6 Eylül 2018 Perşembe

Hayat Mücadelesi Daha Bir Zorlaşıyor! *


Teknolojinin her türlü imkanlarından faydalandığımız içinde yaşadığımız hayat gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Yaşama şartları iyice zorlaşıyor. Daha fazla çalışmamız gerektiğini dayatıyor bize. 

Önce teknolojinin nimetlerini sundu bize. Ardından  tüketmeye alıştırdı, sonra lüks yaşamayı olmazsa olmaz gösterdi. Vazgeçilmez yeni ihtiyaçlar icat etti. Bunsuz olmaz dedirtti bize. Harcamak, almak, ihtiyaçları hemen temin etmek bir tutku haline geldi hepimizde. 

Şartlandık bir kere. Var olan da alıyor bugün, olmayan da. Rahatımız için hayatımızı kolaylaştırmak için başkasında olan bizde de niçin olmasın? Durum bu olunca daha fazla çalışmak zorundayız. Çünkü kazancımız yetmiyor. Bunun için gerekirse ek iş yapmalıyız, gerekirse eşimiz çalışmalı, gerekirse çocuğumuz bir iş yapmalı. Evde kim varsa, kimden ne kadar faydalanabiliyorsak bütün imkanları seferber etmeliyiz. 

Çalışmak ayıp değil elbet. Herkes gücü nispetinde evine kazanç getirmeli, namerde muhtaç olmamalı. Ayıplanacaksa bomboş gezen ve oturan ayıplanmalı. Fakat ben bu çalışmada bir mantalite değişikliği görüyorum. Sanki her birimizi açlık korkusu sarmış gibi. Tek kişinin çalışmasını yeterli görmüyoruz artık. Dün "Eşimi elin içinde çalıştırmam, evimin hanımı olsun, çocuklarımı büyütsün" diyenler de bu kervana katıldı. Eşin çalışmaması ayıplanır ve garipsenir oldu. Evlilik kriterlerinin başına çalışan eş şartı, ilk sıralarda yer almaya başladı. Zamanında çalışan eş almayan da mevcut durumuna hayıflanır oldu. Çünkü bir eve ne kadar maaş girerse o ev o kadar rahat edecek, alınması gerekenleri bir an evvel alma imkanına kavuşacaktı. Bu yüzden herkes çalışmalıydı. Günümüz tüketim şartları bunu gerektiriyor anlaşılan. Kimi birden köşe olmak, kimi de hayata tutunmak için olmalı.

Merak ediyorum babalarımız bizi nasıl büyüttü, nasıl baş göz etti? Geçmişte bir baba çalıştı, dokuz kişiye baktı. Bugün evdeki dokuz kişi de çalışmak zorunda. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı, nereye doğru yuvarlandığımızı, nasıl bir açmaza doğru doludizgin gittiğimizi varın siz düşünün. Öyle zannediyorum bize dayatılan hayat her geçen gün bizi daha da zorlayacak. Her geçen yıl malın-mülkün, eşyanın esiri olmaya devam edeceğiz. Bu durum "Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası/Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası" olmaktan öte bir başka şey.

Rabbim sonumuzu hayreylesin. Orta ve dar gelirli insanların yardımcısı olsun. Kimseyi namerde muhtaç etmesin, bize bugünümüzü aratmasın, ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı nasip etsin.

* 12/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Ortalık Benim Gibi Test Edilmemiş Dürüstlerle Dolu! *

Yarım asrı aşan tecrübeme dayanarak söylüyorum, piyasada dürüst insandan geçilmiyor. Beraber yediğim, içtiğim, oturup-kalktığım, birlikte çalıştığım, gözümün alabildiği kadar görüp gözlemlediğim, kulağımın işiteceği kadar işittiğim, televizyondan izlediğim, sosyal medyadan yazılarını takip ettiğim kim varsa hepsi dürüst. Ben içlerinde sahtekarına, yanlış düşünenine rastlamadım.

Hiçbiri çalmıyor, çırpmıyor. Kimsenin tavuğuna kış demiyor. Harama uçkur salmıyor, boğazından haram lokma geçmiyor, ağzından kötü söz çıkmıyor, işini doğru dürüst yapıyor, mesaisine riayet ediyor. Aynı zamanda fedakâr. Haksızlık yapmıyor; üstelik haksızlıklardan şikayetçi. Torpil yapmıyor ve yaptırmıyor. Çünkü herkes geldiği yere bileğinin hakkıyla geldiğine inanıyor. Konuştukça adalet timsali biri imajını ediniyorsun. Sanırsın ki sözde değil, özde adaletiyle nam salmış Ömer'in günümüz versiyonu. Ne malda gözü var, ne mülkte, ne de makamda. Ülkeyi, hatta dünyayı düzeltecek kadar yetenekli ve geniş bir ufuk ve birikime sahip.

Konuşurken kimse mangalda kül bırakmıyor. Ballandıra ballandıra anlatıyor kendini. Ortamdaki çirkefliklerden dem vuruyor. Öyle anlatıyor ki biz bizenin dışında herkes kötü. Aslında gözümüzü budaktan sakınmıyoruz. Kim olsa eleştiririz. Çünkü bizim kimseden çekinmemiz yok. Tek korkumuz Allah korkusu. Başkasını eleştirmekten kendimize sıra gelmiyor diyeceğim ama yok ki kötülüğümüz! Olsa seve seve anlatacağız! 

Gördüğüm kadarıyla herkes dürüst. Dürüstlükte samimi olduklarına da inanıyorum. Fakat bu dürüstlüğü ben; test edilmemiş, denenmemiş dürüstlük olarak değerlendiriyorum. Buna ben kendim de dâhilim. Yokluk ve imkânsızlıklar aslında bizi dürüst yapan. Belki de beceriksizliğimizden ya da iş bilmezliğimizdendir dürüstlüğümüz. Çünkü ne kadınla imtihan olmuşuz, ne makamla, ne şöhretle, ne de parayla. Hiç düşündük mü bugün sahip olmadıklarımıza yarın sahip olsak aynı şekilde dürüst kalacak mıyız? Bakmayın siz ben değişmem dediğimize. Boşuna söylememişler "Bekâra avrat boşamak kolay" diye. Hiç boşuna dürüstlüğü kaybedenleri ayıplayıp kınamayalım. Çünkü kınayan bir gün kınanır ve kınadığı mutlaka başına gelir, er veya geç. Zira yine ortalık dürüstlüğü kaybedenlerle dolu. Kimi makamdan kaybetmiş, kimi kadından, kimi de varlıktan. Öyle zannediyorum sınanıp dürüstlük sınavını kaybedenler de ellerinde imkân yokken çok dürüst idiler. Ama denendiklerinin arasında boğulup gittiler ve bugün denenmemiş dürüstlerin bahsettiği dürüstlüğü, adaleti ağızlarına bile alamıyorlar. Çünkü savrulup gitmişler. Kimi belli etmese de içten içe kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyor, kimi de kendiyle yüzleşmekten korkuyor, kaçıyor durmadan. Ya da mazeret ve gerekçelerin arkasına sığınıp yoluna devam ediyor.

Hasılı insanoğlu iki türlüdür. Biri sınava tabi tutulmamış dürüstler. Diğeri sınavı kaybetmiş dürüstlerdir. Az sayıda denenmiş ve sınavı alnının akıyla geçmiş dürüstler var ki bir elin parmaklarını geçmez. Bunlar ise denizdeki bir katre misali kadardır. Kaybeden dürüstlerle, kaybetmeye namzet dürüstlerin arasında esemeleri okunmaz. 

50 yıllık tecrübeme dayanarak ben hali pürmelâlimizi böyle okuyorum. Ne diyelim Allah, dürüstlük sınavını hakkıyla geçenlerden eylesin cümlemizi... 06/09/2018

* 06/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Fotokopi ve Öğretmen


Bana bir okulda öğretmenin olmazsa olmazı nedir deseniz fotokopi derim. Çünkü fotokopi öğretmenin hem eli, hem de ayağıdır. Fotokopiden mahrum kalan veya ulaşma zorluğu çeken bir öğretmenin eli-ayağı bağlı gibidir. Zira ikisi birbirinden ayrılmaz ve aralarında sıkı bir ilişki vardır. Biri olmadan diğeri bir işe yaramaz.

Vazgeçilmez ders materyalidir ne de olsa fotokopi. Tıpkı ders kitabı gibidir. Bu yüzden bir öğretmen bir okula geldiği zaman ilk işi bu okulun fotokopi işleyişini sorar. Çünkü öğretmenlik sadece dersi anlatmaktan ibaret değildir. Öğretmen dersi anlattıktan sonra konunun anlaşılıp anlaşılmadığını öğrenmek, konunun daha iyi kavranılmasını sağlamak amacıyla yazılı  sınav yapacak, eve ev ödevi verecek, konu tarama testi uygulayacak, çıkmış soruları verecek. Tüm bunlar için kağıda ve çekim için makineye ihtiyaç duyar.

Okul müdürünün Yönetmelikte olmayan asli görevlerinden bir tanesi de okulunun fotokopi işini halletmektir. Müdürlerimiz bu konuda yeknesak değil. Her biri farklı farklı muamele yapıyor. Eskiden bazı okul müdürleri okulunun kağıt işini çözmek için velilerden az veya çok bağış alırdı. Arka arkasına gelen bakanların birbirine miras bırakırcasına "Kayıtlarda veliden para istenmeyecek" şeklinde talimat vermelerinin ardından müdürler kayıtlarda bir top fotokopi kağıdı istemeye başladı. Kayıtların merkezi sistemle otomatik kaydının yapılmasıyla birlikte okullara damlayan kağıtların sonu kesildi. İlçe Milli Eğitimler okulların kağıt-toner ihtiyacını karşılamak amacıyla her yıl okullara fotokopi kağıdı yardımı yapmaya başladı. Bu da yeterli gelmedi. Çünkü okullarda su tüketilir gibi fotokopi kağıdı kullanılıyor. Ödeneği olan liseler ile İHO'lar gelen ödenekle kağıt vb. ihtiyaçlarını temin etme yoluna giderken diğer okullar mahalli imkanlarla bu ihtiyacı karşılamaya çalıştı. Mahalli imkan denilince ilk akla gelecek ya bir hayırseverdir ya da öğrenci. Öğrenciden istenen fotokopi parası şikayet olmadığı müddetçe sorun değil. Bir veli şikayet ederse -ki eksik olmaz- okul, şikayet var diye para toplamaktan da el etek çeker.

Haydi müdür veya öğretmen kağıdı temin etti diyelim. Bu kağıdın işe yaraması için makinesi lazım. Bu makineye toner lazım, bu makinenin tamir ve bakımı var. Bütün bunlar maliyet. Gün geçmiyor ki okulun fotokopi makinesi bozulmasın, toneri bitmesin. Toner değil mi siyah boya, bacanın isi demeyin. Hepsi pahalı bunların. Zira hepsi ithal. Bu ülkenin ithal olmayan tek şeyi insanıdır. Gerçi çoğumuz da ithal sayılırız. Çünkü hepimizin bir ucu yurtdışına dayanıyor.

Baktılar ki okul müdürleri kağıt, makinesi, ve bakımı çok maliyetli. Çoğu okullarındaki demirbaş fotokopi makinesini arşive kaldırarak firmalarla çekim başı anlaşma yapma yoluna gitti. Şimdi okulların genelinde kiralık fotokopi makineleri var, öğretmenlerin de şifreleri. Kim ne kadar çekiyorsa parasını firmaya ödeyecek. Öğretmen bu çekim parasını nereden karşılayacak? Ya cebinden verecek. Ki bunu yapan öğretmen çoktur. Ya da dilenci gibi öğrencisinden fotokopi parası toplayacak. Bir kısım öğretmen maliyeti hesaplayarak öğrenciden dilenciye verdiğimiz kadar para topluyor. Maalesef okullarımızın durumu bu!

Çok mu fakiriz? Değil. Okullarımız fiziki yönden bir numara. Alt yapısı tamamlanmış, devlet kitabı bedava veriyor, sınıflarımız etkileşimli tahta ile donatıldı. Ama kağıdımız yok, fotokopi makinemiz yok. Var da yok. Öğretmen koltuğunun altına kağıdını sıkıştırıp getiriyor, çekebiliyorsa okuldaki kiralık makineden kopi ediyor. Alabilirse öğrenciden parasını alıyor.

Dilenci gibi oldu öğretmenler. Yazık gerçekten!  Öğretmenin kolunu kanadını kırmayın. Öğrencisinden 25 kuruş, 50 kuruş, 1 lira para istemek zorunda bırakarak öğretmenini öğrencisinin gözünde iyice sıfırlatmayın.  İdareci olmak sorumluluk ister, çözüm ister. Öğretmenini öğrencinin önüne atmak değil. Yok mu bunun başka yolu ey insaf sahipleri? "Ne haliniz var görün" deyip kenara çekilmeyi siz idarecilik mi sanıyorsunuz? Kimse size cebinizden verin demiyor. Bari öğrenciden toplu fotokopi parası toplamayı/toplatmayı düşünün...