10 Kasım 2018 Cumartesi

Parti Disiplini Denen Şey! ***


Ne zaman bir yazımda cemaat ve tarikatlara yer versem bazıları durumdan vazife çıkarır: Cemaat ve tarikatlar öyle değil der ve özellikle tarikatların ne olduğunu anlatmaya çalışır. Durum yazılarımdan vazife çıkaranların dediği gibi olsa da biz zahire göre davranır, onları öyle biliriz. Çünkü birçok cemaat ve tarikatlarda aykırı ve farklı söze yer verilmez, tek ses çıkar. Her şey askeriye mantığı gibi yukarıdan aşağıya emir komuta zinciri çerçevesinde cereyan eder. Bu durum sadece cemaat ve tarikatlarda değil; vakıf, dernek, STK'larda da üç aşağı beş yukarı böyledir. Yani hepsinde bir disiplin vardır.  O disiplinin dışına kolay kolay çıkılmaz. Bu disipline uyulmadığı takdirde ilgili kişi en basitinden dışlanır, yok kabul edilir, o yapıyla bağı koparılır. 

Tarikat, cemaat, vakıf, dernek, ve STK'lar böyle de çok partili hayatın vazgeçilmezi ve demokrasinin olmazsa olmazı dediğimiz partiler nasıldır? Gördüğüm hiç farkının olmadığıdır. Yok aslında birbirinden farkları. Çünkü partilerde bunun adı parti disiplinidir. Birinde "Vardır bir hikmeti" mantığı çerçevesinde içine sinse de sinmese de mutlak itaat ve bağlılık varken öbüründe bunun adı parti disiplinidir.

Parti disiplini olsun elbet. Önemli kararlarda partinin aldığı karara uyulsun. Ama bir TV kanalına çıkmak bile parti disiplinini ihlal kapsamına giriyor ve vekil orada kendi özgür görüşlerini açıklayamıyor, açıkladığı takdirde "Kesin ihraç talebiyle" parti yüksek disiplin kuruluna sevk edilebiliyor ise bu parti disiplini denen şey gelişmenin önündeki en büyük engeldir. Bu durum devlet memuru mantığıyla aynıdır. Devlet memuru da izin almadan basın açıklaması yapamaz, TV'ye çıkamaz. Haydi devlet memurundaki mantığı anladık diyelim. Her türlü imkanı sunarak seçip gönderdiğimiz vekil bir devlet memuru muamelesi görebiliyor, çalışma alanı daraltılabiliyor ve her şey parti liderinin isteği doğrultusunda olacaksa biz ne diye vekillere bu kadar imkan sunuyoruz? Bu görüntüyle vekil, özgür iradesiyle ne kanun teklifi verebilir ne içine sinmediği bir hususta görüşünü açıklayabilir.

Parti disiplini denen şey tüm partilerde var ve vekillerin üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmakta. Bu parti disiplini dedikleri lider sultasından başka bir şey değildir. Maalesef bu ülkenin veya tüm doğu ülkelerinin kaderi bu olsa gerek. Bu durum partilerde böyle, cemaat ve tarikatlarda böyle; vakıf, dernek vb. STK'larda hakeza. Baştaki yani bir oluşumun en tepesindeki ne derse o olur. Diğerlerinin görevleri bu emre uymaktır ve uyan kalabalık ne kadar fazla olursa boruyu öttürenin gücüne güç katmaktır.

Sonuç olarak bir STK'da veya partide değerin belirlenen kural ve disipline uymaktan ibarettir. Böyle hareket etmediğin takdirde değerin sıfırlanır, gözden düşer, kapı önüne konursun. Gerisi yalandır.



*** 15/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


9 Kasım 2018 Cuma

Önceliğimiz Ne Olmalı?****


İnsanoğlunun rahat ve kolay bir hayat sürmek için öncelikleri vardır. Kişiden kişiye bu öncelikler değişse de genelde insanoğlu atım-arabam olsun, evim-barkım olsun; gezeyim tozayım, kimseye ve hiçbir şeye muhtaçlığım olmasın, kimseye bağlı olmadan özgür bir şekilde yaşayayım, isteklerimi zamana yaymadan bir an evvel halledeyim çabası içerisindedir. Aslında tüm çaba ve gayret mutlu ve huzurlu bir hayat sürmek içindir.

Diyelim ki kafamıza koyduğumuz tüm isteklerimiz gerçekleşti. Sonuç? Mutlu olabiliyor muyuz? İnsanoğlu olarak her yolu denesek de maalesef bir türlü mutlu olamıyoruz. Olsak da geçici oluyor. Çünkü bir müddet sonra çekip gidiyor bu mutluluk. Tıpkı yalancı bahar gibi. Tüm isteklerimizi elde edip düze çıkınca içimizde hala bir eksiklik hissederiz. Nasıl olur? Ne eksiğimiz kaldı ki? Her şeyimizi elde ettik. Hissettiğimiz eksikliğin huzur ve mutluluk olduğunu nice sonra anlarız. Halbuki tüm çaba ve gayretimiz rahata kavuşmak suretiyle huzur ve mutluluk değil miydi? İsteklerimiz gerçekleşince bu da arkasından gelir diye düşündük hep. Ama gelmiyor bir türlü. Çünkü mala-mülke, ata-arabaya, eve-barka, paraya-pula sahip olmak tek başına mesut ve bahtiyar olmak için yeterli değildir. Şayet öyle olsaydı tüm zenginlerin sürekli mutlu, huzurlu ve hiçbir dertlerinin olmaması gerekirdi.

Bana göre tüm bunların arkasında yatan sebep beklentilerimizdir. Bu beklentiler farklı farklı olabilir: Ayağımızı yorganımıza uzatmadan çıtayı yüksek tutmak, imkânı olan başkalarından beklenti içerisine girmek, isteklerimizin gerçekleşmesi için gece-gündüz kendimizi şartlandırmak, elde etmek istediğimizle yatıp kalkmak, olmamasını dert edinmek gibi durumlar mutsuzluğumuzu tetikleyen sebepler olabilir diye düşünüyorum. Olanı kabullenemiyor, mevcut halimize şükredemiyor, olmayan şartlarımızı zorluyoruz. İstek ve beklentilerimizin olması için çırpındıkça sıkıntıya giriyor, dert sahibi oluyor, tabir yerindeyse insan kılığından çıkıyoruz. 

Çalışıp kazanmak güzeldir ve olması gerekendir. Çünkü  çabalamazsak bir başkasına muhtaç oluruz. Ama doğal akışı içerisinde tabiatı zorlamamak lazım. Biz çoğu zaman küpe girmeden sirke olmaya kalkıyoruz. İsteğimiz hemen olsun istiyoruz. Bunun için boyumuzdan büyük borcun altına giriyor, gerekirse kredi çekiyoruz. Kendimizi gerdikçe geriyoruz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmadan zamana yaymadan iyi bir hesap ve kitap yapmadan kalkıştığımız borç yükünün altında eziliyoruz.

Kanaatime göre rahat ve konforlu bir hayat sürmek için yine mutlaka hedeflerimiz olmalı. Ama bir an evvel rahat edeceğiz diye huzurumuzu kaçırabiliriz. Önceliğimiz huzurumuz olmalı. İnsan az ile mutlu olabildiği gibi çok ile mutlu olamayabilir. Belki de kişinin mutluluğu azdadır. Çünkü variyet kişiyi azdırabilir ve şımartabilir de. En iyisi huzurumuzu kaçıracak yüklerin altına girmemektir. Yoksa üç günlük dünyada hayat burnumuzdan fitil fitil getirir.

**** 10 Kasım 2018'de haberladik.com sitesinde yayımlanmıştır.





8 Kasım 2018 Perşembe

"Kur'an'ı Niçin Arapçasından Okuyoruz?" *


Dün bir öğrenci "Kur'an'ı niçin Arapçasından okuyor, Türkçesinden okumuyoruz" dedi. Öğrenciye “Senin adın Orkun değil mi” dedim. “Evet” dedi. İsminin anlamını biliyor musun? Dedim. “Biliyorum kentin yöneticisi demek” dedi. “Sana Orkun diye değil de ‘Kentin yöneticisi’ diye hitap etsek nasıl olur, kabul eder misin” dedim. “Kabul etmem” dedi. “Niçin” dediğimde “Çünkü beni tam karşılamıyor” dedi. Ardından  "Kur'an'ın orijinal dili Arapçadır. Anlamak için mutlaka Türkçe anlamını da okuyacağız, ama yüzlerce meal var, bazı ayetlere farklı anlamlar verilebiliyor. Farklı meallerin hangisinin doğru olduğunu tespit etmek için orijinal metne müracaat ederiz. Orijinalinden okumak Kur'an'ın aslını korumak demektir. Tıpkı isminin anlamını bildiğimiz gibi yine sana Orkun diye hitap edelim, olmaz mı" şeklinde bir açıklama getirdim. 

Bana bu soruyu soran öğrenci 5.sınıf bir öğrenci. Sorusu da çok masum. Verdiğim cevaba ikna oldu öğrenci. Anladığım kadarıyla zaman zaman ateşi sönse de ev ortamında ve ekranlarda sık sık “Bu Kur’an’ı Türkçesinden okusak, ezan Türkçe okunsa da anlasak” tartışmalarından öğrenci de etkilenmiş. Ki etkilenmemesi mümkün değil.
***
2000’li yıllarda çalıştığım bir Anadolu Lisesinde bir öğrenci parmak kaldırdı. Kendisine söz verdim. “Hocam! Kur’an bugün ihtiyaçlara cevap vermiyor. Yenisi yazılsa nasıl olur” dedi. “Kur’an yeniden yazılamaz. Çünkü Allah kelamıdır. Üstelik her ihtiyaca cevap verdiği gibi her asra da hitap eder, yeter ki biz okuyup anlayalım ve hayatımıza tatbik edelim” dedim.

Bir ay sonra Kur’an-ı Kerimi tanıtmak amacıyla sınıfa birkaç mealli Kur’an-ı Kerim ile birlikte girdim. Kitapla ilgili biraz açıklama yaptıktan sonra daha yakından görmeleri için en ön sıralara birer tane koyarak “İnceledikten sonra arka sıralara verelim” dedim. Öğrenciler Kur’an’a göz gezdirirken bir ay önce “Kur’an’ı yeniden yazsak nasıl olur” diyen Cenk isimli öğrenciye “Bu Kitap’tan evinizde var mı” dedim. “Bilmiyorum, vardır herhalde” dedi. “Bu Kur’an-ı mealinden hiç okudun mu” dedim. “Hayır okumadım” dedi. “Pekiyi içinde ne yazıyor biliyor musun” dedim. Yine “hayır” dedi. “Mübarek! Hiç içine bakmadan, ne yazdığını bilmeden bu asra hitap edip etmediğini incelemeden niye yeniden yazmaya kalkıyorsun o zaman” dedim. “Tamam hocam, yeniden yazmayalım o zaman” dedi. Gülüştük.

5.sınıf öğrencisi gibi lise üçüncü sınıfta okuyan Cenk de açıklamamdan ikna oldu. Geri kalan zamanda dersimize kaldığımız yerden devam ettik. Çünkü sorun masumane soru soran öğrencilerde değil biz büyüklerde. Keşke tartışmalarımızla kafalarını karıştırdığımız küçüklerin ikna oldukları gibi büyüklerimiz de ikna olsa bu konular bir daha açılmayacak şekilde kapanır gider, ısıtılıp ısıtılıp önümüze tekrar tekrar konmaz. Keşke biz büyükler de bu çocuk ve gençler gibi masum olsak inanın aramızda bu şekil suni bir tartışma hiç olmazdı.

İşin garibi “Kur’an Türkçeleştirilse, namazda Arapça değil Türkçesini okusak, ezan Türkçe okunsa da ne dediğini anlasak” tartışmalarını başlatan büyüklerin çoğunun namazda, niyazda, Kur’an’da ve ezanda gözü yok. Onları ne camide görürsünüz ne de cemaatte.  Gözü yok ama kaşımayı iyi beceriyorlar maalesef. (Az sayıda da olsa bu tiplerin içinde namaz kılan ve Kur’an okuyan samimi kimseler var. Bu hakkı da burada teslim edelim.)

* 10/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.