4 Ağustos 2017 Cuma

Beş kişinin yediği yemeğin faturası


Gördüğünüz beş kişinin yediği yemeğin faturası. Tamı tamına 1029 lira. Fişte yenilen yemek ve içeceklerin fiyatları belli. Öyle zannediyorum bu fiyatı çoğunuz çok astronomik ve fahiş bulmuşsunuzdur. Zaten bulmamak da mümkün değil.
Otomatik alternatif metin yok.
Bu tür lokantaların müşterisi var ki açılmış ve hala faal. Buralara Anadolu'nun normal ücrete sahip insanının gitmesi mümkün değil. Kazara yerse de midesine oturur. Ambulans hızlı bir şekilde gelip de hastaneye yetiştirilirse belki kurtulma ümidi olur. Kurtulduktan sonra da bir daha lokantaya özellikle lüksüne gitmez, giderse de önce fiyatlara bakar. Olması mümkün değil de en ucuzu varsa onu yer, arkasına bakmadan çeker gider. "Ya Rabbi! Ne olursun, beni bir daha acıktırma" diye dua eder. Yanlışlıkla oradan bir daha geçerse yönünü ters istikamete döner, "tövbe ya Rab! Affet ya Rab!" diyerek söylene söylene yoluna devam eder. Tam bu esnada çocuğu, " Baba bak! Geçen günkü geldiğimiz lokanta, haydi bir daha girelim, ben acıktım" derse babadan günah gider artık "Kes lan! Acıkma zamanı mı şimdi? Acıkacak yer bulamadın mı? Bak ben acıkıyor muyum? Geçen günden beri üstelik hiç acıkmıyorum. Daha bu gidişle acıkacağa da benzemiyorum. Yemek de yok, aş da. Şu andan itibaren ailecek oruca niyetleniyoruz. Üstelik akşam ezanıyla açmayacağız iftarımızı. Akşam içeceğimiz bir bardak su ile ertesi güne niyetleneceğiz. Taki 1029 liranın acısı çıkıncaya kadar devam edecek bu. Ah bir de evde ve markette olmayan bir şey yeseydin bari gam yemezdim. Senin yediğin spagettinin fiyatıyla ben fabrikasını kurardım. Hazar onmayan adamın vardır bir derdi..." der mi der. Başka türlü de olmaz zaten.



Ne olduğunu anlayamayan çocuk suratını asıp biraz somurtsa da az sonra annesinin kulağına eğilerek "Anne! Ben ne yaptım ki babam bu kadar kızdı? Bu lokanta kötü bir yer mi yoksa? Sonra ben acıkamaz mıyım" diye sorduğunda annesi, "Kötü olmaya kötü değil yavrum! Pahalı da ondan. Bak senin yediğin makarnadan baban markete gidince 170 paket alsın, ben sana 170 gün boyunca pişireyim, sen de tıka basa yersin. İşte bu fiyat öyle bir şey..." diyerek anlatmaya çalışır.

Bu tür lüks yerlere giden bir pişman olur, gitmeyen veya gidemeyen ise "Acaba buranın yemekleri nasıl, acaba yemekleri altın kaplama mı? Herhalde buradan yiyince insanın tadı damağında kalıyor olmalı. Ah bir de biz yiyebilsek...Nasıl yiyeceğiz ki ben bu parayla bir ay iaşemi karşılarım, ki gıdaya bu kadar bile ayıramıyorum..." diyerek pişmanlığını dile getirir. 

Gördüğünüz gibi buraya giden bir pişman ise gidemeyen bin pişman. Ama yok illaki ben de gireceğim buraya, bir anlık beylik de olsa onu tadacağım" diyeniniz çıkarsa hiç tavsiye etmem, bu iş dolduruşa gelmez. İmkanı olan bu tür yere gitmiş, acısı üç-beş gün sonra çıkar gider de aylık geçim hesabı yapan birinin böyle bir yere gitmesi ömür boyu acısını çekmesine sebep olur. Benden söylemesi...Unutma ki  her pilicin eti yenmezse her lokantanın da eti yenmez.

Bana da burada yemek yiyen ve yiyemeyenin tasası düştü. ne diyelim afiyet olsun!  Ben doydum daha gitmeden...04/08/2017


3 Ağustos 2017 Perşembe

"Ne yedim ki iki dıkım bişi"

Kadın oturdu sofraya, kimseyi beklemeden başladı yemeye. Bir ondan, bir bundan götürdü bir bir. Konuşmaya fırsat buldukça "Ben açlığa dayanamam, hemen birden acıkıyorum" dedi ardından. Sofradan ne zaman kalktı, sofrada ne bıraktı bilinmez, çünkü herkes bir bir kalkarken o hala oturuyordu sofrada.

Az sonra girdi, çıktı. Çıktı, tekrar girdi. Oturdu. Rahat edemedi bir türlü. Kalktı buz gibi pet şişeyi dikti kafaya, bir yudumda içti. Kendisiyle birlikte ozanların atışması gibi sofrada yemesine eşlik eden kocası, "Ne oldu?" diye sordu. "Karnım şiş, rahat edemiyorum" dedi. Ardından "Bu evde gazoz yok mu" dedi. Sordu kocası "Gazozu ne yapacaksın" diye. "Karnımın şişini indireceğim," dedi. "Sen soda istiyorsun o zaman? Ha az yeseydin" dedi kocası. "Ne yedim ki iki dıkım bişi yediğim" dedi. "Bu nasıl iki dıkım böyle?" dedi. Ardından soda getirildi. Sodayı içti, gıvcınması biraz durdu. Hele şükür ki soda onun hazımsızlığına merhem oldu. Yoksa toku ağırlamak zordur biliyorsunuz.

Yesin yemeye. Üstelik doyuncaya kadar yesin hem de. Haydi canın çekti şekerim var demedi; yedi, içti, sildi, süpürdü. Ardından soda içmek de ne? Yemeğin ardından soda içmek pişmiş aşa su katmak gibi bir şey. Madem karnı şişiyor derdine ne oldu bu kadar yiyecek? Sonra acelen ne? Sindire sindire yese ya. Sonra insanın midesine bu kadar düşmanlığı nereden geliyor? Ayrıca Konya düğün yemeği mi yiyor da gözünü doyurmaya çalışıyor? Neyse haydi yedi, karnını tıka basa doldurdu, ardından gözünü de doyurmaya çalıştı, olmadı sodadan aldı hıncını. Bari kabul etse çok yediğini, hiç gam yemeyeceğim. Onu da kabul etmedi asla. "Birden şişiyor benim karnım" dedi. Nasıl mideyse. Kızgınlığı midesine gayri. Neyse afiyet olsun!

Anlaşılan şeker yediriyor. Perhizine de dikkat etmeyince yedikçe yediriyor. Hele bir de içtiği çaya şeker atması yok mu? Bu nasıl şeker hastalığı böyle? Normal insanlar çaya şeker atmayı bırakıyor, bu ise attıkça atıyor çayın içine şekeri. Ben çayı şekerle içerken fazla atıyorsun, zarar diyenlere, “Ben çayı şekeri için içiyorum” derdim bozuntuya vermeden. Sahi bu ne iş böyle?

Sonra bu soda ne menem bir şey ki her derde deva! Fazla yiyip hazımsızlık çeken de içiyor. Bir de kan verince Kızılay yetkilileri soda ikram ediyor. Belki de Kızılay elde olandan veriyordur.

Biliyorum yazıyı okuyan bazıları kim bu kadın diyecek? Kimse kim! Ne yapacaksınız? Sonra benim işim biliyorsunuz kişi ve şahıslar değil. Sen de böyle yapıyor musun? Ona bak! Sonra ayıplama! Dur bakalım, sen ihtiyarlayınca ne yapacaksın?  03/08/2017



Bir umut idi benimkisi hep! *

Ne zaman nerede bir koltuk boşalsa hep bir beklenti içerisine girdim. Bir zamanlar cumhurbaşkanlığı çatı adaylığı gündeme gelince üzerimde anlaşırlar beklentisi içerisine girdim. Olmadı. Ne zaman kabine açıklanacak veya değişikliği olacak dense içim kıpır kıpır oldu. Son kabine değişikliğinde de ismimi göremedim. Derken DİB Başkanının emekliliği gündeme düştü. Neden olmasın dedim. Bu arada gözüm boşalan yeni koltuğa ilişti. Milli Takım Teknik Direktörlüğü.

Neden olmasın dedim kendi kendime. Hiç bir şeye yakın hissetmedim milli takımın teknik patronluğunu düşündüğüm kadar. Umut dünyasıydı benimkisi. Gerçi Yılmaz VURAL, bekleye bekleye koruk oldu ama neyse. Hazır Terim boşaltmışken benden iyisini mi bulacaklardı? Beklemeye aldım kendimi yine her boşalan koltukta olduğu gibi. Üstelik Şenol GÜNEŞ de olmayacak gibi. Ben böyle düşünürken Galatasaray’a geldi gelecek denilen LUCESCU milli takımlar teknik direktörü olmaz mı?

İçinizden geçeni siz söylemeden ben söyleyeyim. Ne anlarsın sen futboldan diye düşünebilirsiniz. Zamanında az mı oynadım mahalle maçlarını, az mı maç izledim ekranlarda maçları eskiden naklen, şimdilerde canlı canlı. İzlediğim maçlardan sonra teknik heyetin açıklamasını dinledim. Televizyonlarda yapılan yorumculara kulak verdim. Bir iki defa da futbol ile ilgili yazı kaleme aldım. Baktım donanım olarak hazırım gibi. Sadece teknik heyet veya antrenörlük yapacak belgem yok. Onu da alırım. Niye olmasın. Bu yaşta nasıl belge alacaksın denebilir? Daha yaşım 54. Sayın LUCESCU, 72 yaşında milli takımın başına getirildiğine göre belgeyi aldıktan sonra kullanma imkanım var. Kim derdi ki 72’lik ihtiyar delikanlı takımın başına gelecek diye. Türkiye burası. LUCESCU’nun bile aklında olmayanı/gelmeyeni bizimkiler düşünüp uygulamışsa bu şans dönüp dolaşıp beni de bulabilirdi. Ama olmadı.

Haydi hepsi tamam, teknik heyet olarak takımın başına geçtin nasıl oynatacaksın denirse bu da laf mı? Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. Modern futbolda denenen modeller belli. Sırasıyla onları uygulardım. Zaten seçilen futbolcular üç aşağı beş yukarı belli. 1+3+4+2+1’i uygulardım ilk önce. Başarı gelmezse 1+4+5+1+1’i denerdim. Yine olmazsa 1+5+5 derdim. Döner döner denerdim hepsini. Her maçtan sonra basının karşısına çıkar: “Futbolcular motive olamadı…rakip takım çok güçlüydü…sahaya yabancı kaldılar bizimkiler…futbolcularıma buranın havası iyi gelmedi…mağlubiyette futbolcularımın suçu yok, tüm suç benim…gibi gerekçeler sıralardım. Her başarısızlıkta basının ve kamuoyunun ‘istifa, istifa’ seslerine kulak vermez, Federasyonun beni almasını/görevime son vermesini beklerdim. Kovulmaya üzülmez misin denirse niye üzüleyim sevinirim bile. Çünkü sözleşme gereği sözleşmem feshedilirse işimden oluyorum ama geri kalan ömrümde kendimi, ailemi, hatta sülalemi besleyecek tazminat ve maaşımı almaya devam ederdim.

Gördüğünüz gibi milli takım da olmadı. Ama bu demek değildir ki umutlarım tükeniyor. Türkiye’de her geçen gün yeni koltuklar boşalıyor. Bunların her biri ilgi alanıma girse de girmese de benim için bir umuttur. Zaten  bu umutla yaşıyorum, dinçliğimi de buna borçluyum. Üç günlük dünyada karamsar olmaya, dövünmeye gerek yok. Bu yaşında LUCESCU’ya gülen şans neden bana gülmesin bir gün. Sonra ben birileri gibi oturduğum koltuğa yapışma gibi bir niyetim yok. İstersen teknik direktör olduğum ve sözleşme imzaladığım gün hiç çalışmadan işime son versinler. Böylece hiç maça çıkmadan kovuldu denerek Türkiye gündemine otururum, ayrıca yarışmalarda “Milli Takımla sözleşme imzaladıktan sonra hiç maça çıkmadan görevine son verilen teknik direktör kimdir” soruları sorulduğunda hep ismim zikredilecek. Hasılı hep gündemde kalacaktım. Bir de işsizlik parası alacaktım sürekli.

Milli takım adına tek endişem ihtiyar delikanlının bir an için kendini Romen milli takımı direktörü sanıp milli takımımıza Romen futbolcu seçmeye kalkması. Tek üzüntüm uyanık iken aklıma gelen bir yerlere gelme fikrinin rüyalarıma girmemesi. Halbuki girse birkaç saniye de olsa nasıl havalanırdım. Ama rüyalarımdan da umutluyum. Günlük hayatta olmazsa da bakarsınız bir gün rüyalarıma girer. 

Ben böyle hayal aleminde kendi kendime gelin-güvey olurken sevincim fazla uzun sürmedi. Zira oğlan telefon açtı, "Baba! Senin kaportacının yeri neredeydi" diye. Gelip biri vurmuş arabaya. Neye yanayım koltukların bir bir altımdan kayıp gitmesine mi, arabaya vurulmasına mı? Neyse vardır bir hayır! Ne diyelim? hele şükür ki vuran bu sefer kaçıp gitmemiş. Tek tesellimiz bu...03/08/2017

* 5/08/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.