Ana içeriğe atla

Toplumsal Cinnet Hali Bu! *


İyice belli oldu ki bu toplum, toplumsal bir cinnet halini yaşıyor. Gün geçmiyor ki herhangi bir şehrimizden sabi diyebileceğimiz bir çocuk kaçırma eylemini duymamış olalım. Önce kaçırılıyor, sonra iğfal ediliyor, ardından öldürülüyor. Dün Ankara, bugün Ağrı, yarın kim bilir hangi ilimizden acı haber gelecek? Bugün başkasının, yarın benim çocuğum belki de aynı durumu yaşayacak.

Yanı başımızda bu trajedi olup biterken yaptığımız sadece seyretmek gibi bir şey. Bir nevi öfke boşalması yaşıyoruz. Kimimiz yazıyor, kimimiz konuşuyor, kimimiz çiziyor, kimimiz paylaşıyor. Hep bir ağızdan idam da idam diyoruz. Bizi koruyup kollamakla görevli devletimiz de filmlerimizdeki Türk polisi misali…(polislerimiz kusura bakmasın. Teşbihte hata olmaz.) olay olur, kaçırılan kaçırılır, öldürülen öldürülür; ardından polis devreye girer, olaya el koyar. Dere tepe dolaşılır, devletin tüm imkanları seferber edilir; günlerce ceset aranır, nihayet bulunur. Devletiyle milletiyle ceset ararız yani. Dirisine sahip çıkamadığımız masumların cesedini bulup toprağa gömmek. Başka da bir maharetimiz yok.  Aslında acizliğimizin resmiyetidir bu. Ardından aylarca katilin izi sürülür, caninin bu yaptığı yanına kar kalmayacak, en ağır cezayı alacak denir. Nihayet bulunur, büyük bir katılımla cenaze kılınır ve toprağa defnedilir. Sonuç, sıfır elde var; sıfır. Zira aynı olayın bir kopyası mantar biter gibi bir başka yerde meydana geliyor sürekli.

Aslında defnedilen küçücük sabiler değil, insanlığımızdır. Bize emanet olarak verilen masumları koruyamayacak, böyle her defasında bir bir yeni canlar vermeye devam edecek ve her defasında bu şekil menfur olaylar olmaya devam edecekse yaşamasak daha iyi. Zaten öldüğümüzün göstergesidir bu. Bunun başka lamı, cimi yok. Ne bu olaylar niçin oluyor diye kafa yoruyoruz,  ne bir daha olmasın diye tedbir alıyoruz. Tabiri caiz ise ben seyrediyorum, devlet de aynısını yapıyor. Kötüler hedefine bir bir ulaşıyor, bizim elimiz armut topluyor.

Bütün bunlar bu toplumun yenemediği makus talihi midir? Haram yediğimizden midir? Sürekli genleriyle oynadığımız eğitim sistemimizin çocuklarımızı eğitip terbiye edemediğinden midir? Aymazlığımızdan mı? Yoksa işlediğimiz günahların bir bedeli mi bunca gördüğümüz cinnet hali? Bunun için ne yapmalı? İlk önce masumu korumaktan ziyade suçluyu koruma, ona acıma üzerine kurulu ceza hukukumuzu çöpe atarak başlayabiliriz işe. Yerine caydırıcı cezalar konmalı. Suçluya önce ölümü gösterip ardından sıtmaya razı etmeliyiz. Öyle ceza verilmeli ki suçlu ve suç işlemeye meyilli olanların kulağına küpe olmalı. Fakat ne yazık ki bizim ceza hukukumuz bir fabrikanın seri üretimi gibi sadece suçlu üretiyor. Cezaevlerimiz tıka basa suçluyla dolu. Adli kontrol şartıyla ifadesini alıp salıverdiklerimiz hapistekilerin kaç katı. Yapanın yanına kar kaldığı bir ceza hukukumuz var, yani suçluyu ödüllendiriyoruz. Hele adli kontrol şartıyla salıverdiklerimize “Bu yaptığın “zelle” diyebileceğimiz bir hata, okyanustaki damla misali. Benim mahkeme ve cezaevlerimi böyle basit şeylerle uğraştırma, sende müthiş bir yetenek var. Haydi git daha büyüğünü yap gel” diyoruz.

Sapık beyinli caniler için zaman zaman dillendirdiğimiz idam çözüm mü? Aklı, fikri, zikri, oturması, kalkması, beyni uçkuruna bağlı bir kimse için bir anlık zevk dünyaya bedel olsa gerek. Uğruna gerekirse idam sehpasına da çıkar. Ayrıca cinnet hali yaşayan kişi için idam nedir ki? Kimse kusura bakmasın biz Öcalan’la birlikte idam silahını çöpe attık. Bugünkü konjonktürde idamın gelmesi zaten mümkün değil. İlk önce ceza hukukumuzu caydırıcı, suç işleme potansiyelini taşıyan kimseye cız diyecek şekilde baştan sona yenileyim, CMUK gereğince yarısını yatırmayalım, verilen cezayı suçlunun güne gün çekmesini sağlayalım, suçluyu içeriden çıkarmak için her sekiz saati bir gün saymayalım, “Kader mahkumlarına özgürlük” teranelerini dillendirmeyelim. Tüm bunları adam akıllı yapabildikten sonra idamı düşünelim. Bu durumda belki idama da gerek kalmayacak. 

* 04/07/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde