19 Temmuz 2018 Perşembe

Bu Bakan İş Yapar! *

“Adalet esasımız olacak. Her şeyde adalet olmalı. Bizim varoluş nedenimiz çocuk, davamız çocuk. Kendi ego davamız olmamalı. Yeteneğinle bir yere gelirsen bu anlamlı olur. İlişkilerle bir yere gelmeye çalışırsan bu, Allah’ın gücüne gider. Bir okul müdürünü ilişkisinden dolayı atarsanız adaletsizlik olur. Gidişat yeteneğe doğru gitmeli. İlke temelli çalışalım referans temelli değil. Gerçek bir ekip oluşturun. Ekibinizi sıkıca kucaklayın." Bu sözler çiçeği burnundaki yeni MEB Bakanının 81 il müdürüne karşı yaptığı konuşmadan bir bölüm. Bu sözlere içimizden şapka çıkarmayacak olan yoktur sanırım.

Yeni hükümet sisteminin ilk kabinesi açıklandığında ismi MEB Bakanı olarak açıklandığında milyonlarda bir heyecan ve olumlu hava oluşmuştu. Demek ki millet boşuna beklenti içerisine girmemiş. Milletin beklentisi ve umudu devam etsin, eğitim ve öğretime vurulacak neştere destek versin; öğrencisi, velisi, vatandaşı, öğretmeni, alt ve üst yöneticileri Bakana güvensin; bu bakan iş yapar. Yeter ki Bakan konuştuklarının arkasında dursun ve Bakanı eğitim ve öğretimin başına getirenler Bakana açık çek versin. Bu Bakan eğitim ve öğretimin nerede olduğunu, nasıl çözülmesi gerektiğini, yönetici atamalarının ne şekilde yapıldığını ve idareci görevlendirmelerinin nasıl olması gerektiğini bilen biri. 

Sayın Bakan ilk toplantısında yönetici seçiminde referansın değil adalet temel prensibimiz olmalıdır. Bir yönetici atanmasında ehliyetten ziyade ilişkiler geçerli ise bu, Allah'ın gücüne gider, diyor. "Bu MEB'den bir cacık olmaz, ne olacak bu eğitimin hali" deyip umutsuzluğa düştüğümüz bir anda adaletten bahseden biri çıkıyor, gönüllere su serpiyor. Bakan, dediği gibi liyakat ve ehliyet üzere atamalar yapsın, bu halk ve eğitim camiası sonsuz kredi açar bu Bakana. 

Kim istemez ki hakkaniyetin ön planda olduğu bir görevlendirmeyi. Bundan sonra "Ben ehilim, atanamıyorum, bu işlerde ahbap-çavuş ilişkisi var" demesin. Bir yere gelemiyorsa  "Demek ehil değilim" desin. Bakanın bu sözünden mevcut koltuğuna referans ve torpil yoluyla gelen veya ehil olmadığı halde bir yere gelmeye göz kırpan korksun. Ehil olmadığı halde halen bir koltukta oturan varsa altından koltuğunun bir gün kayacağını düşünmeye başlasın şimdiden. Bakan, adalet ve hakkaniyeti esas almak suretiyle liyakata göre atama yaptığında bu, atanan kişinin onur ve haysiyetini de koruyacaktır. Öğretmen gelen müdürüne şunun adamı demeyecek, öğrenci dersine giren öğretmene bu adam torpilli demeyecek... İşte bu bakış birbirimize güveni getirecek. Güven ve itimadın geldiği yere huzur gelir. Bu ülkenin iki önemli ihtiyacı adalet ve güvendir. Bu iki ahlaki değerdeki yozlaşmayı kaldıralım, felç durumdaki eğitim ve öğretimimiz ayağa kalktığı gibi koşmaya başlar.

İlk konuşmasında en önemli soruna işaret eden bu Bakan; eğitim ve öğretimin, hatta bu ülkenin şansıdır. Belki de son şansı. Umarım kıymeti bilinir. Çünkü bu Bakan iş yapar, hem de çok!

* 23/07/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Haydi Bu Günü Bilin Bakalım!

Günlerinde;
-gün görmediğin gündür,
-günlerinin günler öncesinden belirlendiği gündür,
-günler öncesinden hazırlığın yapıldığı, türlü ikramların hazırlandığı, evin silinip süpürüldüğü, sana öbür tarafa geç dendiği gündür,
-misafirler gelmeden sana erkenden evi terk et dendiği gündür,
-eve o gün erkek sineğin girmesinin yasak olduğu gündür,
-akşama kadar şurası senin, burası benim, bir de şuraya uğrayayım diye akşama kadar sağda-solda oyalandığın; herkes evinin yolunu tutarken görenlerin "Şu adamın gidecek evi yok mu" dediği gündür,
-akşam eve gelince mutfak lavabosunun yıkanacak kaplarla dolu olduğu ve sana "Aç mısın" diye sorulduğu gündür,
-"Ben tokum, sana ne hazırlayayım, gündüzden kalan kurabiye, kek, batırık; biraz da çay var. Isıtıp koyayım, ben evleri süpüreceğim dendiği ve senin o gün gündüzden kalanlarla bayram ettiğin gündür, 
-"Beni falan yere bırakabilir misin, beni akşam şuradan alabilir misin" dendiği gündür,
-işten geldiğin zaman evde yalnızlara oynadığın gündür,
-eve misafir gelmeden önce, geldiğinde, misafirler gittikten sonra veya misafirliğe gidildiğinde huzurun kaçtığı gündür,
-eve misafir gelmeden önce ekstradan alışverişe gönderildiğin gündür,
-misafire hazırlanan ikramın misafire ikram edilmeden elini süremediğin gündür,
-gelecek misafirlerin sana göre değil, misafirlere göre belirlendiği gündür...

Bildiniz mi bu günü? Bilmemeniz mümkün mü? O zaman bu günü söylemeye gerek yok. Zira malumu söylemek zaittir.



18 Temmuz 2018 Çarşamba

Kayaönünde Piknik

Bedava bir piknik teklifi aldım. Piknik yeri olarak şehrin gürültüsü ve kalabalığından uzak bir yer seçilmiş, şehre uzaklığı 70 km'lik bir mesafe. Çoluğu, çocuğu yanıma alarak atladım gittim pazar günü. Baldan tatlı idi benim için ne de olsa!

İçim içime sığmıyor. Nasıl sevinmezsin ki! Şehirden uzak bir yer seçildiğine göre doğa harikası bir yer olsa gerek. Bir tarafta akan su, dopdolu barajı, yemyeşil tabiat, püfür püfür esen rüzgar. Camız havası gibi bir şey beklediğim.

Yeme ve içme sonunda otur otur sıkılırsam diye yanıma da benden bir parça olan cep telefonumu aldım. Onun yanına da şarjım kalmazsa diye power bankı aldım. Sıra sıra ağaçlardan Güneş görebilirsem yanmamak için şapkam da yanımda. Allah'tan daha ne isterim ki!

Öğle dolaylarında piknik mevkiine doğru yola çıktım. Menzilime yaklaşırken yeri öğrenmek için telefonuma sarıldım. O da ne! Şebekem çekmiyor. Bereket yanımdakinin hattı çekiyor. Varacağımız yeri o telefondan öğrendik. Daha doğrusu öğrenemedik. Çünkü gönderilen konum bizi götürmedi. Organizatör önümüze çıktı bizi piknik yerine götürmek için. O önümüzde, biz arkasında. Arabayla yol alıyoruz ama gidilecek gibi değil. Çünkü adı yol olan bir yoldan gidiyoruz. Ne asfalt var, ne mucur dökülmüş, ne de tesviye yapılmış. Akan seller yolu yarmış. Arabanın iki tekeri yukarıda, ikisi aşağıda. Bizim arabanın altı değmedi ama önden giden bazı araçların altı değmiş. Traktör zor geçer bu yoldan desem abartmış olmam. Hatta eşek bile doğdum doğalı böyle eziyet görmedim der. Arabanın geçmesi zor olan bu yol aynı zamanda tehlikeli de. Çünkü yokuş aşağı dik, fren yaparak iniyorsun. İçim dışına çıkmış bir vaziyette bildiğim duaları okuyarak inerken "Bu kadar riski göze alarak bu piknik yeri bulunduğuna göre doğa harikası, cennet misali bir yer olmalı gideceğimiz yer" diye gözümün önüne getiriyorum. Nihayet az sonra piknik yerimizi gördüm.

Bir çukurun içiydi burası. Köylüler buraya Kayaönü adını vermiş. Bir tarafımızda dağ var ama dağı göremiyoruz. Çünkü yol geçmiş oradan. Dağdan sel akıyormuş buraya. Yeni yol ile birlikte köprü yapılmış. Köprünün altına yüksekliği 5-6 metrelik taştan bir duvar örülmüş. Oturduğumuz yüzeyde 8-10 metrelik bir mesafede iki ağaç var. Biri dut, diğeri akasya ağacı. Dut ağacının yarısı bize ait . Diğer yarısı büyük taşlarla kaplı. Ağaçlar yetmez denerek bir de çadır kurmuş bizim organizatör. Hal- hatırdan sonra etrafı temaşa etmeye başladım. Sürekli akan bir çeşme, onun önünde dere bile denmez yerin tabanında azar azar akan su var. Çeşmenin arkasında ve önünde uzun uzun ağaçlar var ama içlerine girilmez ve oturulmaz. Yabani otlar ve dikenlerle kaplı zemin. 

Çeşmeden bir abdest aldım, buz gibi sudan da kana kana içtim. Sonra zorunlu ikametgâhım olan dut ağacının altına serilmiş serginin üzerine geçip namaza durdum. Bastığım yerden ayağımı tekrar kaldırdım. Çünkü sergimizin altı doğal çakıl ve mucur dolu. Secdeye gidiyorum, alnımı acıtan taş; ben buradayım, rahatsız etme diyor. Tahiyyata oturdum. Oturmak ne mümkün! Yine taş. Cesaretin varsa ayağını bük tahiyyatta. 

Pikniğin organizatörüne burayı çok mu aradın dedim. Evet dedi gülerek. "Dayım tavsiye etti burayı" dedi. Dayınla aran iyi mi dedim. İyi, cevabını verdi. Millette akıl fazlalığı var, bizim ise akla ihtiyacımız var dedim. Haydin gidelim buradan dedim. Kimse oralı olmadı. Sanırım ortamdan rahatsız olan tek kişiydim. 

Vakit geçirecek bir meşgale bulmam lazım. Hemen oyuncağıma sarıldım. Yukarıda çekmeyen telefonum belki çukurun çukurunda çekerdi. Ne telefon çekiyor, ne de internet! Ne yapayım derken yatayım bari dedim. Sağıma soluma taşlar bata bata kıvrıldım. Benim geldiğimden rahatsız olan taşlar neren ağrır dercesine batırıyordu taşını. Çekecek çilem varmış, çekeceğim artık dedim, homurdana homurdana uyumaya çalıştım. Uyumak ne mümkün! Ne altım rahattı, ne de üstüm. Alttan taşlar, üsten sinekler. Başıma şapkayı koydum. Az sonra yanımdakiler Güneş geldi diye kalkıştı. İki koldan yeni bir yere bakmaya gittiler. Az sonra en iyisi burası deyip geldiler. 

Ortamdan en mutlu olan bizi buraya getiren, olursa burası diyen organizatördü. Başka mutlu olan var mı diye bir göz gezdirdim, pikniğin masraflarını karşılayanın da sevincine diyecek yoktu. Biri organizatörlüğümün kıymetini bilin; diğeri, "Ben size yediririm ama burnunuzdan fitil fitil getireceğim" der gibiydi. Hiçbir şeyden habersiz küçük çocuklar da mutluydu; kah çeşmeye, kah dereye giderek birbirlerinin üzerini ıslatıyordu. Az sonra annelerinden "Yine mi ıslattın üzerini, ne giyeceksin şimdi" azarına aldırmadan... Bir mutlu kesim daha vardı ki esas mutlu olanlar onlardı; kimi misafiri geldiği için iştirak edemedi, kimi tatile çıkacağım diye, kimi de nöbetçiyim diye.

Az sonra semaverde yapılmış çayımız geldi, yudumladık. Çekirdeğimizi yedik. Karnı doyan top oynamaya kalktı. Küçük bir yer vardı top oynamak için. Futbola müsait değildi saha ama ekibimiz buna da çözüm buldu. Voleybol oynamaya karar verdiler ama direk yok iki kenarda. Hemen iki arabayı ortası boş olacak şekilde paralel hale getirdiler. Bir de ip çektiler. Güneş tam tepedeyken kendilerini oynamaya verdiler. Kimse sıcak, yanarsınız sözüne aldırmadı. Az ara verip bu sefer yakan top oynadılar. Az sonra başlarına gelecek olana aldırmadı kimse. Nice sonra çoğunun özellikle sarı olanların kolları ve yüzleri kızarmaya başladı. Ekip bu durumda iken ben kalkıp kalkıp can sıkıntısından su içmeye gidiyordum, su belki şifalıdır diyerek içiyordum durmadan. Aç karına da fena gitmiyordu.

İkindiye doğru ekip acıkmaya başlayınca taş, diken, çöğür ve yabani otlar arasında bulduğumuz bir yere mangallar yakıldı. Şükür nevalemiz varmış, millet pikniğe geldiğini anladı dedim. Elim arkada dolaşıyorum. O kadar gencin arasında bana iş düşmez dedim. Duman çıktıkça moralim biraz gelmeye başladı. 

Yemeğimizi yedik. Pişirenlerin ellerine sağlık, sofrayı hazırlayanların da. Özellikle salata yapanlara da teşekkür etmem lazım. Aile saadetim için önemli bu. Pikniğin masrafını çekenin atasına rahmet, kesesine bereket. Organizatöre gelince Allah onun hayrını versin. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu yeri referansla bize buldu ya. Bu pikniğin unutulmayacak yönü de burası. Ben kızdıkça gülmesi olacak olanlara hazırlıklı gibiydi. 

Karnımızı doyurduk ama bu işin yani çukurun bir de çıkışı vardı. İnmeye inmiştik. Geldiğim andan itibaren alternatif yol sordum soruşturdum; nasıl, nereden çıkarız bu ören yerden diye. En iyisi indiğimiz yolmuş. Kazasız-belasız buradan bir çıkarsak halimize şükür diyeceğim. 

Vedalaşıp ayrılırken organizatöre "Muhtara ismini yazdır, önümüzdeki yıl da biz pikniği burada yapacağız de, kimse kapmasın" dedim. Ya Allah, ya bismillah diyerek indiğimiz yolu tırmandık birinci vitesle. Şükür ki inişimiz kadar zor olmadı. Çıktıkça rahatladım. Zira burada araba arızalansa buraya ne tamirci gelir, ne de çekici. Çekici gelse çekemezdi yukarıya. Asfalta doğru yaklaşırken köyün pardon mahallenin mezarlığını gördüm. İyi mezarlık da yakınmış, başımıza bir şey gelseydi gömüleceğimiz yer de yakınmış dedim kendi kendime.

Eğer şehrin her bir köşesindeki dört başı mamur piknik yerlerinden bıktınız, kendinize yeni bir macera arıyorsunuz, ağrımaz başınızı ağrısın istiyor ve benim piknik yaptığım bu piknik yerini çok beğenip merak ettiyseniz yer ayırtmada acele edin veya sabahın erken saatinde herkesten önce giderseniz belki şansınız olur. Ölmeden önce ölümü hatırlarsınız. Yer mi? Sır... Kimseye söylemem. Sadece yanından Seydişehir yolu geçiyor, tabi yola çıkabilirseniz. Bu arada açlıktan ve can sıkıntısından soğuk diye kana kana içtiğim su içilmiyormuş, haberiniz olsun. Bana afiyet ve şifa olsun.