapça hutbe faslı bittikten sonra Türkçe hutbe kısmına geçerek birikimlerini anlattı tüm katılımcılara.

Benim başıma gelmedi ama programlarda gördüğü aksaklıklara tahammül edemeyen bir yapısı varmış, nice müdürleri kırıp geçirmiş, saydırmış. Beyefendi görüntüsünün altında içinde ne cevherler barındırdığını ancak hakkal yakin yaşayanlar bilir. Kızacaktı elbet! Burası Dingonun ahırı mı? Herkes işini ve görevini yapacaktı. Emri altındakiler bu işi beceremezlerse ağızlarının payını verecekti. Nitekim görevleri arasında bu da vardı. Böyle yapmasaydı görevini tam yerine getirmemiş olurdu. (Aslında benim okuluma geldi, sessiz ve sedasız oturdu, beni ve oradakileri dinledi. Çok tepki vermedi. melek gibiydi. Demek ki beni kızmaya değer görmemiş. Bundan ne köy ne de kasaba olur demiş olmalı.)

Siyasetten ve siyasi paylaşımlardan da uzak durmadı. Çünkü bir misyon ifa ediyordu. İçinde nice cevherler olunca her dalda oynayabilecek bir kapasitesi vardı. (Bende olmayınca kıskanıyorum tabi!) Kendisini bu göreve layık görenlere karşı zaman zaman destek vermeliydi. Bakın ben sizin için bedel ödüyorum dercesine. Referandumda rengini belli ederek destek vermek istedi ve bir nükte paylaşımı yaptı. Güya “Şeytana, ‘Sen nasıl şeytan oldun’ diye sormuşlar. O da: ‘Bütün melekler EVET dedi, ben ise HAYIR dediğim için’ demiş…” Bu paylaşımıyla baltayı taşa vurdu, epey tepki çekti ama önemli değil. Zira görevini yapmış ve bir bedel ödemişti. Kimse bir şey yapamazdı bundan dolayı ona. Herkes havlar havlar susardı. Ne de olsa arkası kalındı. Kim onu yerinde divelendirebilecekti? Bu paylaşım belki garibinize gidebilir ama böyle günlerde de kendisini göstermese olur muydu? Nitekim tepkiler bir müddet sonra dindi, o da görevine kaldığı yerden devam etti. Sonra insanlar bir "nükteden" dahi anlamıyorsa adam ne yapsın?

Nihayet her birlikteliğin bir ayrılışı olacaktı. Nitekim öyle oldu. Bu akşam aldığım bir habere göre -tenzili rütbe mi yoksa terfi mi bilmiyorum- 6 yıl boyunca hizmet etmekten usanmadığı ilimizi bırakarak bürokrasiye daha yakın olmuş ve memleketimi terki diyar eylemiş. Tayininin çıkıp yerine bir başkasının atandığını duyunca aklıma bunlar geldi, hemencecik gördüğünüz gibi yazıya döküldü. İlin eğitim skalası nerden nereye geldi derseniz tam bilmiyorum ama ya geriledi ya da yerinde saydı. Yani 6 yıl boyunca eğitim skalamız yükselmedi. Burada hemen bu zatı suçlamamak lazım. Etli ekmek kafalı, onu anlamadıysa adam ne yapsın?

Sonuç olarak o muradına erdi, şehir de daha önce bulamadığı bir hemşerisini eğitimin başına gelmiş buldu. Bekleyip göreceğiz akıbetin hayır mı, şer mi olacağını.

Gidenin arkasından konuşmamak lazım ama nasıl ki gelişinde olumlu kanaate sahip olmuş isem giderken maalesef aynı şeyi söyleyemiyorum. Çünkü kubbede pek hoş bir seda bırakmadı. Ne diyelim? Hayırlısı, ona da, şehrimize de. Umarım gelen gideni aratmaz.

Manisa’da 19 Gün (6)

Geçirdiğim sıkıntı ve maceranın ardından uyuyakalmışım trende. Gözümü açtığımda Konya’ya gelmiştim.

Sanırım sabah 07.00 suları idi.  Konya garından ayrılır ayrılmaz. Az ileride bir seyyar satıcının tablasında çekirdeksiz üzüm gördüm. Demek ki Konya’ya kadar gelmişti üzüm daha çıkar çıkmaz. Fiyatı kaç paradır, kim bilir dedim ve sordum, üzüm kaça diye. “2 lira demez mi?” Yerindeki fiyatıyla aynıydı. Bir de ta Alaşehir’den Konya’ya taşımak varmış kaderde.
*
Hüsnü hat 1. Kademe kursum bu şekilde hattın “H” sinden anlamadan sona erdi. 2. ve 3 kademeleri de varmış, müracaat edin dendi. Hat mı tövbeliyim, dedim.
*
96 yılının Eylül ayında fotoğraf, kahvaltı ve kurs ortağı arkadaşımızın memleketine tayini çıktı. O mübareğin eşyasını taşımak da bana nasip oldu. Onu gönderdik göndermesine. Ama o, hizmet içi kursları müracaatları başlamadan  beni aradı: “Hocam bu seneki kursumuzdan ben çok memnun kaldım.  Biliyorsun ben aranızdan ayrıldım. Aramızdaki irtibatı hiç koparmayalım. Güzel dostluklarımız oldu. Ben sizden razıyım. Arkadaşlar  olarak hangi kursu, nereyi yazacaksanız söyleyin ben de orayı tercih edeyim” dedi. Hocam biz arkadaşlar olarak bu sene ve bundan sonra hiçbir kursa katılmama kararı aldık. Kusura bakma. Üzgünüz dedim.

O zamandır, bu zamandır o kardeşimle bir daha bir araya gelmedim. Başka hizmet içi seminerlerine katıldım ama 5 günden fazla olmayanına.

Benim 19 gün süren kurs  günlerim bu şekilde sona erdi. Bu Manisa günlerini niye anlattın derseniz. Bu yazının ana fikri, 20 mark ile 19 gün bir başka memlekette nasıl yaşanabileceğidir. 

Unuttuğum bir şey  var mı derseniz. Bir tane daha var anlatmam gereken. Unutmadım aslında.  Satrancı çok iyi bilen, önüne geleni yenen bir arkadaşımızın öğretmenevi bahçesinde 11-12 yaşlarındaki bir çocuğa yenilmesiydi, akılda kalan. 

Biliyorum, bir kurs yazısı bu kadar uzun olur mu diye kızdınız ama. Ne yapayım. Dile kolay 19 gün.
 
Not: Dikkat çok uzun bir yazı. Haberin olsun. Allah yardımcın olsun. Aklın varsa okuma. Yok ben okuyacağım dersen aklına mukayyet ol. Olur ya beni dinlemedin yazıyı okudun. Uzun ve sıkıcı buldun. Doğaldır.  Yazı hedefine ulaşmış demektir. Ben o sıkıntılı hayatı 19 gün çektim. Kusura bakma da sen de 6 sayfayı okumaya sabret. 07/02/2016

19 Şubat 2019 Salı

Manisa’da 19 Gün (5)


Şimdi siz; çayın, kahvaltının lafı mı olur derseniz. Valla ben 19 gün sabrettim. Eğer siz bir hafta sabredin. Sizi sırtımda taşımaya razıyım.  Madem ikna olmadınız. Onu anlatmaya devam edeyim.


Kursun ilk günlerinde bize “Hocam bana eşlik edin ben biraz para bozduracağım. Kuyumculara gidelim” dedi. Ardına biz 7 kişiyi taktı. Manisa’daki tüm kuyumcuları dolaştık. Her birine giriyor: “Mark’ı kaçtan alırsınız” diye soruyor. Birinden diğerine girdi, çıktı. Biz de kapının önünde onu bekledik. Sonunda dayanamayıp sordum. “Hocam kaç para bozduracaksın” diye.  “20 mark hocam” deyince grubumuz afalladı. Neredeyse görmediğim ve ne olduğunu bilmediğim küçük dilimizi yutacaktık. Sonunda karar verip en yüksek verene bozdurdu.


Kardeşimizi tanımaya devam edelim. Kursun bitmesine birkaç gün kala koliyle bir şey getirdi. Bu ne hocam dedim. “Hocam konserve şişesi aldım. Bizim memlekette pahalı bunlar. Ben burada daha ucuz buldum” dedi.  Buyurun güler misiniz? Ağlar mısınız? Size tavsiyem başka memlekete gitmeden önce kendi memleketinizde konserve şişe fiyatlarının kaç para olduğunu öğrenin ki gittiğiniz yerdeki konserve şişe fiyatlarını mukayese etme imkanınız olsun.


Kursun bitmesine son iki gün kala baktım elinde bir biletle geldi. “Hocam bu ne” dedik. Memlekete trenle gideceğim onun bileti” dedi. Hani hocam buradan İzmir’e gidip oradan otobüslerle memleketimize gidecektik diye konuşmuştuk” dedim. “Hocam otobüsler pahalı. Ben posta treniyle gideceğim” dedi.

*
İnsanın ayıpladığı başa gelir mi? Gelir. Sakın ola ki gülmeyin.  Dedim ki tasarrufsa tasarruf! Benim neyim eksik. Ben de trenle gideyim dedim ve trenden bilet aldım.  Hem ucuz, hem ekonomik hem de hesaplı idi. Mübarek ucuz etin yahnisi gibiydi yani.

*
Manisa Alaşehir’de trenimiz durdu. İçeriye çekirdeksiz yaş üzüm satmak için geldiler. Fiyatına 2 lira dediler.  Burası bu üzümün memleketi. Burada 2 lira ise Konya’da ne kadardır demeye kalmadan, ver iki kilo dedim. 19 günlük bir gurbetten sonra memlekete de bir hediye olurdu.

Efendim dolaşmadığım şehir, görmediğim ilçe kalmadı neredeyse. Geçtiğim tünellerin sayısını hatırlamıyorum bile. Kaçta binip ne kadar süre gittiğimi de unuttum.  Nihayet  akşam 21.00 gibi Afyon Karahisar’a geldi tren.  Konya’ya devam edecekler insin. Onlar aktarma olacaklar dendi. Hemen indim, soluğu gişede aldım. Tren beni bekliyor olmalıydı. Konya treni hangisi diye sorma gafletinde bulundum. “Ne treni? Konya treni saat gece 00.00’da gelir” dedi. Aktarma dedikleri bu mu dedim. Ya ne sandıydın? Bu işte dedi.


Ne yapmalıydım. Daha var 12.00’ye 3 saat. Valizi sırtıma aldım. Otogarın yolunu  tuttum. Otogara doğru gecenin karanlığında yürümeye başladım. Yürümek ne mümkün efendim! Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Yollar suyla dolu. Yürünmez. Dolmuşa da binmedim. Belki de dolmuş yoktu. Ya da  hedef, prensip sahibi arkadaşın yolundan gitmekti belki de.  Hemen valizimdeki terlikleri giydim. Paçaları iyice sığadım. Yola revan oldum. Yarım saat yürüdükten sonra otogara vardım. Aradığım saatte bilet yoktu. Sadece trenin kalkmasına yakın bir saatte bir firmanın otobüsü vardı. Fiyatını sordum. Neredeyse İzmir’den kalkış bilet fiyatını söyledi. En iyisi girdik bir yola. Çileyse çile, işkenceyse işkence dedim. Beğenmediğim kara trenle seyahat için geldiğim yoldan tekrar geri döndüm. İstasyonda treni beklemeye koyuldum. Nice sonra tren geldi. Gecikmeli demiyorum. Çünkü bu malumun ilanı demektir. Kara tren demek; gecikir, belki de gelmezdi. Ben geldiğine şükredeyim. Trenin içine bindim. Tren kabin kabindi. İçerisinde yolcular vardı. Birkaç kabine baka baka ilerledim. Sonra oturabilir miyim nezaketinde bulundum. Kime sorduysam oturacak yer olmasına rağmen dolu dediler.

Trenin içini birkaç defa turladım. Bu arada tren hareket etti. Ben hala sırtımda valiz, turluyorum.  Sonunda cesaretimi toplayıp kabinin birine daldım ve oturdum izin almadan. O da ne? Oh be dünya varmış. Kimse bir şey demedi. Demek ki bu kabindekilerin tapulu malı değilmiş tren. Diğerleri nedense parsellenmişti. Aslında suç benim olmasına benim. Nazikçe oturabilir miyim dememem gerekiyormuş. Yine anladım suçumu ama yine geç anladım her zamanki gibi. 07/02/2016 (Devam edecek)