23 Eylül 2018 Pazar

1379 Yıllık Yas ***


Hicri takvime göre muharrem ayının 10.günü Müslümanlarca Aşure günü adıyla değişik etkinliklerle anılır. Çoğu ev, adını bugünden alan aşure yemeği yaparak komşularına dağıtır, arta kalanı eş ve dostuyla yer. 9.10.ve 11.gün oruç tutmak tavsiye edildiği için çoğu kimse bugünleri oruçlu geçirir. Evlerde annelerimiz tarafından yapılan aşure çorbası son yıllarda çarşı, pazara da sıçradı. Kurum, kuruluşlar, firmalar, okullar aşure pişirmek suretiyle bu geleneği devam ettirmektedir.

Muharremin 10.günü yani aşure günü Şiiler pişirilen aşurenin yanında bugünü matem havası içerisinde anmaktadır. Daha doğrusu matem havası falan değil, düpedüz yas tutuyorlar bugün. Çünkü Aşure günü aynı zamanda Kerbela günüdür. Peygamberimizin torunu Hz Hüseyin Muharrem'in 10.günü Kerbela'da Yezid'in askerleri tarafından 72 yakını ile birlikte hunharca katledilmiştir. Bundan dolayı Şiiler Hz Hüseyin ve yanındakilerin çektiği acıyı aynen çekmek amacıyla Muharrem'in 10.günü yas tutuyorlar. Milyonlarca Şii-Caferi bu etkinliklere katılmaktadır: Siyahlar giyilir, zincirlere vurulur. Kendi kendilerine yumruk atarlar, ağıtlar yakarlar. 1379 yıldır bu matemi devam ettirmektedirler. 

Kerbela olayı menfur bir olaydır. İslam dünyasının kanayan yarasıdır. Asla tasvip edilemez. Tüm İslam dünyası bu menfur olayda Hz Hüseyin'in yanında yer alır. Onu ve yanındakileri şehit edenleri lanetler. 

Aşure günü Caferilerin Hüseyin ve yakınlarının katledilmesinden duydukları üzüntüyü anlıyorum. Hüseyin ile ilgili anma programlarını da anlıyorum ve saygı duyuyorum. Onları ayıplamıyorum. Anlamadığım nokta yas tutmaları. Bir yas dile kolay 1379 yıl devam eder mi? Ölenle ölünmez biliyorsunuz. Sonra İslam'da ölenin ardından sessizce gözyaşı dökülür. Hatta İslam taziyeyi üç gün ile sınırlandırır. Asla matem tutulmaz. Siyaha bürünmenin, ağıt yakmanın, kendisine zincirle ve yumrukla vurmanın mantığını anlayabilmiş değilim. İslam'ın 3 gün ile sınırlandırdığı taziyeyi matem havasına büründürmek suretiyle 1379 yıldır devam ettirmeyi benim akıl ve havsalam almıyor. Anlamak istiyorum, anlayamıyorum. 

"Hüseyin ve arkadaşları normal ölmedi, katledildi. Biz bu acıyı içimizden atamadık. Bu acı babadan evlada devam edecek. Biz bu acıyı çekmeye devam edeceğiz. Bilmeyen bizi anlayamaz" derlerse aynı acı niçin diğer şehit edilenlere duyulmaz. Hz Ömer camide namaz kıldırırken, Hz Osman evinde Kur’an-ı Kerim okurken, Hz Hüseyin'in babası Hz Ali sabah namazına giderken şehit edildi. Görüleceği üzere üç halife normal ölmedi. Niçin Hüseyin'e gösterilen ilgi-alaka ve tutulan yas diğer Müslümanlara gösterilmez, aynı acı hissedilmez. Burada başka bir şey olsa gerek ama ne?

1379 yıldır devam eden bu matem geleneği bugünden yarına sona edeceğe benzemiyor. Sanırım bu tür matem havası içerisinde anmayı kıyamete kadar sürdürecekler. Yazımızı Erol GÖKA’nın 20/09/2018 günkü Yenişafak gazetesindeki köşesinde  “İslam’da Matem Var mı?” başlıklı makalesinden bir alıntıyla nihayete erdirelim: “İslam Peygamberi'nin (sav) “Ölü için yüksek sesle ağlamak, siyah elbise giymek, siyah perdeler ve rozetler, işaretler asmak caiz değildir” dediği, matemlerini gerekçe gösterip elbisesini yırtan ve bağırıp çağıran insanları kınadığı, ölü için yüksek sesle ağlamanın ölüye sıkıntı vereceğini bildirdiği doğrulanmış bilgilerdir.” 23/09/2018

*** 27/09/2018 günü  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Bir Askerin Gösterdiği Hassasiyeti Maalesef Bu İmam Gösterememiştir *

1990’lı yıllarda Nizip müftüsü olarak görev yapan Ahmet YILMAZ adında bir müftümüz vardı. Çalıştığım okulda ihtiyaç olduğundan Arapça-tefsir gibi derslere girerdi bazı günler. Bir gün bir anısını anlattı. Önce bu anıyı anlatacağım size. Sonra sadede geleceğim.


Suriyeli askeri yetkililerle bizim askeri erkân Suriye’de bir görüşme yapması gerekir. Tercümanlık yapması için yanlarında Ahmet Bey’i de götürürler. Yapılan ikili görüşmenin ardından yemek yenecektir. Suriyeli garsonlar masaları donatmaya başlar. Masalara içki de koyarlar. Müftü ile garsonlar arasında bir konuşma geçer. Daha doğrusu tartışma olur. Bizim askeri yetkili, “Ne oluyor Müftü Bey” diye sorar. Ahmet Bey, “Masaya içki koydular, kaldırın dedim. Olmaz dediler. Bunu konuşuyorduk” deyince bizim subay, “Kaldırsınlar tabi! Müftünün yanında içki içilir mi” der ve içkiler masalardan kaldırılır.


İçki sadece müftünün yanında değil, hiçbir yerde içilmemesi lazım. Ama bizim subayın hassasiyetini takdir ettim. İçki içerim ama yerinde ve ortamında içerim, kimin yanında içtiğime dikkat ederim dercesine müftünün yanında içki içmeyerek saygısını göstermiştir.


Şimdi size gazetelere yansımış bir olayı kısaca anlatacağım: Manisa’nın Salihli ilçesinde 13 Eylül 2018 Perşembe günü öğle namazını kıldıran bir imam, cemaat çıktıktan sonra caminin kapısını içeriden kilitler. Bahçede bankta oturan cemaatin dikkatini çeker bu durum. Az sonra caminin diğer kapısından bir kadının camiye girdiğini gören cemaat, camiye hırsız girdi diye polise haber verir. Gelen polis ekibi 40 dakika boyunca uğraşır, camiyi açtıramaz. Sonunda arka taraftan çıkmakta olan kadını yakalar. İçeri girdikleri zaman imamı da imam odasında bulurlar. Suriyeli olduğu anlaşılan kadın ile imamın ifadeleri alınır: “Temizlik yapıyorduk, yorulmuşuz” derler. Alınan ifadelerinin ardından kadın ve imam serbest bırakılır. İmam yatsı namazını kıldırmak üzere mihraba geçince cemaat, “Adi herif! Senin ardında namaz kılınmaz” diyerek tepki gösterir. Bu tepki üzerine imam namazı kıldırmadan çıkar gider. Gazetelerin yazdığına göre cami görevlisi açığa alınır ve soruşturma başlatılır.


Gazetelerin çoğu bu haberi “İmam, camide Suriyeli kadınla basıldı” şeklinde verdi. Haberin aslı var mı/yok mu soruşturma sonucunda ortaya çıkacaktır. Bu nahoş olayın umarım aslı çıkmaz, iftira olur. Eğer olayın aslı var ise vay halimize demek lazım.  Bu olayın bir benzeri de 2017 yılında Konya’nın Selçuklu ilçesinde emekli olan bir cami görevlisinin fahri olarak müezzinlik yaptığı camide yine bir Suriyeli kadın ile basıldığı gazetelere yansımıştı.


Zina başlı başına bir suçtur. Savunulacak bir tarafı yoktur. Üstelik dinimiz, neslin bozulması demek olan zinaya yaklaşılmasını bile yasaklar. Zinayı aynı zamanda örf ve adetlerimiz de kabul etmez. Dinimizin yasaklamasına, toplumun örfünde yeri olmamasına rağmen maalesef bu ülkede taciz, tecavüz, cinsel istismar, sarkıntılık ve aldatma olayları eksik olmuyor. Zaman zaman basında yer alan her tecavüz olayı ve kaçamaklar toplumda büyük bir infiale sebebiyet verir. Salihli’de vuku bulan bu olayı ilginç kılan olayın camide cereyan etmesi ve failinin de din görevlisi olmasıdır. Kimseyi ayıplamıyor ve kınamıyorum. Çünkü bu uçkur davası bu toplumun başının belasıdır. Bu işi yapanların dinli-dinsiz olması fark etmiyor. Yeter ki insanımız şehvetinin esiri olsun.


Açıkçacı ben uçkurunun esiri olan bu görevliden müftünün yanında içki içmeyerek saygısını gösteren askerin hassasiyetini ve Allah’tan korkmuyorsa bari kuldan utanmasını, en azından utanır gibi yapmasını, bu herzesini cami dışına saklamasını beklerdim. Adam hem imam, hem de başka bir yer bulamamış gibi camide yapıyor aşna fişnesini. İmamımız bunu hem de camide yapıyorsa toplumun diğer bireylerine bir şey söyleme hakkımız var mı? İmamın bu osurması cemaate nasıl tesir eder varın siz düşünün.


Ne günlere kaldık! Yazık! Hem vallahi, hem billahi!


Not: Salihli’de meydana gelen bu menfur olay bireysel bir olaydır. Tüm Diyanet camiasına teşmil edilemez.

* 24/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




21 Eylül 2018 Cuma

Eğitim ve Öğretimimiz Bir Kıpırdasın İsteniyorsa... **


Velisinden öğrencisine, öğretmeninden müdürüne, milli eğitimin taşra teşkilatından merkez teşkilatına, muhalefetinden iktidarına, esnafından eğitimle hiç alakası olmayan kesimlere varıncaya kadar bu ülkede eğitim ve öğretimimizden memnun olan yok. Hepimizi şu ya da bu şekilde ilgilendiren veya etkileyen maarifimizden herkes şikayetçi. İlgili-ilgisiz herkes eğitim ve öğretimin içinde bulunduğu durumu eleştirirken taraflardan kimse kendi üzerine toz kondurmuyor. Kenara çekilip veryansın etmeyi iyi beceriyoruz. Yani kendimizi temize çıkararak başkasına atış yapıyoruz. Hiç iyi yönü yok mu günümüz eğitim ve öğretiminin denirse deve gibi olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz. İşin garibi maarif davamıza olumsuz bakmanın da ötesine geçtik. Karamsarız artık. Zira umutlarımız tükendi iyice. Ne yapacağız bu durumda? Bu işin altından nasıl kalkacağız?

Eğitim ve öğretimin içindeki ve dışındaki iç ve dış paydaşların mevcut maarifimize bakış açılarını değiştirmedikleri müddetçe, taraflar “Acaba bu işte benim de payım var mı” diye sorgulamadıkça, birbirimizi suçlamayı bırakmadıkça bırakın eğitim ve öğretimi düze çıkarmayı hepimiz altında kalmaya devam ederiz. Kimse kusura bakmasın, bu kadar olumsuz bakanın olduğu bir ortamdan iyi bir eğitim ve öğretim çıkmadığı gibi bugünkü günümüzden daha da kötüye gideriz.

Eğitim ve öğretimi öğrencisi, velisi, öğretmeni, okul yöneticisi, taşra ve merkez teşkilatıyla bir takım oyununa benzetirsek –ki takım oyunudur- takımda görev alan herkesin bir görevi vardır. Takımda herkes kendisine verilen görevi yerine getirirse takım başarılı olur. Biri ihmal ederse takım geri düşer. Futbol maçını gözümüzün önüne getirelim. Kalecisinden defansına, liberosundan orta saha oyuncusuna, santraforundan teknik heyetine, hakeminden kulüp yöneticilerine varıncaya kadar her birinin bir görevi vardır. Hangisi görevini ihmal ederse takımda bir aksama meydana gelir ve maçın kaybedilmesi şaşırtıcı olmaz. Aynı durumu eğitim ve öğretim camiası için de düşünmek lazım. Her başarısızlık öğretmenin üzerine yıkılır ve sürekli öğretmen suçlanırsa velisine, öğrencisine, üst ve alt yöneticilere ses edilmezse sürekli suçlanan bir öğretmen başarılı olamaz. Başarılı olsa da kimse takdir etmez.

Teknik direktör iyi, oyuncular kötüyse; oyuncular iyi teknik direktör kötüyse bu takım bir müddet bireysel başarı gösterir. Ardından yavaş yavaş gerisin geriye gider. Yine takım oyununda bir tarafta bir aksama meydana gelmişse diğer taraflardan destek gelir. Ne halin varsa gör denmez. Çünkü bu bir takım oyunudur.

O zaman eğer eğitim ve öğretimi düze çıksın, eğitim ve öğretimimiz kıpırdasın isteniyorsa öncelikle takımdaki tüm oyuncular görevini bilmeli ve birbirine güvenmeli. Bu konuda taraflar birbirine açık çek vermeli. Güvenin ardından kimin görevini yapıp yapmadığını MEB, denetim vasıtasıyla ve alacağı geri dönütlerle masaya yatırmalı. Görevini bihakkın yerine getireni ödüllendirmeli, yerine getirmeyeni bir iki uyarıdan sonra cezalandırma yoluna gitmeli. Futboldaki kurallar nasıl acımasız ise aynıyla burada da uygulanabilir. Görevini ihmal eden, faullü davrananı önce sözlü uyarır. Olmadı mı sarı, ardından kırmızı kart ile oyun dışı eder.

Haydin eğitim ve öğretimimiz biraz kıpırdasın isteniyorsa takım oyunundaki kuralları aynen burada da uygulayalım. İnanın yatalak durumdaki eğitim ve öğretimimiz kıpırdadığı gibi yürümeye ve koşmaya başlar.

** 23/09/2018 tarihinde kahtasoz.com adresinde yayımlanmıştır.