14 Aralık 2018 Cuma

Soğan *


Hani şu doğrarken gözlerimizi yaşartan, yerken ağzımıza acı veren, acısından burnumuzu akıtan, verdiği acıdan dolayı iştahımızı açan, ardından hıncımızı daha fazla yemek yiyerek yemekten aldıran, sayesinde midemize eziyet ettiren, salataların içinde yer alan, pişirilen yemeklerin çoğu onsuz olmayan, mutfağın vazgeçilmez yiyeceği olan, yerin bitirdiği bir nimet var: Bunca özelliğini söyledim. Sanırım anladınız. Soğandan bahsediyorum. 

Fiyat yönünden zirvede. Piyasa ve pazarlarda yok satıyor.  Kışın zam şampiyonu. Tadı ağzımızı acıtırken fiyatı da cebimizi yakmaya devam ediyor. 

Hükümet, soğanın ateşini düşürmek için stokçuluk yapılıyor açıklamasını yaptı. Ardından birçok yerlere baskın yaptı. Stok yapılan tonlarca soğanı buldu ve piyasaya sürdü. TV ekranlarında saklanan soğanları  haber olarak gördükçe bundan sonra soğanın fiyatı düşer dedik. Günler, haftalar geçti. Nedense soğanın ateşi sönmedi, hâlâ zirvedeki saltanatını sürdürüyor, zirveyi de kimseye bırakmıyor. Semt pazarlarında doğru dürüst soğan yok. Tek tük varsa da tohumluk soğan diyebileceğimiz küçücük soğanın kilosu 3.5, orta büyüklükte biraz irisi 4 lira. Pazardaki diğer ürünlere farklı farklı fiyatlar çekilirken soğanın fiyatı tekel maddesi gibi standart. Farklı kuyumculardan altının gramına çeşitli fiyatlar verilirken soğanın fiyatı tek fiyat. (Bu benim gördüğüm pazardaki fiyatı. Bir de market veya manavlara soğan almak için gitsem göreceğim fiyat herhalde dudaklarımı uçuklatırdı.)

Fiyatların yükselmesinden üretici kazansa hiç gam yemeyeceğim. Alın terlerleridir, helâli-hoş olsun derim. Ama üretici kazanmıyor maalesef. 

Ne iş, nasıl iş, neler dönüyor anlayabilene aşk olsun. Hangi ürün olursa olsun, bir bakmışsın ki silah olarak kullanılıyor. Bir zaman pirinçte, sonra kırmızı mercimekte, ardından kırmızı ette aynı oyun oynandı. Fiyatlar uçuverdi birden. Kolay kolay da inmedi uzun süre.

Artık serbest piyasa diye bir şeye inanmıyorum. İpimiz paraya doymaz  birkaç kodamanın elinde. Onlar işini biliyor. Hasat zamanı borçlu üreticinin elindeki  ürünü burun kıvırarak yok pahasına satın alıyorlar, bir güzel stokluyorlar, tüm ürün ellerine geçince piyasaya yeterince ürün sevk etmiyorlar. Bir bakmışsın ki istedikleri ürün tavan yapmış. Vatandaşın cebi yanarken onlar keyif çatıyor hep. Zaten istedikleri de bu idi. Ne diyelim? Bunların gözlerini toprak doyursun.

Bazı ürünlerde fiyatlar bu şekil suni olarak yükseltildiğinde devlet hemen ithalat silahına sarılır. "Şu ürüne ithalat izni verilecek" açıklaması yapar yapmaz ürünün fiyatı gözle görülür bir şekilde düşmeye başlar. Devlet elindeki bu kozu niçin soğanda kullanmıyor, ne bekliyor?  Anlamış değilim.

* 19/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





"Diş kirası" ve "Borç silme" Geleneklerimiz Varmış Bir Zamanlar ***

Ortaokul beşinci sınıflar için hazırlanmış ramazan ayı ve oruç başlıklı ünitenin konuları arasında "Kültürümüzde Ramazan Geleneği" konu edinilmiş. Ders kitabında bahsedilen bazı gelenekler bugün aynen yaşanıyor. Bazılarını ise -cehaletime verin- ilk defa duydum. Çünkü günümüze kadar maalesef gelmemiş. Dikkatimi çeken geleneklerimiz arasında "diş kirası" ve "borç silme" gelenekleri var. Bu iki geleneğimizden bahsetmek istiyorum. (Bu gelenekleri bilenler için yazım tekrar, bilmeyenler için yeni bir bilgi olsun.)

Osmanlı döneminde ramazan ayına mahsus sarayda iftar davetleri meşhurmuş. Saray, zengin-fakir herkese açıkmış. İftara davetli-davetsiz herkes gidebilirmiş. Bu tür iftar programını sadece saray değil, zenginler de yaparmış. Hazırlanan sofraya iftarını açmak için gelen misafirler karınlarını doyurup giderlerken ev sahipleri "Allah'ın lütfuyla soframıza konuk oldunuz, bizi bahtiyar ettiniz, sizi buraya kadar yorduk,  yemeğimizi yerken dişlerinizi yordunuz, bu da bizden dişinizin kirası olsun, lütfen şu hediyeyi bizden kabul buyurunuz" anlamında misafirlerine çeşitli hediyeler verirlermiş. 

Gelenin karnını doyurmakla kalmamışlar, üzerine bir de hediye vererek gönül almışlar, kimseyi kırmadan yolcu etmişler. Bu iftar ve diş kirası geleneğini kim düşündü, kim devam ettirdi ise çok ince düşünmüş. Helal olsun!

Şimdi tarihin tozlu raflarında diş kirası olarak yerini alan bu gelenek bildiğim kadarıyla devam etmiyor. (Siz en iyisi mi beni iftara çağırın, dişim kırılsa bile sizden asla diş kirası beklentisi içerisine girmem. Bunu da antrparantez burada söylemiş olayım.)
***
Unutulmuş Osmanlı geleneğinden bahsettik. Yine bugün bilinmeyen bir başka geleneğinden bahsedelim. Ramazan ayı gelince zenginler rastgele mahallelere dağılır; gördükleri bakkal veya manava girer, dükkân sahibinden veresiye defterini isterlermiş. Zengin, borç defterinin rastgele bir sayfasını açar, dükkân sahibine borcun toplamını hesaplattırır, borcu ödedikten sonra çeker gidermiş. İşte bu uygulamaya "borç silme" geleneği deniyor. 

Gördüğünüz gibi sağ elin verdiğini sol el görmeyecek misali, ne zengin borçluyu tanıyor ne de borçlu, borcunun kim tarafından ödendiğini biliyor. Zerre kadar riya yok, gösteriş yok bu uygulamada. Fakirin onurunun zedelenme durumu yok. Herhalde bu borç silme geleneğinin dünyada benzer örneği yoktur. Bakmayın şimdilerde birçok dükkân ve işyerinde "Veresiyemiz yoktur" yazdığına.  Biz böyle bir medeniyetin güzel gelenekleri üzerinde oturuyoruz da maalesef birçok güzelliğin farkında değiliz.  

Ezcümle şimdilerde veresiye yazma kalmadı. Bunun yerine kredi kartı borçları var. (Eğer ödemek isterseniz bir telefonunuz yeter. Zira telefonum 7/24 açık.)

Hem diş kirası, hem de borç silme geleneğini görünce bu kadar ince düşünen bu medeniyet nasıl yıkıldı, nasıl yok olup gitti? Biz bugün bu mirasın neresindeyiz? Beni üzen de bu!

Hazır Diyanet bu senenin temasını “Ramazan ve İnfak” olarak belirlemiş ve ülke bir ekonomik darboğazdan geçiyor iken fakir fukaraya karşı imkanlarımızı biraz daha zorlayalım derim.

***14/05/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Her Yaşın Ayrı Bir Güzelliği mi Var? **

Biri karşına çıkıp saçların dökülmüş ve ağarmış dediğinde yaşlandık artık diyorsun. Hemen "Her yaşın ayrı bir güzelliği var" cevabı alıyorsun. Sahi öyle mi, her yaşın ayrı bir güzelliği var mı? 

Çocukluğu anladım, gençlik o biçim zaten, olgunluk çağı diyebileceğimiz 35-50 yaş arasına da eyvallah diyelim. Ya sonrası? Sonrası malum yaşlılık! Yaşlılığın neresinde güzellik var?

Şikayet değil elbet yazacaklarım. Fani bir varlık olarak Rab Teala müsaade ederse bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemlerini göreceğiz. 

Yaşlılık, istenecek ve temenni edilecek bir durum değil. Hoş istemesen de o gelip seni bulacak zaten.

Nedir yaşlılık? Ölümü gördüğün, iliklerine kadar her daim hissettiğin ölüm kapında. Belirtileri; yüzün kırışması, saçların ağarması, dişlerin çürüyüp dökülmesi,  yeni suni dişlerin takılması, eskisi gibi koşamaman, yürürken bile nefes nefese kalman, ayakları katlayamaman, gözlerinin yakını görmemeye başlaması, kulağın az işitmesi, prostatının belirtileri, toplu ulaşımlarda küçük ve gençlerin "Bey baba, gel buraya otur demesi", çoluk-çocuğunun bakışlarından seni angarya gibi gördüklerini hissetmen, alınganlıklarının artması, vücudunun değişik yerlerinde ağrı ve sızıların artması, kireçlenmenin çoğalması, doğal dişleri kaybetmen dolayısıyla yediğin ve içtiğinden zevk almamaya başlaman, yediğinin-içtiğinin dokunması, ilaç veya ilaçlara bağlı olarak yaşamaya başlaman, akranlarının veya senden büyüklerin bir bir sırayla gitmesi, seni görenlerin yaşına göre iyisin demeleri, kapını zorunlu çalanların dışında açan olmaması, eskisi gibi yük ve eşya taşıyamaman vs yaşlılığın belirtileri olarak sayılabilir. İşte yaşlılık deyince bunlar aklıma geldi hemen. 

Merak ediyorum bu saydıklarımın hangisi istenen bir durum? Neresi güzeldir bunun? Hz Ömer'in "Bana her gün ölümü hatırlatacaksın" diye parayla tuttuğu adamın "Saçların ağardı, bana ihtiyacın kalmadı, o saçların her gün sana ölümü hatırlatacak, artık bana müsaade demesi" gibi saçların ağarmasının ötesinde bize ölümü hatırlatacak bin bir yönümüz “ben pert oldum artık” diye ayan beyan kendini gösteriyor. Çünkü vücut dökülüyor. Bu durumda gezip dolaşsan, yiyip içsen pek tadı olmuyor artık. Çünkü her günün, her yeni yaşın ölüme biraz daha yaklaştırıyor seni. 

Düşünüyorsun durmadan. Buradan geriye dönüş de yok. Her gün yol alıyorsun öbür dünyaya doğru. Geldim, doyamadan gidiyorum diyorsun. Çünkü seni ebedi âlem çağırıyor her gün. Gideceksin oraya! Zira kurtuluş yok. 

Peki, seni hala düşündüren nedir o zaman? Ameller. Hep bu dünyaya çalıştım. Hepsi burada kalacak, ben öbür dünyaya ne götüreceğim, yeterince hazır mıyım diyorsun. Kim bu konuda yaptıklarını ve kazandıklarını yeterli görebilir ki? İşte insanı kara kara düşündüren de burası. Rabbül âleminin yüzüne nasıl bakacağım, beni neyim kurtaracak diye düşünüyorsun hep.

Hoş ben böyle diyor, yaşlılığı böyle görüyorum. Ama çoğu zaman ölüm de bir kurtuluş oluyor. Allah herkese hayırlı ömür ve ölümler nasip etsin. 

**16/12/2018 tarihinde kahtasoz.com'da yayımlanmıştır.