Ana içeriğe atla

Kayaönünde Piknik

Bedava bir piknik teklifi aldım. Piknik yeri olarak şehrin gürültüsü ve kalabalığından uzak bir yer seçilmiş, şehre uzaklığı 70 km'lik bir mesafe. Çoluğu, çocuğu yanıma alarak atladım gittim pazar günü. Baldan tatlı idi benim için ne de olsa!

İçim içime sığmıyor. Nasıl sevinmezsin ki! Şehirden uzak bir yer seçildiğine göre doğa harikası bir yer olsa gerek. Bir tarafta akan su, dopdolu barajı, yemyeşil tabiat, püfür püfür esen rüzgar. Camız havası gibi bir şey beklediğim.

Yeme ve içme sonunda otur otur sıkılırsam diye yanıma da benden bir parça olan cep telefonumu aldım. Onun yanına da şarjım kalmazsa diye power bankı aldım. Sıra sıra ağaçlardan Güneş görebilirsem yanmamak için şapkam da yanımda. Allah'tan daha ne isterim ki!

Öğle dolaylarında piknik mevkiine doğru yola çıktım. Menzilime yaklaşırken yeri öğrenmek için telefonuma sarıldım. O da ne! Şebekem çekmiyor. Bereket yanımdakinin hattı çekiyor. Varacağımız yeri o telefondan öğrendik. Daha doğrusu öğrenemedik. Çünkü gönderilen konum bizi götürmedi. Organizatör önümüze çıktı bizi piknik yerine götürmek için. O önümüzde, biz arkasında. Arabayla yol alıyoruz ama gidilecek gibi değil. Çünkü adı yol olan bir yoldan gidiyoruz. Ne asfalt var, ne mucur dökülmüş, ne de tesviye yapılmış. Akan seller yolu yarmış. Arabanın iki tekeri yukarıda, ikisi aşağıda. Bizim arabanın altı değmedi ama önden giden bazı araçların altı değmiş. Traktör zor geçer bu yoldan desem abartmış olmam. Hatta eşek bile doğdum doğalı böyle eziyet görmedim der. Arabanın geçmesi zor olan bu yol aynı zamanda tehlikeli de. Çünkü yokuş aşağı dik, fren yaparak iniyorsun. İçim dışına çıkmış bir vaziyette bildiğim duaları okuyarak inerken "Bu kadar riski göze alarak bu piknik yeri bulunduğuna göre doğa harikası, cennet misali bir yer olmalı gideceğimiz yer" diye gözümün önüne getiriyorum. Nihayet az sonra piknik yerimizi gördüm.

Bir çukurun içiydi burası. Köylüler buraya Kayaönü adını vermiş. Bir tarafımızda dağ var ama dağı göremiyoruz. Çünkü yol geçmiş oradan. Dağdan sel akıyormuş buraya. Yeni yol ile birlikte köprü yapılmış. Köprünün altına yüksekliği 5-6 metrelik taştan bir duvar örülmüş. Oturduğumuz yüzeyde 8-10 metrelik bir mesafede iki ağaç var. Biri dut, diğeri akasya ağacı. Dut ağacının yarısı bize ait . Diğer yarısı büyük taşlarla kaplı. Ağaçlar yetmez denerek bir de çadır kurmuş bizim organizatör. Hal- hatırdan sonra etrafı temaşa etmeye başladım. Sürekli akan bir çeşme, onun önünde dere bile denmez yerin tabanında azar azar akan su var. Çeşmenin arkasında ve önünde uzun uzun ağaçlar var ama içlerine girilmez ve oturulmaz. Yabani otlar ve dikenlerle kaplı zemin. 

Çeşmeden bir abdest aldım, buz gibi sudan da kana kana içtim. Sonra zorunlu ikametgâhım olan dut ağacının altına serilmiş serginin üzerine geçip namaza durdum. Bastığım yerden ayağımı tekrar kaldırdım. Çünkü sergimizin altı doğal çakıl ve mucur dolu. Secdeye gidiyorum, alnımı acıtan taş; ben buradayım, rahatsız etme diyor. Tahiyyata oturdum. Oturmak ne mümkün! Yine taş. Cesaretin varsa ayağını bük tahiyyatta. 

Pikniğin organizatörüne burayı çok mu aradın dedim. Evet dedi gülerek. "Dayım tavsiye etti burayı" dedi. Dayınla aran iyi mi dedim. İyi, cevabını verdi. Millette akıl fazlalığı var, bizim ise akla ihtiyacımız var dedim. Haydin gidelim buradan dedim. Kimse oralı olmadı. Sanırım ortamdan rahatsız olan tek kişiydim. 

Vakit geçirecek bir meşgale bulmam lazım. Hemen oyuncağıma sarıldım. Yukarıda çekmeyen telefonum belki çukurun çukurunda çekerdi. Ne telefon çekiyor, ne de internet! Ne yapayım derken yatayım bari dedim. Sağıma soluma taşlar bata bata kıvrıldım. Benim geldiğimden rahatsız olan taşlar neren ağrır dercesine batırıyordu taşını. Çekecek çilem varmış, çekeceğim artık dedim, homurdana homurdana uyumaya çalıştım. Uyumak ne mümkün! Ne altım rahattı, ne de üstüm. Alttan taşlar, üsten sinekler. Başıma şapkayı koydum. Az sonra yanımdakiler Güneş geldi diye kalkıştı. İki koldan yeni bir yere bakmaya gittiler. Az sonra en iyisi burası deyip geldiler. 

Ortamdan en mutlu olan bizi buraya getiren, olursa burası diyen organizatördü. Başka mutlu olan var mı diye bir göz gezdirdim, pikniğin masraflarını karşılayanın da sevincine diyecek yoktu. Biri organizatörlüğümün kıymetini bilin; diğeri, "Ben size yediririm ama burnunuzdan fitil fitil getireceğim" der gibiydi. Hiçbir şeyden habersiz küçük çocuklar da mutluydu; kah çeşmeye, kah dereye giderek birbirlerinin üzerini ıslatıyordu. Az sonra annelerinden "Yine mi ıslattın üzerini, ne giyeceksin şimdi" azarına aldırmadan... Bir mutlu kesim daha vardı ki esas mutlu olanlar onlardı; kimi misafiri geldiği için iştirak edemedi, kimi tatile çıkacağım diye, kimi de nöbetçiyim diye.

Az sonra semaverde yapılmış çayımız geldi, yudumladık. Çekirdeğimizi yedik. Karnı doyan top oynamaya kalktı. Küçük bir yer vardı top oynamak için. Futbola müsait değildi saha ama ekibimiz buna da çözüm buldu. Voleybol oynamaya karar verdiler ama direk yok iki kenarda. Hemen iki arabayı ortası boş olacak şekilde paralel hale getirdiler. Bir de ip çektiler. Güneş tam tepedeyken kendilerini oynamaya verdiler. Kimse sıcak, yanarsınız sözüne aldırmadı. Az ara verip bu sefer yakan top oynadılar. Az sonra başlarına gelecek olana aldırmadı kimse. Nice sonra çoğunun özellikle sarı olanların kolları ve yüzleri kızarmaya başladı. Ekip bu durumda iken ben kalkıp kalkıp can sıkıntısından su içmeye gidiyordum, su belki şifalıdır diyerek içiyordum durmadan. Aç karına da fena gitmiyordu.

İkindiye doğru ekip acıkmaya başlayınca taş, diken, çöğür ve yabani otlar arasında bulduğumuz bir yere mangallar yakıldı. Şükür nevalemiz varmış, millet pikniğe geldiğini anladı dedim. Elim arkada dolaşıyorum. O kadar gencin arasında bana iş düşmez dedim. Duman çıktıkça moralim biraz gelmeye başladı. 

Yemeğimizi yedik. Pişirenlerin ellerine sağlık, sofrayı hazırlayanların da. Özellikle salata yapanlara da teşekkür etmem lazım. Aile saadetim için önemli bu. Pikniğin masrafını çekenin atasına rahmet, kesesine bereket. Organizatöre gelince Allah onun hayrını versin. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu yeri referansla bize buldu ya. Bu pikniğin unutulmayacak yönü de burası. Ben kızdıkça gülmesi olacak olanlara hazırlıklı gibiydi. 

Karnımızı doyurduk ama bu işin yani çukurun bir de çıkışı vardı. İnmeye inmiştik. Geldiğim andan itibaren alternatif yol sordum soruşturdum; nasıl, nereden çıkarız bu ören yerden diye. En iyisi indiğimiz yolmuş. Kazasız-belasız buradan bir çıkarsak halimize şükür diyeceğim. 

Vedalaşıp ayrılırken organizatöre "Muhtara ismini yazdır, önümüzdeki yıl da biz pikniği burada yapacağız de, kimse kapmasın" dedim. Ya Allah, ya bismillah diyerek indiğimiz yolu tırmandık birinci vitesle. Şükür ki inişimiz kadar zor olmadı. Çıktıkça rahatladım. Zira burada araba arızalansa buraya ne tamirci gelir, ne de çekici. Çekici gelse çekemezdi yukarıya. Asfalta doğru yaklaşırken köyün pardon mahallenin mezarlığını gördüm. İyi mezarlık da yakınmış, başımıza bir şey gelseydi gömüleceğimiz yer de yakınmış dedim kendi kendime.

Eğer şehrin her bir köşesindeki dört başı mamur piknik yerlerinden bıktınız, kendinize yeni bir macera arıyorsunuz, ağrımaz başınızı ağrısın istiyor ve benim piknik yaptığım bu piknik yerini çok beğenip merak ettiyseniz yer ayırtmada acele edin veya sabahın erken saatinde herkesten önce giderseniz belki şansınız olur. Ölmeden önce ölümü hatırlarsınız. Yer mi? Sır... Kimseye söylemem. Sadece yanından Seydişehir yolu geçiyor, tabi yola çıkabilirseniz. Bu arada açlıktan ve can sıkıntısından soğuk diye kana kana içtiğim su içilmiyormuş, haberiniz olsun. Bana afiyet ve şifa olsun. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde