6 Aralık 2018 Perşembe

Üç Yıl *


Bundan tam üç yıl önce tarihinde hiç yazma tecrübem yok iken gazetemiz tarafından yapılan bir teklifle gazetemizde yazmaya başlamıştım. İlkyazım “Başlarken” başlığıyla 09 Aralık 2015 Çarşamba günü yayımlanmıştı. İlk önce haftada bir, derken sonra üçe, ardından dört gün yazmaya devam ettim.  Dün-bugün derken tamı tamına üç yılı dün itibariyle doldurdum. Gazetemizin 6.sayfasının gediklisi oldum.

Yazmaya ilk başlarken “Olur mu, yazabilir miyim” endişem vardı. Her geçen gün kendime güvenim geldi ve içimdeki o endişe yok oldu. İlk yazımda neyi yazacağım soruma kendim cevap vererek “Neyi dert ediniyorsam onu” demiştim.   Bugüne kadar toplam 424 yazım çıkmış gazetemizde. Gerçekten neyi dert edinmişsem kendi üslubumca yazdım. Şunu da yazsaydım, bir türlü yazamadım dediğim bir konu olmadı. Kınayanın veya kınayacak olanın kınamasına aldırmadım. Yazarken de kimseden bir beklentim olmadı. Şunu yazarsam fincancı katırlarını ürkütür, gazeteden veya camiamdan tepki çeker miyim endişesini hiç taşımadım. Bu konuda sahibinden, Yazı İşleri ve Genel Yayın Müdürüne kadar gazetemiz desteğini hiç esirgemedi benden.

Yazılarımı ilk önce kendi mütevazı sayfam olan “dilinkemigiyok.blogspot.com” adlı bloğumda yayımladım. Bloğumda şu ana kadar 2040 yazım olmuş. Buradan seçtiklerimi gazetemize gönderdim. Gazetede yazı çıkar çıkmaz sosyal medyada yazılarımı paylaştım. Hem kendime ait sayfam hem de gazetedeki köşem adı üzerinde mütevazı bir köşe benim için. İçimi dağarcığım muvacehesinde döktüğüm yerler oldu benim için.

Okunan biri miyim? Açıkçası kendi bloğumun dışında ne kadar okunduğumu bilmiyorum.  Hoş okunsun diye yazmıyorum zaten. Zira kimse okumasa da içimi döküyorum buralara. Nasılsa niçin yazıyorsun? Yeter artık diyen yok. Yazımı okuyanlarla karşılaştığımda zaman zaman tasviplerini iletenler olmuyor değil. Tenkit ve eleştiri de almadım bugüne dek. Bu demektir ki ya okunmuyorum; çünkü ilgi çekmiyor. Ya okunuyorum; görüşlerim tasvip gördüğü için “Sükût ikrardandır” sadedinde tepki verilmiyor. Ya yazdıklarım tasvip görmüyor: Bu adam iflah olmaz biri, bir şey söylemeye gerek yok deniyor. Ya da hiç okunmuyorum, kendi yazdığımla kalıyor. Problem mi? Değil benim için. Yazmak en iyi dost çünkü! Tıpkı kitaplar en iyi arkadaş olduğu gibi.

Yazmak kim, ben kim? Ama en azından “Koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olurum” parolasıyla çıktığım bu yolda gücüm yettikçe, nefesim elverdikçe, kelime dağarcığım yeterli oldukça, gazetemiz “Buraya kadar, haydi başka kapıya” demediği müddetçe inşallah yazmaya devam edeceğim. Kurtulamayacaksınız anlayacağınız.

Bundan önce olduğu gibi Allah yazdıklarımla amel etmeyi, hep doğruları yazmayı bana nasip etsin, birlik ve dirliğimizi bozmasın, dermansız dert vermesin. Yarınlarımız bugünden daha iyi olsun.

* 10/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Aralık 2018 Çarşamba

Alın Bu Çocuğu Eğitin, Ben Sizin Alnınızdan Öpeyim!

Öğretmenler odasında otururken Fen Bilimleri öğretmeni geldi yanımıza. Oturdu. Yüzünde bir tedirginlik vardı. Hoş-beşten sonra yavaş yavaş açıldı: "Nasıl eğiteceğiz? Bunlara her şeyi öğretsek ne olacak, eğitemiyoruz" dedi. Dertliydi belli ki! Yüzündeki tedirginlik de böylece anlaşılmış oldu. Hayırdır, ne oldu dedik.

“Derse girdiğim esnada en önde oturan öğrenci yediği yiyeceğin ambalajını yere atmış veya sıranın gözünden düşürmüş.  En önde olduğu için dikkatimi çekti. Düşürdün, al onu dedim. İçi boş dedi. O zaman al, çöpe atıver dedim. Hiç istifini bozmadı, almam der gibi oturmasına devam etti. O zaman yerden al, bana ver, ben atayım dedim. Çocuk yerden aldı, bana verdi. Ben de çöpe attım. İşin ilginci bu duruma 40 kişilik sınıftan hiç tepki gelmedi” dedi.

Bu olay 7.sınıfta meydana gelmiş. Dersin öğretmeni de öğretmenliğin hakkını fazlasıyla veren duyarlı ve sakin biri. Kendisiyle zaman zaman başka konuları mevzubahis eder ve kendisini daima takdir ederim. Kendisine bu olayın ardından hiç sinirlenmeden, kimseye bir şey demeden ve hiçbir şey olmamış gibi ders işlemeye devam ettin mi dedim. Evet, başka ne yapacaktım ki dedi.

Olay aynen bu şekilde cereyan etmiş. Bereket öğretmen "Sen yerden al, ben atayım" dediğinde çocuk "Ben alamam, kendin al dememiş." Lütfedip yere eğilmiş, gönülsüz de olsa alıp öğretmene vermiş.

Atan öğrenci büyük biri değil, daha çocuk! Bu çocuk, bu yaşlarda, bu sıralarda eğitilmeyecek de ne zaman eğitilecek? Ağaç yaşken eğilir atasözünü ağzımızdan düşürmeyen bizler daha bu yaşta bu çocuğu eğemiyorsak büyüyünce nasıl eğeriz? Sahi siz öğretmen olsaydınız bu durumda ne yapardınız? Bu çocuğa nasıl davranırdınız? Öğretmenimiz, öğrencisi adına alıp çöpe atmış ve güzel bir örnek olmuş. Daha başka ne yapabilirdi? Eğer siz bu çocuğu eğitebilirseniz sadece şapka çıkartır ve alnınızdan öperim.

Çocuk kimdir, nasıl biridir, nasıl bir ailenin çocuğudur bilmem. Belki de öğrenci derslerinde başarılı biridir. Çocuk ortamdan veya ailesinden etkilenmiş olabilir. Belki ailesi onu okula gönderirken "Sen hizmetli değilsin, o işi bir başkası yapacak. Sen sadece derslerine odaklanacaksın. Hizmetliler bizim vergilerimizle görev yapıyor. Eğer öğretmenin sana mıntıka temizliği yaptırırsa asla yapmayacaksın. Ben sana para vereceğim, sen kantinden alıp yiyeceksin ve yediğinin ambalajını olduğun yere atacaksın, hiç keyfinden ödün vermeyeceksin" dedi. Bu kısmı bilmiyoruz. Belki de ailesi çocuğunun bu yaptığını duyunca "Böyle bir şeyi nasıl yapar? Biz böyle yetiştirmedik" diye çocuğuna tepki gösterecek. Velinin bakışı nasıl olursa olsun orta yerdeki bu mevcut durum geleceğimiz adına esef verici bir durum maalesef.

Yediğini çöp kutusu yerine yere atan bu tip öğrenciler yanında yediğini çöpe atan, hatta başkasının attığını yerden alıp çöpe atan öğrencilerin sayısı da az değil. İşin mutfağında olan bizleri biraz teselli eden  de bu tür öğrencilerdir.

Asgari Ücretliye İnsanca Yaşayabileceği Bir Ücret Tespiti Yapılmalı! *

Beş işçi, beş işveren, beş de devlet temsilcisi olmak üzere toplam 15 kişiden oluşan Asgari Ücret Komisyonu 6 Aralık'ta ilk toplantısını yaptı. Belli aralıklarla bir araya gelecek olan komisyonun aralık ayının son haftasına kadar vereceği karar Resmi Gazetede yayımlandıktan sonra kesinlik kazanacak. Bu karar gereğince 7 milyon asgari ücretle çalışan işçi 2019 Ocağından itibaren yeni orandan zamlı maaşlarını alacak.

İki yılda bir toplanan Asgari Ücret Komisyonu, toplanmadan önce başta işçi kesimi olmak üzere birçok kesim tarafından büyük bir beklenti içerisine girilir. Acaba bu defa iyi bir ücret tespiti yapılır mı umudu taşınır. Bu yıl toplanacak komisyondan işçinin beklediği bir müjde çıkar mı? İşveren temsilcilerinin "Asgari ücret tespiti için bu yılın enflasyon rakamlarını değil de 2019 yılı yılsonu hedeflenen enflasyonunu hesaba katalım" tekliflerini yaptıklarını göz önüne alırsak bu Asgari Ücret Komisyonundan iyi bir ücretin çıkmayacağını anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Anladığım kadarıyla işçinin bir umut bu sene belki olur beklentisi bir başka bahara kalacak görünüyor. Çünkü işveren temsilcileri "Eylül ayından itibaren kalkan yüz liralık devlet desteği için şimdiden kendilerine yüz de beş bir yük getirdiğini" açıkladıklarına göre komisyonda işveren temsilcileri kılı kırk yaracak, işçiye nasıl vermeyiz hesabı yapacaklar. Görülen o ki yüzde yirmi-yirmi beşlerde dolaşan enflasyon oranı kadar bile  bir iyileştirme düşünmüyorlar.

İşveren temsilcilerinin açıklamalarına işçi temsilcileri de "Asgari ücret en az 2000, 2500, 2800 lira olmalı" açıklamaları yapıyorlar.

İşçi ne isterse istesin ipin ucu işveren temsilcilerinin elinde. Şimdi böyle, geçmişte de böyleydi. Bu komisyon dağılımıyla ve bu bakış açısıyla bu komisyondan işçiye insanca yaşayabileceği bir ücret maalesef çıkmayacak. Bence işçi temsilcileri bu ortamda hiç teklif telaffuz etmesin. Sadece yapacakları "2018'de bir işçinin aldığı net 1603 lira ile siz işverenler bir ay değil, bir hafta geçinebilirseniz biz sizden  bir kuruş zam istemeyeceğiz" demeleridir. 

Ben işveren falan değilim ama bir işveren olsaydım işçime insanca yaşayabileceği bir ücreti layık görürdüm. Daha doğrusu kendimi bir empatiye tabi tutar: "Ben işçime vereceğim bu zam veya maaş ile kendim bir ay geçinebilir miydim" derdim. Ortalama kiraların 1000 lira olduğu günümüzde 1603 lira alan bir işçi dört kişilik ailesini nasıl geçindirir, bir ay boyunca ne yer ne içer, ay sonunu nasıl getirir? Bu işçilere yüzde elli zam bile versek değişen ne olur? 

Devletiyle, milletiyle ve işvereniyle işçiye verirken oran hesabı yapmadan insanca yaşayabilecekleri bir rakamı telaffuz etmemiz lazım. Bugün bu ülkede üreten, üretirken sırtı terleyen, aldıklarından fazlasını katma değer olarak veren bu emekçilere vermeyip de kime vereceğiz? İşimizi, işyerimizi, makinemizi, yani geleceğimizi teslim ettiğimiz bu gariban kesime vermekten  niçin kaçınıyoruz? Unutmayalım ki çalıştırdığımız işçiyi memnun edersek bu işçi bize fazlasıyla kazandırır, malımıza mal katar. Aramızda toplumsal barışa katkı sağlamış oluruz.

Haydi işverenler! Şu kadar verirsek maliyetler şu kadar artar, enflasyon azar hesabını bir tarafa bırakın, elinizi vicdanınıza koyun, işçimize insanca yaşayabileceği bir ücret takdir edin.

*07/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.