3 Temmuz 2018 Salı

“Ben O Okula Gitmem, O Okul İyi Değil ki!” ***

---Çocuğum, LGS sınav sonuçları açıklandı. Yüzdelik dilimine göre puanı yüksek okullara yerleşmen mümkün değil.

---Kayıt alanına göre bir liseye giderim.

---Farz edelim ki böyle bir okulu tercih yaptık ve yerleştin. Aldığın bu puanla liseyi bitirdikten sonra akademik yönden başarılı olma durumun da yok.

---Daha çok çalışırım.

---Nasıl çalışacaksın? Odan şeytan dolu!
---Ne şeytanı baba? Benim şeytanla işim ne?

---Teşbihte hata olmaz biliyorsun. Odanda tabletin, dizüstü ve masaüstü bilgisayarın, birinci sınıf cep telefonun varken demek istedim. Sen çalışmak istesen de çalışamazsın, çalışsan da kendini derse veremezsin. Zira bunlar albenisi olan, seni kendisine çeken şeylerdir. Seni senden, seni benden, seni ailenden, seni çevren ve toplumdan, seni derslerinden alan ve seni sosyalleşmekten alıkoyan ve seni sen olmaktan eden handikaplardır. Günümüz çocuklarının şeytanı dense yeridir. Odanda bunlar oldukça, bunlara bir sınır koymadıkça, bunların esiri olmaya devam ettikçe senin durumun “Yarın namaza başlayacağım” deyip de bir türlü namaza başlayamayan ve sürekli öteleyen beynamazın durumuna benzer.

---Bunları alan sensin, şimdi bana niye kızıyorsun?

---Doğru, alan benim. Sen istedin. Yanına da anneni aldın. Olmaz deyince suratını astın, oturuşun-kalkışın bozuk çalmaktı. Bu durumda ne yapabilirdim ki? Geçici de olsa evde bir ateşkes olsun istedim.

---Ama herkesin vardı…

---Zaten sorun o. Başkasında var; benim de olsun, falanın çocuğunda var; benim çocuğumun neyi eksik en büyük teselli kaynağımızdı. Züğürt tesellisiydi bizimkisi. Şimdi tek tesellimiz avucumuzu yalamak olacak.

---Ne yapacağız şimdi?

---Bir meslek lisesine gitsen nasıl olur?

---Ama o okullar iyi değil.

---Diyelim ki o okullar iyi değil. Sen ne kadar iyisin? Herkes yaptığıyla, yapmak isteyip de yapmadıklarıyla kendi yerini belirler. Sen çok yüksek puan aldın da sana illaki şu okula git mi dedim. Sen istedin burayı. Sonra bu okulların neresi kötü? Buralardan toplumun yararına olan ve kendi elinin emeğiyle kazanmak istemenin nesi kötü? Kötü dediğimiz bizim kafalarımızda oluşturduğumuz algılardan ibaret. O okullar işe yaramaz diyen bizleriz. Tüm okullar dört duvar, kapı, pencere, sıra ve masadan ibaret. O okulları iyi veya kötü yapan bizleriz. Okulu bitirince sanayide çalışırsın. Eskilerin tabiriyle kolunda altın bir bileziğin olur.

---Ama ben üniversite okumak istiyorum.

---Bu kafayla nasıl üniversite kazanacak, nasıl okuyacaksın? Perşembenin gelişi çarşambadan belli değil mi? Haydi kazandın ve okudun diyelim… Sonra?

---Sonrası var mı? Üniversite mezunu olacağım işte.

---Yavrum! İş üniversite mezunu olmak değil ki! Önemli olan iş bulabilmektir. Ortalık üniversite mezunu kaynıyor. Çoğu da işsiz! Çarşı-pazarda kaldırım mühendisliği yapıyor. Halihazırda işsizlik oranı en fazla üniversite bitirenler arasında yaygın. Çoğunun elinde imkan olsa gidip sanayide çalışacak. Ama sanayiye gitmeye ne gururu el veriyor, ne de eli. Zaten gitse de sanayici kabul etmez. Ne yapsın dikilecek adamı?

---Ne yapacağız öyleyse?

---Otur düşün, kararını ver: Ya kolunda altın bir bileziğin olacak, ya da kaldırım mühendisi. Tercih senin!

—Size karşı mahcubum, suç benim...
—Değil yavrum, suç niye sende olsun? Esas suç, işe yaramayacağını bile bile senin her isteğini yerine getirmek için saçını süpürge eden bende. Zamanında senin isteklerine ket vurabilmeliydim. Ah babam ah! Onun gibi yapamadım.
—Dedem ne yapmıştı?
—Deden ilkokulu bitirememiş biriydi. Ama esas ilim, irfan sahibi oymuş. Bana en büyük iyiliği her istediğimi almamak oldu. Ağlasam da almazdı. Çünkü bilirdi ağlamanın çocuğun en büyük silahı olduğunu. Zaten almak istese de alamazdı. Çünkü yoktu imkanı. Yoklukmuş meğer beni terbiye eden, onu da frenleyen. Bana hayatı öğretti işte o yokluk. Varlıkmış, imkanı olmakmış esas bizi şımartan. 
—Baba, sistemin hiç mi suçu yok?
—Yavrum! Onu ne sen sor, ne de ben söyleyeyim! İkiniz de aynısınız. Senin elinde dijital oyunlar var, oynayıp duruyor, sıkıldıkça değiştiriyorsun yenisiyle. Devletin de elinde sistem oyuncağı var.  O da sıkıldıkça değiştiriyor.

*** 05/07/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Toplumsal Cinnet Hali Bu! *


İyice belli oldu ki bu toplum, toplumsal bir cinnet halini yaşıyor. Gün geçmiyor ki herhangi bir şehrimizden sabi diyebileceğimiz bir çocuk kaçırma eylemini duymamış olalım. Önce kaçırılıyor, sonra iğfal ediliyor, ardından öldürülüyor. Dün Ankara, bugün Ağrı, yarın kim bilir hangi ilimizden acı haber gelecek? Bugün başkasının, yarın benim çocuğum belki de aynı durumu yaşayacak.

Yanı başımızda bu trajedi olup biterken yaptığımız sadece seyretmek gibi bir şey. Bir nevi öfke boşalması yaşıyoruz. Kimimiz yazıyor, kimimiz konuşuyor, kimimiz çiziyor, kimimiz paylaşıyor. Hep bir ağızdan idam da idam diyoruz. Bizi koruyup kollamakla görevli devletimiz de filmlerimizdeki Türk polisi misali…(polislerimiz kusura bakmasın. Teşbihte hata olmaz.) olay olur, kaçırılan kaçırılır, öldürülen öldürülür; ardından polis devreye girer, olaya el koyar. Dere tepe dolaşılır, devletin tüm imkanları seferber edilir; günlerce ceset aranır, nihayet bulunur. Devletiyle milletiyle ceset ararız yani. Dirisine sahip çıkamadığımız masumların cesedini bulup toprağa gömmek. Başka da bir maharetimiz yok.  Aslında acizliğimizin resmiyetidir bu. Ardından aylarca katilin izi sürülür, caninin bu yaptığı yanına kar kalmayacak, en ağır cezayı alacak denir. Nihayet bulunur, büyük bir katılımla cenaze kılınır ve toprağa defnedilir. Sonuç, sıfır elde var; sıfır. Zira aynı olayın bir kopyası mantar biter gibi bir başka yerde meydana geliyor sürekli.

Aslında defnedilen küçücük sabiler değil, insanlığımızdır. Bize emanet olarak verilen masumları koruyamayacak, böyle her defasında bir bir yeni canlar vermeye devam edecek ve her defasında bu şekil menfur olaylar olmaya devam edecekse yaşamasak daha iyi. Zaten öldüğümüzün göstergesidir bu. Bunun başka lamı, cimi yok. Ne bu olaylar niçin oluyor diye kafa yoruyoruz,  ne bir daha olmasın diye tedbir alıyoruz. Tabiri caiz ise ben seyrediyorum, devlet de aynısını yapıyor. Kötüler hedefine bir bir ulaşıyor, bizim elimiz armut topluyor.

Bütün bunlar bu toplumun yenemediği makus talihi midir? Haram yediğimizden midir? Sürekli genleriyle oynadığımız eğitim sistemimizin çocuklarımızı eğitip terbiye edemediğinden midir? Aymazlığımızdan mı? Yoksa işlediğimiz günahların bir bedeli mi bunca gördüğümüz cinnet hali? Bunun için ne yapmalı? İlk önce masumu korumaktan ziyade suçluyu koruma, ona acıma üzerine kurulu ceza hukukumuzu çöpe atarak başlayabiliriz işe. Yerine caydırıcı cezalar konmalı. Suçluya önce ölümü gösterip ardından sıtmaya razı etmeliyiz. Öyle ceza verilmeli ki suçlu ve suç işlemeye meyilli olanların kulağına küpe olmalı. Fakat ne yazık ki bizim ceza hukukumuz bir fabrikanın seri üretimi gibi sadece suçlu üretiyor. Cezaevlerimiz tıka basa suçluyla dolu. Adli kontrol şartıyla ifadesini alıp salıverdiklerimiz hapistekilerin kaç katı. Yapanın yanına kar kaldığı bir ceza hukukumuz var, yani suçluyu ödüllendiriyoruz. Hele adli kontrol şartıyla salıverdiklerimize “Bu yaptığın “zelle” diyebileceğimiz bir hata, okyanustaki damla misali. Benim mahkeme ve cezaevlerimi böyle basit şeylerle uğraştırma, sende müthiş bir yetenek var. Haydi git daha büyüğünü yap gel” diyoruz.

Sapık beyinli caniler için zaman zaman dillendirdiğimiz idam çözüm mü? Aklı, fikri, zikri, oturması, kalkması, beyni uçkuruna bağlı bir kimse için bir anlık zevk dünyaya bedel olsa gerek. Uğruna gerekirse idam sehpasına da çıkar. Ayrıca cinnet hali yaşayan kişi için idam nedir ki? Kimse kusura bakmasın biz Öcalan’la birlikte idam silahını çöpe attık. Bugünkü konjonktürde idamın gelmesi zaten mümkün değil. İlk önce ceza hukukumuzu caydırıcı, suç işleme potansiyelini taşıyan kimseye cız diyecek şekilde baştan sona yenileyim, CMUK gereğince yarısını yatırmayalım, verilen cezayı suçlunun güne gün çekmesini sağlayalım, suçluyu içeriden çıkarmak için her sekiz saati bir gün saymayalım, “Kader mahkumlarına özgürlük” teranelerini dillendirmeyelim. Tüm bunları adam akıllı yapabildikten sonra idamı düşünelim. Bu durumda belki idama da gerek kalmayacak. 

* 04/07/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bu Millet Sırtını Bir Dönerse... ***


16 Nisan 2016 yılında yapılan Anayasa referandumuyla birlikte halk yeni sisteme geçilmesine onay vermişti. 24 Haziran seçimleriyle birlikte yeni sistemin uygulanmasına izin verdi. Yeni sisteme göre Cumhurbaşkanı kabinesini kurdu kuracak. Umarım yeni sistem ülkemizin hayrına olur.

On yedi yıldır girdiği tüm seçimlerde vatandaşın ekserinin teveccühünü kazanarak ülkeyi yöneten AK Parti, bu yeni seçimle birlikte seçimden yaralı çıksa da seçmen, beş yıllığına tekrar kredi verdi. Halkın verdiği bu kredinin tükenmemesi, sonraki yıllarda da devam etmesi için ülke yönetimi kendisine emanet edilen AK Partinin iktidarda iken iyi bir özeleştiri yapmasında fayda var. Nasılsa kazandım deyip kendisine çeki düzen vermezse yıllardır sürdürdüğü zirve bir gün ayağının altından kayar. O vakit hatalarıyla yüzleşmek isterse de iş işten geçmiş olur. Çünkü bu millet kendi değerleriyle barışık birini sevdi mi adam gibi sever, ölümüne destekler. Kasıt olmayan anlaşılabilir hataları görmezden gelir, desteğini sürdürür. Ne zaman ki hatalar sık sık olmaya başlar, hata ve yanlışlarla yüzleşilmez, hatada ısrar edilirse halk yavaş yavaş soğumaya başlar. Bunu da desteğini biraz çekerek gösterir. Böylesi durumlar kendisine çeki düzen vermesi için bir uyarıdır. İkinci defa memnuniyetsizliğini tekrar gösterir. AK Partiye bu millet 7 Haziran'da ilk, 24 Haziran'da da ikinci uyarısını verdi. Hâlâ hatalar düzelmezse seçmen yüzünü döner, bir daha da yüzüne bakmaz. Bizim siyasi tarihimiz arşive konmuş siyasi partilerle doludur. Millet önce şans verir, dener. Baktı ki iyi yapıyor, tekrar getirir. Beceremediğini anlar; şımardığını, halktan uzaklaşıldığını görürse dün iktidara taşıdığını baraj altı yapar. 2000 öncesine bir göz atarsak iktidar veya koalisyonun büyük ortağı olmuş ANAP, DYP, DSP gibi partilerin bugün tabela partisi durumuna düştüklerini görürüz.

16 yılda 13 seçim kazanan, hep iktidar olan bir parti, hatalarını görmüyor olabilir. En azından siyasetin dışında yapıcı eleştiri yapanlara kulak vermesinde fayda vardır. Her eleştireni düşman gibi görmemelidir. Camianın içinden biri olan Hayrettin Karaman'ın Yenişafak gazetesindeki köşesinde yazdığı "Çınarımızı kurutmayalım" başlıklı yazısını parti yetkililerin okumasında, yazısının bir bölümünde bahsettiği "Mümkünse her şehirden gayr-i resmi olarak beş altı iyi kişi seçin, bunları yalnızca siz bilin; bu “iyi” den maksadım “güzel ahlakı ile tanınmış, bilgili ve ehliyetli, iktidardan hiçbir beklentisi olmayan” kişilerdir. O şehrin ve çevrenin doğru bilgisini bunlardan alın. Aday seçiminden imkan tahsisine kadar önemli tasarruflarınızda teşkilattan ziyade bu kişilerin raporlarına güvenin." kısmı taşranın denetlenmesi açısından dikkate değer. 

Partinin ilçe, il, alt ve üst sorumluları durumun vahametinin ne kadar farkında bilmiyorum. Bereket, Partinin Genel Başkanı oy düşüklüğünü "mesajı aldık" diyerek yapılan hataları tespit edip hatalarla yüzleşeceğini ifade etti. Umarım önce tespit, sonra teşhis, ardından tedavi yoluna gidilir. Çünkü bu ülkeye bu iktidar elzemin elzemidir.

*** 10/07/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.