1 Aralık 2018 Cumartesi

“Gizlilik denen bir şey var de mi?” ***


Cumartesi günü şehir içi toplu taşıma araçlarından dolmuştayım. Çarşıya doğru gidiyorum. Ben bindikten sonra oturaklar dolduğu gibi dolmuşun ortası da ayakta yolculuk yapan yolcularla doldu. Anlaşılan herkes benim gibi hafta sonu tatilini geçirmek için kendini çarşıya atmaya çalışıyor. 

Yolda binen bir hanımefendi ayakta yanıma tutundu. Benden genç olduğu için yer verme gereksinimi duymadım. Ne de olsa ihtiyar sınıfındanım. Kadın bir eliyle koltuklara tutunurken diğer eliyle telefona sarıldı. Başladı konuşmaya. Daha doğrusu konuşmaya, telefonun öbür ucundaki kişi ile konuşmaya çalışıyor. Nereden başladıysa “Annem nasılsın” dedi. Karşı taraftaki niye sordun, ne yapacaksın, ne istiyorsun demiş olmalı ki sordum dedi. Birkaç defa tekrarladı bunu. Sonradan konuştuklarından anladığıma göre telefondakinden birinin işyerini aramasını, bugün çalışıp çalışmadığını öğrenip kendisine dönmesini istiyordu. Kendisi arayamadığına göre sanırım karşı tarafla görüşemeyen biri. Görüşmek istediği pazartesi buradan ayrılacağından diğerlerinin haberi olmadan son kez görüşecekti. Anlaşılan bir araya gelmeleri ve görüşmeleri de yasak olmalı ki bulunduklarından kimsenin haberi olmaması için farklı duraklardan da binebileceğini söyledi durdu. 

Telefonun öbür ucundaki ses nereye gittiğini sormuş olmalı ki dolmuşta aşina olduğum kişi; çarşıda durmayacağını, Kozağaç tarafına geçebileceğini veya herhangi bir yer bulabileceğini söyledi. Sorunu nedir pek anlayamadım ama büyük ailevi sorunları olduğu, hatta sorunun aile dışına taştığı da belli. Çünkü konuştukça açılmaya başladı.

Nihayet benim yaşlarımda bir teyze “Bunların yeri burası değil, burada böyle konuşulmaz bu işler. Gizlilik denen bir şey var de mi? Kapat artık! Ayıp ayıp!” deyince bizimki hiç tepki vermeden telefonu kapattı.  Yanımda az daha dikildikten sonra boşalan bir koltuğa oturdu. Ardından ben dolmuştan indim. Kızımız nereye gittiğini ve ne yapacağını bilmeden gitmeye devam etti.

Zaman zaman toplu taşıma başta olmak üzere yolda, çarşıda, pazarda bu şekilde zorunlu konuşmalara kulak misafiri oluyorum. Böyle herkesin duyabileceği şekilde rahat rahat uzun uzun konuşup da pek huzurlu olanı görmedim. Kurban olduğum Allah'ım hiç huzurlu olanı görmeyecek miyim şu fani dünyada dedim içimden. Maalesef hiç sorunsuz insana rastlamadım. Hepsinin kafası bir yerlerde takılı. Sorunuyla yuvarlanıp gidiyor. Acaba mutluluğa kapı aralayacak bir ışık bulabilir miyim derdinde. Belki de çıtayı çok yüksek tuttuğumuz için aradığımız mutluluk ve huzuru bulamıyoruz. Allah kimseye dermansız dert vermesin.

Dert çok olunca veya normal bir meseleyi büyüttüğümüzden midir kimsenin haberi olmadan özelde yapmamız gereken konuşmaları toplu taşıma araçlarına da taşımaya devam ediyoruz. İyi ki görmüş geçirmiş teyzemiz “Burası yeri değil, gizlilik denen bir şey var de mi” dedi de dertli hanımefendi telefonu kapatıp kendi kabuğuna çekildi. Yoksa daha ne konuşacaktı kim bilir? Keşke toplu taşımalarda herkesin duyabileceği şekilde bu şekil konuşma yapanları uyaracak her araçta bu teyze gibi bir tane olsa dedim yine içimden. 

İnsan olup da sorunsuz bir hayat olur mu? Bu hayatı dikeniyle birlikte yaşamaya alışmak zorundayız. Merak ediyorum durumunu herkese duyuracak şekilde ulu orta faş edenlerin amacı ne olabilir ki? Ben çok dertliyim ve doluyum mesajı vermek istiyor, bana yardım edin demek istiyorsa kusura bakmasın dolmuşta kimse onun elinden tutmaz. Sadece gürültüsüyle insanları rahatsız etmiş olur. Amacı bu ise bunu fazlasıyla yerine getiriyor.  Eğer amacı cümle aleme derdini duyurmak ise dünya, küçük  bir dolmuştan ibaret değil, dolmuşlar dünyanın merkezi de değil. Pekala bu kişiler sesini duyurmak için sosyal medyayı kullanabilir. Bu vesileyle daha çok kişiye derdini ulaştırabilir. Hem bu yol ile de kimseyi rahatsız etmemiş olur.

En iyisi teyzenin dediği gibi derdini özelde halletmeye çalışırsa çok iyi olur. Çünkü özel hayat kalabalıkta masaya yatırılamaz. Keşke insanımız dertlenmeden önce derdini nasıl, nerede, ne şekilde çözebileceğinin yolunu bir güzel öğrenmiş olsa... Belki de işe buradan başlamamız gerekiyor.

*** 13/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




Bu Yazımı Cami Görevlileri de Okur Umuduyla! (2) *


Yıl 2012 veya 2013. Bir ramazan bayramı günü ailenin diğer efradı ile birlikte beldemde bayram namazından sonra bayram yemeği yiyeceğim. Sabah namazından sonra çıkarsam 75 km’lik mesafenin birçoğunu kat ederim, böylece bizi bekleyenleri de fazla bekletmem dedim. Çıktık çıkıyoruz derken bayram namazı vakti yaklaştı.

Yolcu yolunda gerek, namaza kadar epey yol alır, vaktin girdiği bir meskûn mahalde namazımızı kılarız diye düşündüm. Yol üzeri bir camiye girdik ben ve dört çocuğum. Cami imamı vaaz veriyor tüm camilerimizde olduğu gibi.  Dinlemeye koyulduk ailecek. Vakit geldi. Şimdi keser, az sonra keser derken sayın hocamız bir ramazan boyu içinde biriktirdiğini cemaate boşalttı. Benim derdim kasabama yetişmekti, onun derdi bir başkaymış.  “30 ramazan boyunca daha hızlı kılıyor diye buradaki camimizi çiğneyerek birçoğunuz daha uzaktaki camiye gitti. Arada kaç dakika oynadı? Olur mu böyle şey? Burada cami varken öteye gitmek yakışır mı” şeklinde cemaatini bir güzel fırçaladı güzel üslubuyla.

Hocamız hızını alamadı, coştukça coştu. Çünkü tam cemaatini, özellikle kendisinden kaçan mahallelisini bir arada bugün bulmuştu. O konuşuyor, ben ise durmadan kolumdaki saate bakıyorum. Şehrimiz için belirlenen bayram namazı vaktinden 15-20 dakika geçti. Maalesef bitirmedi. Sonra ne oldu derseniz baktım olmayacak: Az sonra nerede kaldınız, bekliyoruz telefonları ardı arkasına acı acı çalacaktı. Nihayet çocukluğumda babamın “Kılmadan çıkıp gelseydin” dediğini bu bayram namazında yaptım. Çocuklarıma bir el işareti yaparak bayram namazını kılmadan maalesef camiyi terk ettim. Kendimi bildim bileli terk ettiğim ilk bayram namazıydı belki de. (Umarım benden sonra o cami cemaati bayram namazını kılabilmiştir.)
*
Yazımda anlatmak istediğim maksadımı sanırım anlatabilmişimdir. Yazımı uzattım biliyorum. Hatta içinizden senin de bunlardan geri kalır tarafın yok dediğinizi de duyar gibiyim. Hani ben de yukarıda anlattığım iki anekdottaki biri müftü, diğeri imamdan geri kalır tarafım yok. Onlar kürsüye çıktığı ve mikrofonu aldıkları zaman nasıl ki uzatıyorlarsa ben de klavyenin başına oturunca sanki kendimi kürsüde sanıyorum. Yaz babam yaz! Onlar konuşuyor, ben ise yazıyorum. Aramızdaki fark bu! Ne de olsa ben de onlarla aynı familyadanım. Çekmez isem ölürdüm zaten. (Dua edin konuştuklarından hatırladıklarımın hepsini yazmadım. Oldu olacak bir de onları yazayım deseydim çekeceğiniz vardı.)

Şimdi gelelim sadede! Bu anlattığım iki olay şaz iki örnektir. Tüm din görevlilerini bağlamaz ve genele teşmil edilemez. Haklarını yemeyelim, içlerinde dakik olanları da çok!  Üstelik böyle örnekler de kalmadı.

Günümüzde böyle örnekler kalmasa da sağdan soldan, çalıştığım ortamdaki mesai arkadaşlarımdan cuma öncesi vaaz veren din görevlileriyle ilgili serzenişler duyuyorum. Çoğu insanımız günlük beş vakit namazını kılmasa da cuma günü soluğu camide alır. İçlerinde öğretmeni, işçisi, doktoru, esnafı, öğrencisi vs var. Çoğu da zamanla yarışıyor. Ya işini bırakıp camiye gelmiştir, ya da cumadan sonra işine yetişecektir.  İstedikleri, vaaz veren hatibin veya vaizin dış ezan biter bitmez namaza geçit vermesidir. Aslında görevli uzatsa uzatsa üç-beş dakika uzatıyor. Ama üç-beş dakika da olsa çoğu insanımız (Özellikle hastane ve okul bölgelerindeki cami cemaati) zamanla yarışıyor. Doktordur; hastasını muayene edecek, öğretmendir; dersine yetişecek. Yani herkesin kendine göre bir derdi var. Hocalarımızdan beklediğim ezanın bitmesi falan değil, ezan okunmaya başlar başlamaz sözlerini bağlamaları. Hep birlikte okunan ezanı görevli imam ve cemaatin birlikte huşu içerisinde dinlemeleridir. Hem ezan okunurken işi-gücü bırakıp ezan dinlenmeli diyen bizler değil miyiz? Tamam cemaat vaazı dinlemek için zamanında camiye gelmiyor. Namaz niyetiyle geldiklerinde üç-beş önemli cümle daha söyleyelim iyi niyetini taşıyor görevliler. Ama koyun can derdindeyken biz et derdinde olmazsak daha iyi olur. Unutmayalım ki marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir. (Sakın cami görevlilerimiz maça gidince iki saat orada bekliyorsunuz, ha camiden bir beş dakika geç çıkalım örneği vermeye falan kalkmasın! Bu tür örneklere de cemaat sapla-saman karıştırılıyor diye kızıyor, haberiniz olsun!)

Sonuç olarak cami ve din görevlileri hakkında yazmak zor. Üstelik cesaret ister. Çünkü işin ucunda yanlış anlaşılmak veya yanlış anlaşılmaya sebebiyet olmak da var. Bunun sonucunda topa tutulmak, tu kaka yapılmak da var. Siz buna cahil cesareti de diyebilirsiniz. Ama burada niyetim yapıcı bir eleştiridir. Bize hep İslam’ın hoşgörüsünden örnekler veren bu kardeşlerimizin engin hoşgörülerine sığındım yazarken.

Din kardeşim! Uzatmıyorsan hiç üzerine alma ve alınganlık gösterme. Sözüm meclisten dışarı. Ama ezandan sonra inatla hala konuşmaya devam ediyorsan işte sözüm sana. Yani sözüm meclisten içeri!

* 22/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Bu Yazımı Cami Görevlileri de Okur Umuduyla! (1) *


1976 veya 1977 yılları olsa gerek. İlkokul beşe geçtiğim veya bitirdiğim yılın güz aylarından bir cuma günüydü. Babam bir inşaatta amele olarak çalışıyor. Annem babam için azık hazırlamış, cumadan hemen sonra kendisine götürmemi istedi. Aman gecikme diye de sıkı sıkı tembihledi.

Elimde azık çıkınıyla birlikte yola çıktım. Cumayı nerede kılayım diye düşündüm. Kendi camimizde mi kılayım yoksa babamın çalıştığı yere yakın Büyük Camide mi? Ama Büyük Caminin cemaati camiden geç çıkardı. Çünkü caminin imamı Sarı Hoca namazı yavaş kıldırırdı. En iyisi namazı daha hızlı kıldıran mahallemiz imamı Esat Hoca'nın arkasında yani mahallemizde kılmalıydım. Çünkü inşaatta çalışan, bedenen efor sarf eden bir kişi kurt gibi acıkır, dört gözle öğle yemeğini bekler. Bekletmeye gelmezdi.

Aşağı mahalle adıyla bilinen mahallemiz camiine cuma kılmak için elimde azık çıkınıyla birlikte girdim. Tanımadığım biri vaaz veriyordu. Minberin önünde Esat Hoca yerine sarık ve cübbesini giymiş bir genç oturuyordu. Az sonra vaaz veren Çumra Müftüsü olduğunu tanıttı. Beldemize her zaman gelemediğini, bugün fırsat bulup geldiğini, gelirken de Çumra İHL son sınıfta okumakta olan bir genci hutbe okuyup namaz kıldırması, bir kişiyi de müezzinlik yapması için getirdiğini söyledi. Ardından çiftçilikle uğraşan kasabamızın şimdi ekin-harman ve ekim-dikim zamanı olmadığını, kimsenin işi gücü olmadığını, şimdi zamana bağlı kalmadan vaaz vermenin tam zamanı olduğunu, rahat olup bağdaş kurmamız ve kendisini dinlememiz gerektiğini ekledi. Kendisi de bir güzel bağdaş kurdu mihrabın önünde.

Cuma ezanı okundu. Ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Müftü Bey bir güzel konuştu. Konuştukça konuştu. Bitirmedi bir türlü. Hocamız güzel konuşuyordu ama ben onu tam dinleyemiyordum. Çünkü aklım-fikrim babamdaydı. Ona azığını yetiştirmem gerekiyordu. Çıkıp gitsem mi acaba dedim. Ama daha cumayı kılamamıştım. Olmazdı. Haydi hocam! Ne olur, bitir şu konuşmayı! Herkesin işi olmayabilirdi ama benim işim vardı dedim içimden. Ne mümkün efendim! Konuştukça açıldı müftü bey! O zamanlar küçük bir çocuk olsam da müftü; içini, bildiklerini ve tüm birikimlerini camimize boşalttı desem yeridir. Tıpkı seyis hikayesinde papazın vaaz vermesi gibi. (Bu yazıda anlatılan hikayeyi okumak için https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2017/10/bu-dugunu-gormediyseniz-cok-sey-kacrdnz.html)

Vaaz ne zaman bitti, cumayı ne zaman kılabildik hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey benim evdeki hesabın camide tutmadığıydı. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştum. Namazı nasıl kıldım, caminin arkasına koyduğum nevaleyi nasıl aldım, çarık ayakkabılarımı nasıl giydim, camiden nasıl çıktım, nereye bastım bilmiyorum. Bildiğim deli danalar gibi dörtnala koştuğum. Koşarken Büyük Caminin önünden geçtim. Ne cemaat vardı caminin önünde ne de imam. İn-s- cin top oynuyordu. Sarı Hoca camiyi kilitlemiş, evine çekilmişti çoktan.

Nihayet babamın çalıştığı yere yaklaşırken durmadan nerede kaldı bu çocuk diye sağına soluna bakınan, bir taraftan da çalışan babamın daha ben yanına gelmeden bana olan hışmını el kol işaretinden anlayabiliyordum. Yanına varmadan kızmaya başladı. Nerede kaldın, saat kaç oldu dedi. Cumadan yeni çıktım dedim. Bu saate cuma mı kaldı dedi. Müftü gelmiş, vaaz verdi dedim. Cumayı kılmadan çıkıp gelseydin dedi. Ardından elimdekini almasıyla birlikte bir kenara çömeldi. Zaten açlığa dayanamayan, kolay kolay öğün kaçırmayan babam aç kurt gibi yemeye başladı. Bir taraftan da sana göstereceğim der gibi kafasını salladı durdu bana. (Meğersem birlikte çalıştığı arkadaşları cumadan sonra yemeklerini yemiş, babam bir güzel onlara bakmış, ardından işe koyulmuşlar. Onlar tok, babam ise aç bir şekilde.)

Babamın işe yeniden koyulmak için sinirli ve hızlı bir şekilde yediği yemek kabını aldıktan sonra evin yolunu tuttum. Ama içimde görevimi yapmış bir kişinin hazzı yoktu. Çünkü babamı memnun edememiştim. O zaman düşündüm mü bilmiyorum ama bugünden o güne bakınca rahmetli babamı gözümün önüne getirdim. Kendisini tanıdığım andan itibaren bir vakit namazını geçirdiğini görmedim. “Namaz kocatmaya gelmez” ve 27 kat sevabı var derdi hep. Tüm namazlarını camide cemaatle kılar, eve gelince de ilave nafile namaz kılardı. Namazlarını kılarken de ağır ağır ve huşu içerisinde kendisini namaza verir, namazdan çalmazdı. Aceleci biriydi ama iş namaza gelince namazın hakkını tam verir, aheste aheste kılardı. Bizi de namaza teşvik eder, kılıp kılmadığımızı ve camiye gidemediğimiz zaman niye gelmediğimizi sorardı. Namazımızı kıldığımız zaman sevinçten dört köşe olurdu. Namaz kılmayan birini gördüğünde kızar ve “Yiğidin alnı secdeye gelir mi” diyerek esprisini de patlatırdı.  Ama nedense bu sefer kıldığım cuma namazından memnun olmamış ve “Kılmadan çıkıp gelseydin” demişti bana. Bunu herkesten beklerdim de babamdan beklemezdim. Demek ki canına tak etmiş, beklemek ve açlık. –Devam edecek-

* 21/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.