Hiç bitmeyen ve çözülemeyen sorunlarımızdan biridir eğitim ve öğretim. Kim çözmeye kalkarsa elinde kalır, iyice kördüğüm yapar. Cadı kazanı gibidir. İçine giren ne kadar emek sarf ederse etsin, terlemekten öte bir şey yapamaz. Dünyada başarılı olmuş en iyi sistemi getirsek de çare olmaz bize. Çünkü hiçbir sistem bizi memnun etmez. Zira bu ülkede eğitim ve öğretimden anlaşılan iyi bir kariyer yapmaktır. İşin garibi kariyer yapan da mutlu değil, yapmayan da. Eğitim ve öğretimin bize çare olmasını istiyorsak önce beklentilerimizi törpülemek zorundayız.
Anne-babaların, eğitimcilerin ve toplumun eğitim ve öğretimden beklediği sınava odaklı başarıdır. Bu yüzden var gücümüzle çocuğunuzun/öğrencimizin sınavlarda başarılı olmasını, emsallerine fark atmasını ve Türkiye derecesi yapmasını beklemektir. Bunun için okul derslerinin yanında her türlü ilave ders aldırma yoluna gidiyoruz. Sosyal hayattan çocuğu koparıyoruz, varsa-yoksa ders diyoruz. Her türlü imkanı sunduğumuz çocuğumuz için tabir yerindeyse saçımızı süpürge ediyoruz. Bu esnada ders çalışmanın dışında çocuğumuza hiçbir sorumluluk vermiyoruz. Bu durum ve bakış açısı şu ya da bu şekilde hepimizde var. Tüm yaptığımız çocuğumuzu hayattan kopararak kariyer yapmasını sağlamaktır. Beklenti bu şekilde. Hiçbirimiz çocuklarımızı hayata hazırlamıyoruz, mutlu olmanın yollarını öğretmiyoruz, azla yetinmeyi, aza kanaat etmeyi göstermiyoruz. Hayatın acı yönleri ile karşılaştırarak pişmesini istemiyoruz. Halbuki tabiatta her şey zıddıyla kaimdir. Acı olmadan, acıyı tanımadan tatlıyı bilemeyiz.
Eğitim ve öğretim boyunca hep başarılı olan insanların çoğunun mutlu olmadıkları bilinmektedir. Nasıl ki para tek başına mutluluk getirmezse, tek başına kariyer de insana mutluluk getirmiyor. Araştırma şirketi Gallup'un araştırmasına göre bu ülke insanı mutsuzlukta dünyanın üçüncü ülkesi imiş. İşte hali pürmelalimiz bu. Varın gerisini siz düşünün. Fazla bir şey söylemeden kariyer yapmış, mesleğinin zirvesine çıkmış birisinin anlattıklarını değerli eğitimci Selçuk Karaman'ın kaleminden okuyalım:
"Hep başarı odaklı idim. Bu durum beni her zaman hırslandırıyordu. Daima ilk sıralarda olmak, arkadaşların bana gıpta ile bakması, kızların benimle daha çok konuşmak istemesi hoşuma gidiyordu ve bu yüzden günde 5-6 saat uyuyor geri kalan zamanımda hep ders çalışıyordum.
Sonunda ÖYS'de (geçen yıl ki adıyla LYS) Türkiye'de ilk 500'e girip Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım, bitirdim ve Amerika'da uzmanlığımı pekiştirerek ülkeme döndüm.
Artık hedeflediğim tüm başarılara ulaşmıştım. Kariyer vardı, şöhret vardı, istemediğim kadar param vardı ama bir şeyim eksikti, mutlu değildim.
İçimdeki boşluğu ders, hırs, para, başarı ve şöhretle doldurmuş, mutluluğa yer kalmamıştı. O da istenmediği yerde durmamış koyup gitmişti
Şu anki aklım olsa idi zamanımı mutluluğa ayırır geri kalan zamanımda ders çalışır, hangi meslek nasipse onu olurdum.
Ailem, öğretmenlerim bana başarıyı öğretmiş ama mutlu olmayı öğretmeyi unutmuşlardı.
Parası, ünü, şöhreti ve başarısı olan bir hekim, asgari ücretli ve 5 çocuklu mutlu bir aileye özenir mi?
Özeniyor işte hem de derinden iç çekerek..." 16.10.2017
16 Ekim 2017 Pazartesi
15 Ekim 2017 Pazar
Tükettikçe Tükeniyoruz
İsraf denince hepimizin aklına gelen ilk örnek ekmek
israfıdır. Doğrudur, çöpe atılan ekmeğin haddi hesabı yoktur. Fakat gündelik
hayatta ekmeğin dışında öyle israflarımız var ki ekmek israfına rahmet okutur.
Elbise, eşya, araba vb. israflarımız had safhaya ulaştı.
Çılgınlar gibi harcıyoruz. Bazen ihtiyaçtan, bazen modayı takip etmek suretiyle
ömrümüzü almaya adıyoruz. Nedense bir türlü doyuma da ulaşmadık. Çoğu zaman da
ihtiyaç olmadan alım yapıyoruz. Evlerimiz elbise dolu. Giyinmeyi bekliyor.
Bazen bir giyimlik aldığımız elbiseler var. İndirim varsa koşuyoruz almaya.
Alırken de giyeriz diye almıyoruz. Çoğu zaman moda rüzgârına kapılıyoruz.
Birkaç giyimden sonra giymemek üzere gardıroptaki yerini alıyor.
İhtiyaçtan öte olan bu harcama bir tutku halini aldı.
Harcamanın esiri olduk. Yarışıyoruz adeta. Birbirimizin tüketimine
bakarak tetikliyoruz kendi kendimizi. O almış ben de alırım. O arabasını
yenilemiş ben de yenilerim. O yeni ve geniş bir eve çıkmış, ben de çıkarım. O yeni
elbise almış, ben de alırım. O, ev eşyasını yenilemiş, ben de yenilerim. O,
karnını lüks lokantalarda doyuruyor, ben de doyururum. O, çocuğuna şunu almış,
ben de alırım. O, tam porsiyon bir otele gidiyor, ben de giderim... İşin garibi
parası olan da harcıyor, olmayan da. Mevcutla yetinmiyoruz. Geleceğimizi
tüketiyoruz. Bir bütçe disiplinimiz yok. Devlet bütçesi gibi bir bütçemiz var.
Sürekli borçlu yaşıyoruz. Dayanıyoruz kredi kartına. Ceplerimiz birden fazla
kredi kartıyla dolu. Cüzdanda paramız olmasa da kredi kartımız sayesinde bir
kredimiz var. Yekûn borcumuzu ödeyemesek de bankamızın bize sağladığı asgari
ödeme tutarı var, firmaların verdiği taksit seçeneği var. Eksik olmasınlar
bizde olanı tüketmek ve ardından kanımızı emmek için her seçeneği sunuyorlar bize.
Sen yeter ki harcamak iste. Büyük alımlarda en büyük dostumuz bankalar.
Dilediğin kadar kredi açıyorlar bize. Atın ölümü arpadan olsun diyerek
yaşıyoruz. Bir müddet bey gibi yaşadıktan sonra sıfırı tüketip iflas bayrağını
çekiyoruz. Bu aşamadan sonra sıfırı da bulamayız, eksilerde yaşamaya devam
ederiz. Borcu kapatmak için eşin-dostun kapısını çalarız. Kimseden yeterli
desteği göremeyince dostum yokmuş demeye başlıyoruz.
Çılgınlık derecesinde olan bu tüketim hastalığımız,
içimizdeki mutsuzluğu gidermek için. Aldıkça mutlu oluruz diyoruz ama olmuyor
bir türlü. Hepsi geçici bir heves çünkü! Eskiden para saadet getirmez denirdi.
Şimdi her şeye sahip olmayı istemek de mutluluk getirmiyor. Azla yetinme, aza
kanaat getirme, ayağını yorganına göre uzatma devri geride kaldı. Eskiden
yuvayı kuran dişi kurt denen kadındır denilirdi. Şimdi alma, harcamada kadınlar
en önde. Aza kanaat getirmiyor, olanla yetinmiyor.
İşin özü, tükettikçe tükeniyoruz, geleceğimizi yok
ediyoruz. Bir daha geri gelmeyecek şekilde huzur ve mutluluğumuzu buzdolabına
kaldırıyoruz. Aslında ne zaman olanla yetinir, birbirimizle yarışmaz isek işte
o zaman mutluluğumuz geri gelir. İnanmayan deneyebilir bu yolu. Üstelik
denemesi bedava ve akla en uygun olanıdır. 15.10.2017
Belediyeler Yağma Hasan'ın Böreği mi? *
Hafta sonu tatilinde ajanslara bir göz attım. En borçlu
belediyelerin isimlerini ve ne kadar borçlu oldukları haberleri verildi. Borçlu
belediyelerin başında terör örgütüyle özdeşlemiş belediyeler başı çekiyor. İşin
garibi büyük bir kısmı da büyükşehir statüsünde olan ilçe belediyeleri.
Devletin
belini büken, devleti borç batağına sürükleyen kurumların başında maalesef
belediyelerimiz geliyor. Nasıl beceriyorlar bilmiyorum. Görüntü 'Yağma Hasan'ın
Böreği'ni andırıyor. Bu kurumlar özel sektöre ait bir firma olsa çoktan iflas
bayrağını çekerlerdi. Ne edersin ki kamu kuruluşu bunlar. Bütçe nedir, nasıl
yönetilir, nasıl tasarruf edilir hesabı yapılmıyor anlaşılan buralarda. Görünen
o ki hesap soran bir merci de yok. Kimseye neyi, nereye, niçin harcadın hesabı
sorulmadığına göre harcanmış da harcanmış. Orta yerde bir eser varsa helâli hoş
olsun borçlar. Birçok belediye enine-boyuna incelense yüzünün akıyla sınıfı
geçen kaç belediye çıkar? Öyle zannediyorum hepsi sınıfta kalır; ister iktidara
ait bir belediye olsun, ister muhalefete ait. Merak ediyorum bu belediye
başkanlarına yönetsin diye aile şirketi verilse böyle harcamayla şirket en kısa
zamanda iflas bayrağını çeker. Zaten aile büyükleri kendi şirketlerinden uzak
tutuyor anlaşılan bu başkanların çoğunu. Babaları, 'Oğlum sen şirketten uzak
dur, git devleti batır' demiş olmalı.
Belediye
başkanlarının çoğu belki de hayatında üç-beş koyunu gütmemiştir, orta ölçekli bir
bütçe yönetmemiştir. Çoğu dişinden, tırnağından artırarak bir gelir elde
etmemiştir. Partilerine yaslanarak başkan seçilen bu tipler devasa bütçeyi
görünce mirasyedi evlat gibi davranıyor, har vurup harman savuruyor; vur
patlasın, çal oynasın misali. Nasılsa ne doğru dürüst hesap soran var, ne de
arkasını arayan.
Belediyelerin
çoğu siyasi partilerin arpalığı mesabesindedir. Bu yüzden siyasi partiler
mahalli idarelere çok büyük önem atfeder, kazanmak için ölümüne mücadele
ederler. Başkan seçilen partisinin menfaatlerini gözettikçe en gözde, bir
numaralı belediye başkanı olur.
Başkan
ve belediye encümenlerinin ipi, kazan kazan ilişkisi üzerine kuruludur.
Birbirlerini besledikleri müddetçe hiç sorun olmaz. Denetlemeye gelenler ise
dostlar alışverişte görsün türünden denetler. Gördüğünüz gibi birbiriyle
menfaat ilişkisi içerisinde olanlar hallerinden memnundur. Belediyelerdeki olumsuz
durumu haber yapması gereken yerel basın görmez ve duymaza oynar. Zira
belediyeler reklam ve ilanlarıyla da onları besleyip ayakta tutar. Halk
belediye başkanından memnunmuş değilmiş, belediye borç takmış kimsenin umurunda
değil.
5
yıl boyunca kimse hesap sormaz onlara. Yeniden kazanırsa saadet zinciri kaldığı
yerden devam eder. Belediye el değiştirirse yerine gelen 'Borç devraldım'
diyerek işe başlar. O da bir müddet sonra bu işin yolunu, yordamını öğrenir.
Hızlı bir şekilde borçlanma yoluna gider. İşin aslı, suyun başını tutanlara
hiçbir şey olmuyor. Zira borç devletin borcudur. Minareyi çalan kılıfını da
uydurmuştur zaten. Olan vergisiyle bu borçları ödenek zorunda kalan halka
oluyor.
Belediyeler
temizliğin ve şeffafın yeri olmazlarsa ve tedbir alınmazsa sırtımızda kambur
olmaya devam eder. Bu gidiş bize daha fazla vergi olarak döner. Zira bu giden
paralar milletin parasıdır. Bu işler borçlu belediyeleri televizyonlarda ifşa
etmekle olmaz. Devletin görevi bu işin üzerine gitmesidir, kimsenin yaptığı
yanına kar kalmamalıdır.
* 18/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)