10 Ağustos 2017 Perşembe

Ormanların bile adı konmamış bir kanunu var

Biz içlerini bilmesek de ormanlarda yaşayan hayvanat kendi arasında bir düzen kurmuş. Her bir hayvanın gücü diğer hayvana kadardır. Yaşamaları ve karnını doyurmaları bile birbirini yok etme üzerine kurulu. Öyle bir düzen var ki birine karşı aslan kesilen hayvan diğerine karşı kedi olabiliyor. Biri diğerinin panzehiri durumunda. Her biri kendi çapında yaşam mücadelesi veriyor, zayıf da olsa güçlü de olsa her biri durumuna razı.

Çok değil yakın zamana kadar birlikte yaşayan insanoğlunun yaşantısı da ormanda yaşayan hayvanların durumuna benzerdi. İçine sinse de sinmese de toplumda yerleşmiş kurallara uyulurdu. Her birimizin özgürlük alanı diğerine kadardı. Alanımız gücümüz oranındaydı. Devletin koyduğu kanunlara karşı boynumuz kıldan inceydi, yazılı bir kuralı olmasa da toplumsal adabı muaşeratımız vardı. Saygıya dayalı bir korkuydu bizdeki. Yapacağımız bir işi "Başkası ne der, komşular ne der, el âlem ne der," derdik. "Ailemin yüzünü kara çıkaramam, önümde atam var, daha bana laf düşmez, ben onları çiğneyip geçemem. Ne olursa olsun onlar benim annem ve babam" der, onlara karşı çıkmazdık. Büyüklerin yanında edeple durur, söz verilmeyince konuşmazdık, bize sorulursa kırmadan, dökmeden cevap verirdik. Haksız bile olsa öğretmene sahip çıkardık, namaza gitmesek de imamımıza sahip çıkar, onu korur ve gözetirdik. Devlet dairesine giderken üstümüze başımıza dikkat eder, oradaki memura saygıda kusur etmezdik. Polisi ve askeri görünce suçlu olmasak da çekinirdik. Hangi öğretmen iyi veya kötü değerlendirmesinde bulunmazdık. Giyim ve kuşamımızda bile toplumun değer yargılarını gözetirdik. Muayene için doktorun karşısına çıktığımızda acılar içinde kıvranır olsak da heyecana kapılır, ama saygıyı elden bırakmazdık. Kolay kolay "Doktor bey, rahatsızlığım ne" diye soramazdık. Dışarıda bizi bekleyen doktor ne dedi diye sorduğunda bilmem şu reçeteyi yazdı derdik. Kaymakam, vali vs devlet adına iş yapanların bir ağırlığı vardı yanımızda.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Yukarıdaki yazdıklarımın doğruluğu iddiasında değilim. Özellikle devlet dairesine gittiğimizde hakaretin, küçümsemenin alasını gördük çoğu zaman. Kolay kolay derdimizi anlatamadık. Ayıplanırız düşüncesiyle duygu ve düşüncelerimizi bastırdık. Toplum ayıplar diye yapmak istediğimiz makul olanları bile yapamadık. Geçmişte yapılan muamelelerin çoğu kişiliğimizi zedeleyen, öz güvenimizi yok eden davranışlardı. Çoğu zaman da eleştiri konusu yaparım geçmiş değer yargılarımızı, görgü kurallarını.

Günümüzde ise yukarıda verdiğim örneklerin tersi bir durum yaşıyoruz. “Özgür bir bireyim, bana kim karışır, anam ve babamın bana müdahalesi bir yere kadardır, öğretmen de kim oluyor, doktor ve memurun vergisini ben veriyorum, onlar ve diğer kamu adına çalışanlar benim işimi yapmakla yükümlüler, çocuğum ne yaparsa yapsın öğretmen çocuğuma ters bile bakamaz, sınıfta bırakamaz, düşük not veremez. Dışarıda istediğim gibi giyinir, istediğim gibi hareket ederim. Eşim ne karışır, ben de bir bireyim. Polis ve askerden niye çekineyim, başbakan da kim oluyor, hayır vali ne karışır, falan hoca haddi aştı, kendini ne sanıyor, ben İslam’ı ondan daha iyi bilirim…” gibi sözleri söyleyerek doğru-yanlış, savunulur veya savunulamaz geçmiş ne kadar müktesebatımız varsa tersine çevirdik bugün. 

Geçmiş muamelelerin çoğu öz güvenimizi yok ediyor, bizi sindiriyordu. Şimdi ise “Hak arıyorum, ben öz güven sahibiyim" diye yaptıklarımız ise çoğu zaman hadsizlik, bir sınır tanımamazlıktır. Nedense edepsizliği öz güven olarak görmeye başladık. İyi mi yaptık? Maalesef iyi yapmadık. Geçmiş muameleler de iyi değildi, şimdikilerde. İfrat ve tefrit hali her ikisi de. Ortasını bulamadık bir türlü. Yine de bir tercih yapalım dersek geçmiş muameleler sıkıcı, baskıcı olsa da, öz güvenimizi yok etse de bir denetim vardı, bir çekinme vardı. İyi-kötü bir düzen ve ahenk vardı. Tıpkı ormandaki hayvanlar arasında olan düzen gibi. Şimdi kimsenin kimseye karışamadığı bir dönemi yaşıyoruz. Herkes kendini dünyanın merkezine koyuyor. Dünya ve içindekiler kendisine hizmet için yaratılmış sanıyor. Bugün herkese sorumluluk yüklenmiş ama yetkisi alınmış, etkisiz eleman durumundayız.

Geçmişe dönelim, geçmiş daha iyiydi demiyorum. Zaten dönüş mümkün değil. Ama bugünkü gidişatımız da pek hayra alamet değil. Önce bunu bilelim. Günümüzde geçmiş ve günümüzün ortasını bulmaya çalışalım. Zira panzehirimiz budur. Yoksa bu gidişle kimsenin kimseden çekinmediği bu dönem eskiyi mumla aratacağa benziyor. 10/08/2017






Bir yerde eksikliğimiz var ama nerede?

İslam dini mükemmel bir dindir. Bazı emir ve yasakları eksik gibi görünse de bunlar İslam'ın eksikliğinden ziyade bizim anlayamadığımızdan ya da anlamak istemediğimizdendir. Mükemmel olduğu için de zaten son din olmuştur. Bu son dinle beraber Allah'ın dini de tamamlanmıştır.

İslam dinine giriş yapanlar karşılarında mükemmel bir din ile karşılaşırlar. İslam ne kadar mükemmelse de ona inanan Müslümanların çoğu mükemmel değil maalesef. Normal şartlarda kendisi mükemmel olan bir şeye tabi olan da mükemmel olmalı değil midir? Değiliz maalesef. Bir tezatlık var. İslam'ı gönüllere ve zihinlere kazıyacak iyi bir rehber ve kılavuz değiliz. İslam'ın kendisini bizi menzile götürecek iyi ve mükemmel bir araca/ata benzetirsek bu aracı kullanan sürücülerde iş yok demektir. Zira at sahibine göre kişner. İyi bir şoför, iyi bir kaptan değiliz maalesef. Kötü kullanıcının elinde kıymetli bir değer yerlerde sürünüyor denir ya, teşbihte hata olmasın, işte öyle bir şey.

İslam, tüm umdeleriyle birlikte ele alınarak yaşandığı takdirde bir değer ifade eder. Bir kısmını önemli görür, yapar ve yaşar, bir kısmını da görmezden gelip kulak ardı edersek veya biz İslam'a değil de İslam'ı kendimize benzetmeye çalışırsak sanırım bu yaşadığımız İslam bizi yükseltip yücelteceği yerde yerlerde süründürür. Ki olan da budur. Müslümanların ve İslam dünyasının hali pürmelali ortada. Bir araç tüm aksesuarıyla birlikte bir mükemmellik ifade eder. Araçtaki bir eksiklikle yola çıkmak bizi yarı yolda bırakabilir. Zira araçtaki her şeyin yeri ve zamanı geldiğinde önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Biz İslam dininin emir ve yasaklarının bazılarını ön plana çıkarıyor, bazılarını "olmasa da olur, yapsak iyi olur ama yapamıyoruz" diyerek geri plana itiyoruz. Seçe seçe İslam'ı sürekli yapıla gelen birkaç ibadete indirgiyoruz. Baştan söyleyeyim vereceğim örnekler İslam'ın temel umdeleridir. Asla küçümsenmeyi gerektirmez. Zaten niyetim de bu değil, ki haddim de değil. Mesela bugün sadece namaz ve oruca indirgedik İslam'ı. Varsa namaz, yoksa namaz. Kişileri değerlendirirken ve araştırırken bile namazı bir ölçü olarak ele alıyoruz, "namazında, niyazında" diyerek. O kadar namazdan konuşuyoruz ki gören, "İslam sadece namazdan ibaret" sanır. Bunu da düzgün bir şekilde yapamıyoruz maalesef. Zira o kadar camimiz sadece Cuma ve bayram namazlarında doluyor. Yıllık orucumuzu tutuyor, durumumuz iyi ise hacca gidip geliyor, ara ara umreye gidiyor, cimrilik sınırı olan zekatımızı da veriyoruz. Başka ne var yaptığımız? Bir defa kıldığımız namaz ve oruç nefsimizi terbiye etmek, hayatımıza dinamizm katmak, kötülüklerden uzaklaştırmak gibi ibadetlerdir. Hac ve zekat sosyal yönünü gösterir. Diğer geriye kalan umdelerin de  konuşarak muhabbetini yapıyoruz.

İslam çalışmayı, üretmeyi, insana ve insanlığa hizmeti emreder; biz üretme yerine hep tüketiyoruz. İslam, ahlakı olmazsa olmaz kabul eder; biz meyve vermeyen ağaç gibiyiz. Dedikodu, gıybet, iftiranın alasını yapıyoruz. İslam, temizlik imanın yarısı, der; biz kendimize temiz olmak şartıyla doğayı, çevreyi her yeri kirletiyoruz. İslam saygıyı, hoşgörüyü, zorlamamayı emreder; biz gücü ele geçirdiğimiz zaman yapmadık baskı bırakmıyoruz. Ne yazık ki bizim için bir nimet olan İslam’ın kıymetini bilmiyoruz, elimizdeki hazineyi kullanamıyoruz. Elindeki değeri kullanmayı bilmeyene ne denir? Beceriksiz. Evet ta kendisi…

Hasılı İslam öyle bir din ki her yönüyle yaşandığı takdirde mükemmeldir. Müslümanlar bugünkü hali pürmelalimizi dert ediniyorsa önce Müslüman olma konusunda ona ‘teslim’ olarak samimiyetimizi göstermeliyiz. ‘Ya Rabbi, amenna!” demeliyiz. Kal ehli olmayı bırakıp hal ehli olmalıyız. İslam’ın umdelerinden işimize geleni seçip diğerlerini arka plana atmamalıyız. Bir tarafına ağırlık verip diğerlerini es geçersek günümüzde olduğu gibi bizi yerlerde süründürür.

Nefsimizin Müslüman’ı değil, İslam’ın Müslüman’ı olmamız lazım vesselam! 10/08/2017

9 Ağustos 2017 Çarşamba

"Ölen 250 kişinin katili devlettir" **

İnsanoğlu dilinin altında gizlidir, konuştuğu zaman kendini ele verir. Yeter ki konuşsun, konuşmasına izin verilsin. Yumurtlar da yumurtlar. Ama yumurta yenir mi/yenmez mi tartışılır. Kendisini bir şey sananların yumurtladığı bazen kendisini vezir yapsa da çoğu zaman rezil eder. Bu işi siyaseten yapıyorsa 'Olmaz da neyse' dersin. Ya bunu söyleyen söylediğine inanarak söylüyorsa işte vahim olan da budur. İşin garibi bu hastalığın adı da yoktur, tedavisi de. Kişi doktor da olsa kendisini tedavi edemez. Hani “Terzi kendi söküğünü dikemez” deriz ya, işte öyle bir şey bu.

Bu girizgâhtan sonra sadede gelmek için tarihe bir yolculuk yapalım. Buhari ve Müslim’de rivayet edilen bir hadisi şerife göre mealen, “Ammar bin Yasir, bıyığı yeni terlemiş bir genç iken Hz Muhammed, "Ammar'ı ileride isyancı bir güruh öldürecektir," der. Gel zaman git zaman Sıffın Savaşında Hz Ali ile Muaviye karşı karşıya gelir. Savaş öncesi iki ordu savaşa başlamadan önce bazı sahabiler, Ammar'ı Hz Ali'nin safında görünce Muaviye tarafının isyancı güruh olduğunu anlayarak savaş alanını terk ederler. Nihayet olması istenmeyen bu savaş oluk oluk Müslüman kanının akmasına  sebebiyet verir. Bu savaşta Hz  Ali'nin yanında savaşa  giren Ammar şehit düşer. Savaş biter. Taraflar büyük zayiatlar vererek geri çekilir. 

Muaviye'nin safında savaşa giren Abdullah bin As, savaş  bitimi babası Amr bin As’ın yanına gider. Orada Muaviye de vardır. Abdullah babasına, ‘babacığım, Peygamber, Ammar’ı isyancı bir güruh öldürecek’ demişti. ‘Ammar, Ali’nin safında idi ve öldürüldü. Bu durumda biz isyancı bir güruh olmuyor muyuz?’ diye sorunca babası Amr, ‘Oğlum! Onu esas öldürenler, onu savaş meydanına getirenlerdir’ cevabı verir.”

Bu olayın bir kısmı Sahihayn’de, bir kısmı da siyer kitaplarında anlatılır. Olayın iç yüzünü Allah bilir. Yine biliriz ki, “Ammar’ı öldürenler, onu savaş meydanına getirenlerdir” diyen Amr bin As, çok zeki bir komutandır. Amr bu sözü söylemişse bu söz size hiç tanıdık geliyor mu? Eğer biraz gündemi takip ettiyseniz bu cevap günümüzde 15 Temmuz’da şehit olan 250 kişiyle ilgili bir vekilin, "O ölen 250 vatandaşımızın katili devlettir. Bunu açık açık bir vekil olarak söylüyorum." sözü arasında çok rahat bir bağ kurabilirsiniz. Tıpatıp aynısı. Tercümesi, “250 kişinin katili, onları meydanlara çağırandır” da anlaşılabilir.

İlmin zirvesine varmış vekilin cevabı bana Amr bin As’ın sözünü hatırlattı. Demek ki asırlar geçse de, nesiller değişse de insanın yapısı değişmiyor. İnsan aynı insan. Tiyniyeti de aynı. Ne fazlalığı vardır, ne de eksikliği. Hele mazeret üretmede, kılıf bulmada, suç isnat etmede üstüne yoktur. Laf cambazıdır insanoğlu, özellikle böyleleri. İşin garibi milletin gözünün önünde canlı yayında cereyan eden kanlı darbe teşebbüsünü inkar edip hainleri temize çıkarırcasına devleti suçlamak nasıl bir psikoloji? Nasıl bir kişilik? Nasıl bir ruh hali? Gerçekten vahim bir durum bu.

İşin garibi  ülkenin üzerinden buldozer gibi geçen bir darbeye daha içimizdekileri inandıramamışız. Şehitlerimizi darbeye kalkışanların öldürdüğüne inandıramamışız. Biz nasıl yurt dışındaki insanlara bu ülkede darbe yapıldı diyeceğiz? Adı, sahasında kariyer yapmış ve zirvesine ulaşmış bir ilim adamı olsa da, halkın oylarıyla seçilmiş ve Mecliste bizi temsil eden bir vekil olsa da, Allah kimseye akıl ve izan noksanlığı vermesin, böylelerine basiret ve feraset versin, gözlerindeki perdeleri kaldırmayı, hayata diğer normal insanlar gibi bakabilmeyi nasip etsin. Bu insanlar bu taşıdıkları psikoloji ile gerçekten iyi yaşıyorlar. Ne edersiniz ki lideriyle, vekiliyle biri “darbe kontrollüydü” diyor, diğeri; “iki yüz elli kişiyi devlet öldürdü,” diyor. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş.  09/08/2017

** 06/09/2017 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.