Ana içeriğe atla

Bir umut idi benimkisi hep! *

Ne zaman nerede bir koltuk boşalsa hep bir beklenti içerisine girdim. Bir zamanlar cumhurbaşkanlığı çatı adaylığı gündeme gelince üzerimde anlaşırlar beklentisi içerisine girdim. Olmadı. Ne zaman kabine açıklanacak veya değişikliği olacak dense içim kıpır kıpır oldu. Son kabine değişikliğinde de ismimi göremedim. Derken DİB Başkanının emekliliği gündeme düştü. Neden olmasın dedim. Bu arada gözüm boşalan yeni koltuğa ilişti. Milli Takım Teknik Direktörlüğü.

Neden olmasın dedim kendi kendime. Hiç bir şeye yakın hissetmedim milli takımın teknik patronluğunu düşündüğüm kadar. Umut dünyasıydı benimkisi. Gerçi Yılmaz VURAL, bekleye bekleye koruk oldu ama neyse. Hazır Terim boşaltmışken benden iyisini mi bulacaklardı? Beklemeye aldım kendimi yine her boşalan koltukta olduğu gibi. Üstelik Şenol GÜNEŞ de olmayacak gibi. Ben böyle düşünürken Galatasaray’a geldi gelecek denilen LUCESCU milli takımlar teknik direktörü olmaz mı?

İçinizden geçeni siz söylemeden ben söyleyeyim. Ne anlarsın sen futboldan diye düşünebilirsiniz. Zamanında az mı oynadım mahalle maçlarını, az mı maç izledim ekranlarda maçları eskiden naklen, şimdilerde canlı canlı. İzlediğim maçlardan sonra teknik heyetin açıklamasını dinledim. Televizyonlarda yapılan yorumculara kulak verdim. Bir iki defa da futbol ile ilgili yazı kaleme aldım. Baktım donanım olarak hazırım gibi. Sadece teknik heyet veya antrenörlük yapacak belgem yok. Onu da alırım. Niye olmasın. Bu yaşta nasıl belge alacaksın denebilir? Daha yaşım 54. Sayın LUCESCU, 72 yaşında milli takımın başına getirildiğine göre belgeyi aldıktan sonra kullanma imkanım var. Kim derdi ki 72’lik ihtiyar delikanlı takımın başına gelecek diye. Türkiye burası. LUCESCU’nun bile aklında olmayanı/gelmeyeni bizimkiler düşünüp uygulamışsa bu şans dönüp dolaşıp beni de bulabilirdi. Ama olmadı.

Haydi hepsi tamam, teknik heyet olarak takımın başına geçtin nasıl oynatacaksın denirse bu da laf mı? Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. Modern futbolda denenen modeller belli. Sırasıyla onları uygulardım. Zaten seçilen futbolcular üç aşağı beş yukarı belli. 1+3+4+2+1’i uygulardım ilk önce. Başarı gelmezse 1+4+5+1+1’i denerdim. Yine olmazsa 1+5+5 derdim. Döner döner denerdim hepsini. Her maçtan sonra basının karşısına çıkar: “Futbolcular motive olamadı…rakip takım çok güçlüydü…sahaya yabancı kaldılar bizimkiler…futbolcularıma buranın havası iyi gelmedi…mağlubiyette futbolcularımın suçu yok, tüm suç benim…gibi gerekçeler sıralardım. Her başarısızlıkta basının ve kamuoyunun ‘istifa, istifa’ seslerine kulak vermez, Federasyonun beni almasını/görevime son vermesini beklerdim. Kovulmaya üzülmez misin denirse niye üzüleyim sevinirim bile. Çünkü sözleşme gereği sözleşmem feshedilirse işimden oluyorum ama geri kalan ömrümde kendimi, ailemi, hatta sülalemi besleyecek tazminat ve maaşımı almaya devam ederdim.

Gördüğünüz gibi milli takım da olmadı. Ama bu demek değildir ki umutlarım tükeniyor. Türkiye’de her geçen gün yeni koltuklar boşalıyor. Bunların her biri ilgi alanıma girse de girmese de benim için bir umuttur. Zaten  bu umutla yaşıyorum, dinçliğimi de buna borçluyum. Üç günlük dünyada karamsar olmaya, dövünmeye gerek yok. Bu yaşında LUCESCU’ya gülen şans neden bana gülmesin bir gün. Sonra ben birileri gibi oturduğum koltuğa yapışma gibi bir niyetim yok. İstersen teknik direktör olduğum ve sözleşme imzaladığım gün hiç çalışmadan işime son versinler. Böylece hiç maça çıkmadan kovuldu denerek Türkiye gündemine otururum, ayrıca yarışmalarda “Milli Takımla sözleşme imzaladıktan sonra hiç maça çıkmadan görevine son verilen teknik direktör kimdir” soruları sorulduğunda hep ismim zikredilecek. Hasılı hep gündemde kalacaktım. Bir de işsizlik parası alacaktım sürekli.

Milli takım adına tek endişem ihtiyar delikanlının bir an için kendini Romen milli takımı direktörü sanıp milli takımımıza Romen futbolcu seçmeye kalkması. Tek üzüntüm uyanık iken aklıma gelen bir yerlere gelme fikrinin rüyalarıma girmemesi. Halbuki girse birkaç saniye de olsa nasıl havalanırdım. Ama rüyalarımdan da umutluyum. Günlük hayatta olmazsa da bakarsınız bir gün rüyalarıma girer. 

Ben böyle hayal aleminde kendi kendime gelin-güvey olurken sevincim fazla uzun sürmedi. Zira oğlan telefon açtı, "Baba! Senin kaportacının yeri neredeydi" diye. Gelip biri vurmuş arabaya. Neye yanayım koltukların bir bir altımdan kayıp gitmesine mi, arabaya vurulmasına mı? Neyse vardır bir hayır! Ne diyelim? hele şükür ki vuran bu sefer kaçıp gitmemiş. Tek tesellimiz bu...03/08/2017

* 5/08/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde