Bugün karşınıza bir dostumun whatsapp aracılığıyla gönderdiği bir hikâyeyle çıkmak istiyorum. Hikayemiz, kıssadan hisse içeriyor.
Bu hikaye, günümüzde bir işe girmek için mülakata katılmak isteyenlere, torpil listesi hazırlayanlara, komisyonlarda görev yapan komisyon üyelerine gelsin. Yine bu hikaye ehliyet ve liyakatı bir tarafa bırakarak devlet kadrolarını ahbap-çavuş ilişkisine döndürenlere, referans olanlara gelsin. Her birimizin kulağına küpe olsun. Zira kimimiz işe girmek istiyoruz, kimimiz makam ve mevkimizi kullanıyoruz, kimimiz de komisyonlarda görev yaparak devlete eleman ve yönetici seçiyoruz. Çağın en büyük hastalığı olan torpil ve iltimasa, adam kayırmacılığına inşallah bir son veririz de "Emanetleri ehline veririz." Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum:
"Birkaç yıl önce, bir vilayetimizde, bir bakanlığın il müdürüydüm. Bağlı bulunduğumuz genel müdürlük, başka üç ilin de il müdürüyle birlikte beni, diğer bir ilimizde personel almak üzere görevlendirdi.
Biz dört arkadaş birleşerek sözünü ettiğim ile gittik. Önceden bizim için ayrılan misafirhaneye yerleştik, şehre gelişimizi kimsenin duymasını istemiyorduk. Zaten ben ve arkadaşlarım bu ile ilk defa geliyorduk. Ne kimseyi tanıyorduk, ne de kimse bizi tanıyordu.
Arkadaşlar olarak hepimizin kanaati aynıydı, hak edeni kazandırmak. Biliyorduk ki katılım yoğun olacak ve herkes, maalesef bir referansla, bizi rahatsız edecekti. Bunun için çok dikkatli olmalıydık.
İle ikindi vakti vardık. Kimseye görünmeden şehrin biraz dışındaki kenar bir mahallede, tarihi bir camiye gittik. İkindi namazı kılınmış, caminin avlusu boştu. Osmanlı'dan kalma, mimarisi insanda manevi duygular uyandıran şirin bir caminin avlusundayız. Dört arkadaş şadırvana oturarak abdest almaya başladık. Mayıs ayının serin, sıcak havası da ayrı bir güzellik katıyor çevreye.
Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya başlamıştım ki ayaklarımın önüne bir çift takunya kondu. Takunyaların geldiği tarafa doğru şaşkınlıkla başımı çevirdim. Yüzüme tebessümle bakan, orta boylu, esmerimsi ve yakışıklı diyebileceğimiz yirmi beş yaşlarında bir gençle göz göze geldim. Utangaçlığın vermiş olduğu çekingenlikle;
"Ben buraları bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz, namaz kılana hizmet etmek, Allah'ın rızasını kazandırır. Allah kabul etsin!" dedi.
Gencin tebessümü, davranışı, kibarlığı, her şeyden önce içten davranışı hepimizi çok etkiledi. Sordum:
"Sen kimsin? Adın nedir?"
"Adım Bilal, bu mahallede oturuyorum."
Bir an abdest almayı bırakarak gençle ilgilenmeye başladım.
"Ne iş yapıyorsun Bilal?"
Biraz durakladı; ama yüzündeki gülümsemeyi hiç eksik etmeden sorumu cevaplandırdı:
"Şimdi işim yok; ama inşallah yakında işe gireceğim."
O kadar inanarak söylüyordu ki bunu,
"Nasıl olacak o, Bilal?" dedim.
*Müthiş mütevekkil ve huzurlu bir yüzle:
"Üç gün sonra" dedi, " … Müdürlüğü’nde sınavla personel alınacak. Rabbim, oraya girmeyi nasip edecek inşallah!" demez mi?
Ben bir an neye uğradığımı şaşırmıştım. İşe alacak olan bizdik. Arkadaşlarım da artık, Bilal ile aramızda geçen konuşmalara dikkat kesilmişlerdi.
"Peki, Bilal" dedim, "Bu zamanda işe girmek zor, hem de çok zor! Senin torpilin var mı? Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?"
Bilal o mütevekkil ve mütebessim halini kuşanarak (ki bu halini hiç unutamıyorum.) hepimizin üzerinde bomba tesiri bırakacak sözü söyleyiverdi:
"Bir yetimin referansı kim olur?
Benim referansım Allah Celle Celaluhu'dur. Ne güzel vekildir O. Dün gece O'na teheccüd namazından sonra dilekçemi sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?"
Ya Rabbi! Ne işe tutulmuştuk?
Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum! Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim. Musluktan avucuma su alıp yüzüme serptim.
"Bilal, baban yok mu?"
"Yok, ben üç yaşındayken ölmüş. Anneciğim büyüttü beni."
Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu o kadar meydanda idi ki kalbi adeta yüzüne vurmuştu.
"Askerliğini yaptın mı Bilal?"
"Yaptım ya, hem de çavuş olarak"
Artık Bilal'ı daha yakından tanımalıydım; çünkü o tanınmayı çoktan hak etmişti.
*"Evli misin Bilal?"
Bir anda gözleri yere düştü. Yine o mütevekkil hali üzerindeydi. Utanarak sözünü sürdürdü; "He ya, evli değil de sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez düğünümü yapacağım."
Yine o kadar kesin konuşuyordu ki!
"Ama Bilal, üç gün sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki sanki sınavı kazanmış gibisin!"
Sustu. Başını kaldırdı ve gözlerini ufka dikti hemen cevap vermedi, daldı. Yüzünün rengi bir beyazlaşıyor, bir sararıyordu. Biraz sonra gözleri ufka dikili olarak ve sesine bir gizemlilik katarak şunları söyledi:
"Ben Rabbimi çok seviyorum, inanıyorum ki o da beni seviyor. Seven seveni korumaz, ona yardım etmez mi? Seven seveni hiç yüz üstü bıraktığı görülmüş müdür?”
Ona söyleyecek laf bulamıyordum. Bilal öylesine bir kalp taşıyordu ki Allah bizi kocaman kocaman müdürleri, Bilal kuluna hizmet ettirmek için ayağına göndermişti.
Kim müdürdü, kim işçi olacaktı? Bilal dilekçesini en büyük makama sununca melekler harekete geçti; daireler, müdürler harekete geçti ve hep birlikte Bilal kulun ayağına koşmaya başladılar. Çünkü emir büyük makamdandı. Allah'a malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi?
Sormaya devam ettim, içim titreyerek:
"Bilal, sözlünü nasıl buldun? Bu zamanda hem yetim, hem işsize kim kız verir ki?"
Başını salladı ve "doğru" diyerek ekledi;
"Zor nişanlandım ya, Allah razı olsun, kayınpederim olacak olan insan, ‘sözde Müslüman’ değil, hakiki mümin. ‘Bu zamanda namazında niyazında damat nerede bulunur, hem rızkı veren Allah'tır’ dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verir inşallah."
"Bilal, senin bu tarz yetişmene neden olan, seni bu mütevekkil hale getiren bir sır olsa gerek.”
“ Eğer ona sır denilirse, var. Sevgili anneciğim bana hiç haram lokma yedirmediğini söyler.”
Bilal lise mezunuydu, üç yüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçerek ilk yetmiş kişinin arasına girdi. Şimdi mülakata girecekti.
Ve bizler, önümüze sunulan, Bakanlık dâhil, bütün referansları bir kenara koyarak Bilal'ın referansını en öne aldık.
Mülakat gününe kadar bizi göremedi, kim olduğumuzu da zaten bilmiyordu. Mülakat günü geldi çattı. Tüm arkadaşlar merak ediyorduk, bizi karşısında görünce acaba nasıl tepki verecekti?
Adı okundu, içeri girdi. Heyecandan olacak, bizi birden fark edemedi, zaten kıyafetlerimiz de değişmişti. Biz susmuştuk, o da başını yavaş yavaş kaldırarak bize baktı.
Birden şaşırır gibi oldu, yüzü kızardı ve gözleri yere düştü, sessizliği bozdum;
"Bilal, bizi tanımadın mı?"
"Evet!"
"Peki, ne diyeceksin şimdi?"
Ağlamaya başladı, çocuk gibi hıçkırıyordu. Artık biz de dayanamamıştık, ona uyduk. Sabah makamında hıçkırıklar boğazımıza düğümlenmişti. Oda öylesine bir havaya bürünmüştü ki bazı manevi şeylere elle dokunmak mümkündü adeta. Bilal ellerini Rabbine kaldırdı ve:
"Ey Rabbim! Ben halimi sana sunmuştum, içimi sana açmıştım, şimdi burada müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah'ım, ben Sen'den, başkasından istememeyi istedim. Beni yalnız Sana muhtaç eyle Allah'ım” dedi.
Bir an bir sessizlik oldu. Arkasından hüzün dolu bir sesle;
"Ne olur, izin verin çıkayım" dedi.
"Peki, Bilal" dedik, "Güle güle git. Allah işini, aşını, eşini mübarek kılsın!"
Allah'tan isteyenler muratlarına erdiler de, O’ndan başkasından isteyenler helak oldular. Allah dilerse bütün dünyayı Bilaller'e hizmetçi yapar (Bizi yapmadı mı?)
Fakat Bilal yüreğine ve saflığına ulaşmak gerek.
"Referansım Allah'tır" diyenlerden olabilmek duasıyla... Ömrümüz mübarek olsun. Gününüz bereketli olsun. Torpillerimizin Yaradan'dan olmasi duası ile."
Allah helalinden yemeyi ve yedirmeyi nasip etsin, boğazımızdan haram lokma geçirmesin, referansı Allah olan Bilaller'in sayısını çoğaltsın, komisyonlarda görev yapanların görevlerini tıpkı bu hikayedeki üyeler gibi yapmasını nasip etsin. 05.09.2017
5 Eylül 2017 Salı
DKAB Öğretmenlerinden Ne İsteniyor?
Malumunuz haziranın son iki haftası ile eylül ayının ilk iki haftası öğretmenlerin mesleki çalışma dönemleridir. Tüm öğretmenler 09.00-13.00 arasında okullarında yapılan seminer çalışmasına katılırlar. Yapılan bu çalışmalar ne kadar verimli ya da değil tartışmasına girmeyeceğim. Değineceğim husus başka.
Son birkaç yıldır yapılan mesleki çalışmalarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, İHO ve İHL öğretmenleri için ayrı okullar planlanmakta. Eğitim bölgesindeki tüm DKAB öğretmenleri belirlenen okula getirilmektedir. Bu branştaki öğretmenlere iyilik mi yapılıyor, kötülük mü? Özel bir statü mü tanınıyor? Anlayamadım gitti.
Tüm branşlar ayrı ayrı okullarda toplansa Din Kültürü de bir branş olduğuna göre bu planlamaya eyvallah diyeceğim. Gördüğüm kadarıyla bu muamele sadece DKAB öğretmenlerine yapılıyor. Sebebi nedir? Bunda ne hikmet vardır? Hangi fayda mülâhaza edilmektedir? İnan anlayamıyorum. Bu işi planlayanlar bunun hikmetini izah ederlerse dünyalar benim olacak. Yok, sana dünyayı zehir edeceğiz denirse buna diyeceğim bir şey olmaz.
Bu muamele DKAB öğretmenlerini aynı zamanda mağdur ediyor. Çünkü bu öğretmenler çalıştığı okula daha rahat bir şekilde gidip geleyim diye okulunun yakınından ev tutmuştur. Şimdi işin yoksa iki vasıtayla seminer çalışmasına git gel her gün. Haydi bundan da geçtim diğer branşları kendi okullarında bırakarak DKAB öğretmenlerini bir başka okula toplamayı diğer branşlar nasıl düşünür? Bize ayırım yapılıyor, ikinci sınıf muamelesi görüyoruz diye düşünemezler mi?
Amacımız DKAB öğretmenlerinin görgü-göresekleri artsın, bilgi alışverişi yapmalarını sağlamak denirse diğer branşların buna ihtiyacı yok mu?
Hikmetinden sual olunmaz, emir de demiri keser. Dilediğinizi yapın. DKAB öğretmenleri de yapılan planlamayı yerine getirir. Ama yaptığınızın makul bir açıklaması olsun.
Sahi, DKAB öğretmenlerine seminer dönemlerinde iyilik mi yapılıyor/ kötülük mü? Seçin beğenin, karar sizin. 05.09.2017
Son birkaç yıldır yapılan mesleki çalışmalarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, İHO ve İHL öğretmenleri için ayrı okullar planlanmakta. Eğitim bölgesindeki tüm DKAB öğretmenleri belirlenen okula getirilmektedir. Bu branştaki öğretmenlere iyilik mi yapılıyor, kötülük mü? Özel bir statü mü tanınıyor? Anlayamadım gitti.
Tüm branşlar ayrı ayrı okullarda toplansa Din Kültürü de bir branş olduğuna göre bu planlamaya eyvallah diyeceğim. Gördüğüm kadarıyla bu muamele sadece DKAB öğretmenlerine yapılıyor. Sebebi nedir? Bunda ne hikmet vardır? Hangi fayda mülâhaza edilmektedir? İnan anlayamıyorum. Bu işi planlayanlar bunun hikmetini izah ederlerse dünyalar benim olacak. Yok, sana dünyayı zehir edeceğiz denirse buna diyeceğim bir şey olmaz.
Bu muamele DKAB öğretmenlerini aynı zamanda mağdur ediyor. Çünkü bu öğretmenler çalıştığı okula daha rahat bir şekilde gidip geleyim diye okulunun yakınından ev tutmuştur. Şimdi işin yoksa iki vasıtayla seminer çalışmasına git gel her gün. Haydi bundan da geçtim diğer branşları kendi okullarında bırakarak DKAB öğretmenlerini bir başka okula toplamayı diğer branşlar nasıl düşünür? Bize ayırım yapılıyor, ikinci sınıf muamelesi görüyoruz diye düşünemezler mi?
Amacımız DKAB öğretmenlerinin görgü-göresekleri artsın, bilgi alışverişi yapmalarını sağlamak denirse diğer branşların buna ihtiyacı yok mu?
Hikmetinden sual olunmaz, emir de demiri keser. Dilediğinizi yapın. DKAB öğretmenleri de yapılan planlamayı yerine getirir. Ama yaptığınızın makul bir açıklaması olsun.
Sahi, DKAB öğretmenlerine seminer dönemlerinde iyilik mi yapılıyor/ kötülük mü? Seçin beğenin, karar sizin. 05.09.2017
Emeklilik İstenmesi Gereken Bir Şey midir?
Ah bir göreve başlasam, ah bir emekli olsam der dururuz çoğu zaman. Son emeklilik düzenlemesiyle birlikte bir de yaş vurmuşsa "Üç yıl vurdu, beş yıl vurdu, yaşa takıldım." pişmanlığını yaşarız. Çevremizde emekliliği hak ettiği halde emekli olmayı düşünmeyenleri görünce "Keşke bana vursaydı bu. Ben bir gün durmazdım" deriz.
Emeklilik gelir çatar bir gün. Emekliliği hayal edenlerin çoğu emekliliği telaffuz etmemeye başlarlar. Hatta daha da çalışmak için çabalarlar. "Ne zaman emekli olacaksın" diyenlere de bozuk çalmaya başlarlar. Çünkü ayakları yere basmaya başlamıştır. Emekli olunca maaşı iyice düşecek. Bu durumda aldığı kendine bile zor yeter. Çocuk var okuyan, daha baş göz edilecek, önünde işi yok. Daha fazla para lazım. Hasılı emeklilik askıya alınır böylece.
Emekli olan olursa, yapacak işi ve meşgalesi yoksa kendini boşlukta hissetmeye başlıyor, ikinci iş arayışına giriyor. hem madden sıkıntıya giriyor, hem de yalnızlaşıp yalnızlara oynamaya başlıyor. Kendini durmadan dinleyip duruyor, ya evinde ya da çarşıda sürekli uğradığı bir yerde.
Emeklilik yaşında yaş ve çalıştığı hizmet yılına göre halihazırda bir kademe varsa da sanırım 2030'dan itibaren göreve başlayanlar 65 yaşında emekli olabilecekler. Kimi mezarda emeklilik olarak kabul etse de, bu yaşa kadar insan nasıl çalışır dese de Türkiye'de emeklilik halihazırda bu şekilde.
İnsanlar niçin emekli olmak isterler, ya da emeklilik nedir, insanlar emekli olması gerekiyor mu? Sorduğum sorulara mutlaka farklı cevap verecekler vardır. Burada kanaatimi arz etmek istiyorum. Kişinin sağlığı ve verimi devam ettiği müddetçe çalışmasından yanayım, yaşı kaç olursa olsun. Devlet veya özel sektörde çalışan kişilerden başka emekliliği düşünen var mı? Kendi işini yapan nice kimse resmen emekli olmasına rağmen hala işinin başında çalışmaya devam ediyor. Emekli olduğu halde başka bir alanda çalışmaya devam eden insanımızın sayısı da az değildir.
Verimli olduğu, sağlığı elverişli olduğu müddetçe emekliliği düşünmemek lazım diye düşünüyorum. Nerede emekli olan birini görsem emekli olduğuna, olacağına bin pişman olmuş gördüm. Emeklilikle beraber yalnızlaşan kişi aynı zamanda işe yaramıyorum diye düşünmeye başlıyor. Bir meşgalesi de yoksa yatsın ağlasın, kalksın ağlasın artık. İşleyen demir ışıldar misali insanımız çalışabildiği, gücünün yettiği kadar çalışmasında fayda vardır. Çünkü çalışmayan vücut tökezlemeye başlıyor. 05/09/2017
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)