3 Mart 2017 Cuma

Yoklukmuş bize her şeyi yediren

Bir arkadaş sanal alemde “Eski sofralarımız nasıldı?
Bu sabah kahvaltı ederken sofrada kaç çeşidin olduğunu saydım.
Ortaya çıkan rakam yirmi-otuz yıl öncesine göre çok çok fazlaydı.
Bir de aklıma eski kahvaltılarımızda 'zeytin' tanesini nasıl yediğimiz geldi.
Zeytin tanesinin nasıl yendiğini hatırlayan kaç kişi varız?” şeklinde bir soru sormuş.
Paylaşıma yorum yazan az sayıdaki kişi:
1.     İkiye bölerek
2.      En az iki ısırık
3.      3 lokmada bir zeytin yediğimizi hatırlıyorum
4.      Zeytinler önce taksim edilir, sonra dileyen iki dileyen üç ısırıkta yer. 
5.      Sayıldığı zaman belli olmasın diye ben çekirdeğinin bir kısmını yutardım” şeklinde cevaplar vermişler.
Sayı az da olsa demek geçmişte ne şekilde yendiğini hala hatırlayanlar varmış dedim kendi kendime. Bu paylaşımı görenin çoğu: “Bu adam aklını peynir, ekmekle yemiş. Hiç böyle soru sorulur mu? Zeytin zeytindir. Nasıl yenmesi mi olur. Atarsın ağzına. Sıyırıp çıkarırsın” deyip burun kıvırmıştır. Çünkü zeytinin yüzüne bakan yok şimdi? Üstelik her sofrada siyahı, yeşili, küçük ve iri tanelisi…olmasına rağmen dolaptan indirilmesiyle dokunulmadan kaldırılması bir olur. Çok mu ucuz. Gördüğüm kadarıyla yiyecekler içerinde hala pahalı bir yiyecek…Ama sofrada alıcısı yok. Sadece zeytinin değil peynirin de. Müşterisi fazla olan ise eğer menüde patates kızartması, pizza türü kahvaltılık olursa kapış kapış gider. Ben böyle diyorum da asıl soruyu unutuyoruz? Kaç kişi evinden kahvaltı yapıyor şimdi? Maalesef büyüğü, küçüğü şimdi kahvaltı yapmadan çıkıyor. “Efendim zaman kalmıyor, kahvaltı yapıncaya kadar biraz daha uyurum, sabah sabah uykulu uykulu kahvaltı yapamıyorum…” şeklinde tıpkı soframızdaki zeytin çeşitleri gibi gerekçe ve mazeretlerin her türlüsünü duymanız mümkündür. Pekiyi bu insanlar kahvaltı yapmadan mı işe başlarlar, ya da okuluna giderler? Hemen hemen çoğu iş yeri veya okulundaki kantininden simit, poğaça almak suretiyle hallediliyor şimdi. Kimi ayakta kimi yürürken, kimi de işine vardıktan sonra işe başlamadan önce... Sağ eliyle bu işleri yaparken sol eliyle de cep telefonuyla oynamaya devam eder. İş mi? Kaçıyor mu sanki? Bugüne kadar kim bitirmiş işi? Öğrenci ise sıraya girerek aldığı simit veya dürümünün bir kısmını derse yetişmek için yolda yemeye başlar. Sonra derse girdikten sonra ders başlamış mı demez, yemeye devam eder. Tabii, can boğazdan gelir. Ders kaçıyor mu sanki. Ha öğretmen az bekleyiversin.

Dün sofrada kimin kaç zeytin yediğinin hesabını yapan, zeytinin kaç defa ısırılmak suretiyle yeneceğini bizzat gören anne ve babalar gitmiş; yerine kahvaltı yapmayan, yapsa da zeytin-peynir yemeyen bir nesil geldi. Bunların bildiği tek şey var. Evden parasız çıkmazlar. Menziline varır varmaz gözü simit ve poğaçadadır. Aklı sıra sanırım piyasayı canlı tutmak istiyorlar. Öyle zannediyorum, bir kişinin ayaküstü dışarıdan yaptığı kahvaltı ile eskiler kaç kg zeytin alırdı. Eskilerin kaderi miydi her şeyin hesabını, kitabını yapmak. Sanırım zeytinin kaç defada yenileceğinin icadı bize özgü olsa gerek. Bu da yokluktandı mutlaka. Yokluk yediğin zeytine de ayrı bir tat verirdi, şimdilerde hissedilmeyen.

Allah kimseyi yoklukla imtihan etmesin. Eskiler çok çekti bunu. Onlar olanla yetinirdi, hiçbir şeyi seçmezdi. Yeri gelir tuz-ekmek yiyerek karnını doyururdu. Ama yediğinden zevk ve tat alırdı. Şimdi her şey var, eski tatlar yok. Demek ki yoklukmuş bize yediren. Yokluk temenni edilmez ama bin nasihat yerine sanırım bize bir musibet gerek, gençlerin yemesi için... Bugünkü nimetlerin kadir ve kıymetini bilmeyenlere, zeytin yemeyenlere fazla değil az bir yokluk bakın nelere kadir olur? Yine de temenni etmeyelim.

Niyetin be adam! Yazacak konu mu bulamadın denirse konu sıkıntımız yok evelallah. Sadece kaybolan kendi imalatımız zeytin yeme şeklini şimdiki nesle hatırlatarak tarihe not düşmek. Belki ibret alan olur… Bu zeytin yeme şeklinin mucitleri kimdir şeklinde merak eden olursa yorumlardaki beşinci icat bana ait. Lütfen icadıma kimse sahip çıkmasın! 03/03/2017



2 Mart 2017 Perşembe

Başörtülü olarak okuma mücadelesi veren bir öğrencinin hikayesi

İlköğretimin kesintisiz zorunlu 8 yıla çıkarılması, katsayı ucubesi, başörtülü okuyamama, kamusal alanda başörtüsüne geçit verilmemesi, direnenlerin mesleğinden ihraç edilmesi, mütedeyyin insanların baskıya uğraması, iktidardaki bir partinin kapatılması…gibi durumlar peşi sıra gelmişti 28 Şubat sürecinde. Bin yıl devam edecekti. Dedikleri gibi bin yıl sürmedi. 10 yıl olmadan örümcekten kurdukları zulüm saltanatları sona erdi.

28/02/1997’ den bugüne 20 yıl geçmiş olmasına ve o dönemde alınan kararlar bir bir kaldırılmasına rağmen her seneyi devriyesinde konu yine bu sürece gelir. Bazılarının garibine gidebilir bu durum. Abartıldığını düşünür. Çünkü kendisi mağdur olmamıştır. Bu süreci ancak eşekten düşen bilir, çeken bilir. Bu süreçte meydana gelen mağduriyetleri sağır sultan duymuş, içlerine attıkları çığlıkları Arşı Alaya yükselmiştir. O süreci iliklerine kadar ailesiyle birlikte yaşayan bir öğrencimin çalakalem yazdığı samimi ifadelerini aktarmak istiyorum size:

Bizim memlekette herkes bizim aileyi bilir, 28 Şubat presleyip geçti ailenin neredeyse her ferdinin üzerinden. Her türlü 'mağduriyet' örneği var yani. Ablam Marmara edebiyattaydı, okulun son yılıydı Allah'tan, diplomayı güç bela aldıktan sonra başörtülü görev yapmaya çalıştı. İstifa edeyim mi etmeyeyim mi  diye düşünürken, müfettişin gururla 'herkesi istifa ettirdim başörtüsünden kimseyi atmadım' sözlerine karşılık, 'iyi, beni başörtüsünden atın' deyip, atılmıştı. Abim, İnönü üniversitesi olaylarının göbeğindeydi, hala saklıyor mu bilmiyorum ama numaralı çamaşırların anlamını ondan dolayı bilirim.

Oradan oraya sürüklenen üniversite olayları arasında bize de yetişir, Veli olarak da idaremizle uğraşırdı. Ben ortaokul kısmı kapatıldığı için İHL'ye gidememiş, ortaokulu başörtülü okuyabilmek için türlü zorluklarla karşılaşmış hatta kaç kere 'artık bitti, ortaokulu bile bitiremeyeceğim' demiştim kendi kendime. Müfettişlerden kaçtığımız, yönetmeliklerde bulunan küçük açıklardan okulu bitirmeye çalıştığımız, bu arada da 'en başarılı' olmaya uğraştığımız yıllardı. İstiyorduk ki, kabahat tümüyle onların olsun, vicdanen kendilerini rahatlatacak tek açık kalmasın. 'Başarım boşa gitmesin' diye, liseyi İHL de okumamam için aklımı karıştırmaya çalışanlara rağmen lisede İHL'ye gitmiştim elhamdülillah.

Ve sanırım bazı Müslümanlara olan güvenimi o yıllarda kaybettim ve yine bir tek Allah'a güvenmem gerektiğini o yıllarda öğrendim.. lise 2'de milli güvenlik sorunu vardı o zamanlar. Kendimce bir çözüm bulmuştum. Adama hiç görünmeden, hiç devamsızlık yapmadan ince hesaplar yaparak raporla yıl ucu ucuna bitiyordu. Ama 3 kasım seçimlerinde 'biz' başa gelmiştik. Sevinçle 6 Kasım'daki derse girdim-hangi akla hizmet, bilmiyorum:)- adam sinir küpü olmuş, benim dudağımın kenarında müstehzi bir tebessüm-kabul, çok ukalaymışım:)- Sınıfta topu topu beş kızız o zamanlar…Sınıf başkanı, Onur kolu başkanı, (içerdeki hain bendim evet) kütüphane kolu başkanıyım. (Günün temizlik nöbetçisiydim aynı zamanda) Adam ne dese ben kalkıyorum, adamın gözüne battıkça batıyorum belli. Neyse lafı evirip çevirdi, böyle giremezsiniz gelecek sefer böyle olmasın, dedi. Neden, diye sordum. Başınızdaki anlamanıza mâni oluyor, demişti. ben de erkek arkadaşları gösterip, başı açık zekilerle ders yapın, deyip sınıfı terk etmiştim.

Sonra Adıyaman merkezde idarenin daha ılımlı olduğunu öğrendik, adamla da artık papaz olmuşuz, açtırmak istiyor. Aldım tasdiknamemi, yollandım Adıyaman’a…her gün ilçeden merkeze gidiyorum başörtülü okumak için. Orada da bir takım şeyler yaşadık ama ilçedeki gibi değil, gülerek hatırladığım şeyler. Sonra milli güvenliğin sıfır yazdığı (gururla söylüyorum) bir tasdikname ile geri döndüm. (Az daha birinciliği kaptırıyordum bu yüzden) Mezun oldum ve her yıl sınava girecekmiş gibi hazırlanıp gidip kapısından dönüp dönüp, üçüncü yılımda ancak girebildim sınava.

İnternetten dünyanın her yerini araştırıyorum, (Manas tıp, Kazakistan matematik-petrol müh. el Ezher İslâm Kukuku, Kıbrıs bilg. müh., şu an hatırladıklarım) Yurt dışı bağlantısı olan cemaat olarak Fetö’cülere yem olacaktım az daha ve emin olun bu süreçte çaresiz kalıp onların vaatlerine kanan çok gariban olmuştur. Allah'tan cemaatlere kol kaptırmanın ne anlama geldiğini bilecek kadar tanıyordum cemaatlerin iç yüzünü. Bir ara ablam telefonda ‘Önder’den bahsetti ama isimden emin değildim, Ensar mı Önder mi bilmiyorum. Google'da yazıyorum "Ulu önder musta..." hep öyle şeyler çıkıyor. Bir gün oturdum, tüm çıkan sayfaları tek tek açıp baktım, biri Önder ihl mezunları idi. İHL geçmişini falan anlatıyordu. Ama site normal bir bilgi sitesi gibi. Neyse artık en azından her internet kafeye gelişimde -evde internet yok tabi- o siteyi ziyaret ediyorum, sınav tercihlerinin bittiği gün oradan Adıyamanlı bir ablaya (Medine Abla) ulaştım ama artık süresi bitmişti, diğer yıla kaldı. Neyse tekrar hazırlandım, annemde sabır bitmiş, uğraşma boşuna diyor, kız kardeşim gitar öğreniyor, herkes o en azından kendine bir çıkış buldu, sen böyle ısrarla neyin peşindesin, diyor. Ben hikayenin burada bitmediğinden emin şekilde ısrar ediyorum. Onlar beni evde oturtmak için bu sorunu çıkardılar zaten, otursam onların istediği olacak, diyorum.

Yine sınav geldi çattı, girdim sınava. (elhamdulillah) O zamanlar elli puan fark vardı normal liseli ile aramızda. Ona rağmen öğretmenlik hemşirelik falan geliyordu da hayalim anime-film çekmekti benim, mühendis olmak istiyordum, ya da hiç olmazsa annemin hayali olan kadın doğum doktoru. Zaten üniversitede başörtülü okumak hâlâ yasak. Neyse sınavdan sonra nete bir girdim, Önder'in sayfasında bir burs başvurusu, heyecanla başvurdum, birkaç gün sonra telefonun bir ucunda burs başvurusu için sözlü mülakata çağrılıyordum.

Topladım çantamı gittim İstanbul'a…şiirlerde tanıdığım, Necip Fazıl'ın ruhuna benzettiği, Yahya Kemal'den aşina olduğum bu güzel beldeye ilk gelişimdi. Ablamın üniversiteden bir arkadaşı karşıladı beni, gittik Cağaloğlu sokaklarında kuytu bir camide küçücük tabelasıyla Önder'i bulduk güç bela. Yusuf abi ile mülakata oturduk. Benim için Önder; kim olduklarını bilmediğim, sadece Müslüman oldukları için güvenip çıkıp geldiğim bir dernekti. Mü'minleri diğerlerinden ayıran en büyük özellik zaten tam olarak bu değil mi? Fitnecilerin bütün planları birbirimize olan güvenimizi yıkmak için değil mi zaten?

Sonra bursu alıp yolu yordamı öğrenip gittik Viyana'ya. (Elhamdülillah gittik diyorum, kız kardeşimin hikayesi de üç aşağı beş yukarı aynı). Hayatım boyunca dikkat ettiğim ve edeceğim ilke şuydu: "Allah senin iyi bir mühendis değil, iyi bir Müslüman olmanı istiyor". Ben eğer o gün dönüp eve otursaydım, kendime yenilmiş olacaktım. Ortaokulda dua etmiştim: "Allah'ım beni dinsiz insanlarla karşılaştır ki, aileden Müslüman oluşumun kıymetini anlayayım." Viyana benim için bu duamın kabulüdür.

Önceliğim mühendis, memur, zengin veya başka bir şey olmak değildi hiç bir zaman. Hayatı anlamak için çabaladım ve önceliği hep Allah rızasına verdim. O yüzdendir ki; kiminin 'mağduriyet' dediği şeye 'imtihan' dedim, kiminin 'hak' dediği şeye 'nasip' dedim. Hırs yapmaktan, kibirden korktuğum kadar hiçbir şeyden korkmadım ve eminim ki 28 Şubat'ı hakkıyla anlayanların hepsi bu düşüncelere sahiptir. Biz mağdur olmadık, bizimki bu dünyanın başarılarına karşılık öbür dünyayı satın alma çabasıydı, inşallah muvaffak olmuşuzdur.

Biz yeryüzüne Hakk ile Batıl'ın savaşında Hakk'ın yanında yer alma gayreti içinde 28 Şubat'ların 15 Temmuz'ların bitmeyeceğinin idrâkindeyiz. O yüzden kapıyı tutuyoruz. Bugün edebiyatını yapmıyoruz, yapmayacağız. Kolay zamanda yer yapma derdine düşmedik. Düşmeyeceğiz de. Ama yarın bir gün zor günler geri geldiğinde İslâm bayrağını yere düşürmemenin gayreti içinde helal yollarla güçlenmeyi ve her türlü görevi almaya hazır şekilde kendimizi yetiştirmeyi ihmal etmeyeceğiz biiznillah…

Hakiki anlamda 28 şubatın sahibi olanlar birbirlerini yüreklerinden tanırlar, o yüzden hiç tedirgin olmuyorum. Rızkı da ilmi de elinde bulunduranın kim olduğunu bilerek ve kendi rolümü idrak etme gayretiyle, tebessümle Rabb'in oyunlarını seyrediyorum. O en iyi oyun kurucudur. Paylaşılmasını istemiyorum.” (C.Ç.)

Yazımı paylaşmayın demiş ama paylaştım gitti. Allah böylelerinin mücadele azmini eksiltmesin, yok etmesin. Sayılarını artırsın. Mücadele azimlerinden biraz da bizlere versinler. Hep kendilerine alıp çok da bencil olmasınlar… 02/03/2017


Depremler kıyametin küçük bir provasıdır **

02/03/2017 Perşembe günü öğle saatlerinde merkez üssü Samsat ilçesinde 5.5 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Bazı binaların yıkılmasına bazılarının ağır hasar görmesine sebep olmuştur. Başbakan yardımcısı Veysi KAYNAK’ın verdiği bilgiye göre 2 kişinin hafif yaralandığı belirtilmiştir.

Öncelikle tüm Türkiye’ye özellikle Adıyaman’a büyük geçmiş olsun dileklerimi ifade etmek isterim. Allah beterinden korusun.  Can kaybının olmaması sevindirici bir durum.  Bundan sonra zaman zaman artçı sarsıntılar olabilir. Adıyamanlılar’ın bunu da soğukkanlı bir şekilde atlatacağına inanıyorum.

Adıyaman neleri atlatmadı ki.  Geçmişte Hizbullah’ın yöneticileri hep Adıyaman’dan çıkıyor dendi. Canlı bomba olanlar eğitimini burada alıyor dendi.  Oluşturulmaya çalışılan bu algılara Adıyamanlılar sağduyulu bir şekilde yaklaşarak hep atlattılar. Efendiliklerini  hiç bozmadılar. Adı gibi yaman insanlar.  Kültürlü insanlar. Çilenin her türlüsünü çekmiş kişilerdir. Devlete yük olmadan kendi yağlarıyla kavrulmaya çalışan, kendi el emeğiyle geçinmeye çalışan insanlardır. Bir Güneydoğu kenti olmasına rağmen huzur ve sükunetin adresidir Adıyaman; Kahta,  Samsat, Gerger, Sincik, Tut,  Çelikhan, Gölbaşı, Besni ilçeleri ile birlikte.

Öğrencilerim kıyamet nasıl kopacak şeklinde soru sorarlar. Ben onlara: Zaman zaman meydana gelen depremler kıyametin küçük bir provasıdır. Her bir deprem bizi birbirimize kenetler, yardımlaşma duygularımız yeniden depreşir. Birlikte yaralar sarılır. Ölümü, öbür alemi biraz daha düşünmemize sebebiyet verir.  Çünkü hepimiz zaman zaman dünya meşgalesine o kadar kaptırırız ki ölüm gelmeyecek gibi yaşamaya  devam ederiz.  İşte bu depremler bizim kendimize gelmemizi sağlar. Yeter ki ibret almasını bilelim, şeklinde açıklarım.

Depremden sanal alem vasıtasıyla haberdar oldum. Deprem dolayısıyla sanal alemde bilgi paylaşımı yapılırken Adıyaman’ın haleti ruhiyesini de yazanlara rastladım. Kahta’dan öğrencim Mustafa Necateddin AKTAŞ’ın güzel paylaşımları  deprem hakkındaki fikirlerimi pekiştirdi: “Şöyle bir baktım da ne yalan söyleyen var ne gıybet eden; ne haram konuşan ne de günaha dalan. İnsan ne kadar da masumlaşıyor musibet anında.Bir diğer paylaşımı: ” Sallanınca terk edilen namazlar, sonra tekrar kılınan ama bu kez huşunun dibine vurulan namazlar…Allah'ım Sen ne kadar büyüksün.Şeklindeydi.

Adıyaman üzerinde oluşturulmaya çalışılan algılardan nasıl kurtulduysa evelallah bu doğal afeti de atlatacaktır. Buna inancım tamdır. Zaten  Adıyamanlılar dini bütün insanlardır.  Adıyaman’ın bir ilçesi olan Kahta ilçesinde yedi yıl kaldım. Orasını kendi memleketim ve evim bildim. Hiçbir kötülüklerini görmedim. Yabancılık hissetmedim. Depremin merkez  üssü olan Samsat’a da gidip geldim. Balıklarını yedim. Allah kendilerinden razı olsun. Tekrar geçmiş olsun.

Yazımı öğrencilerimin ve tanıdığım Kahta halkının bir sözüyle bitirmek istiyorum: “Bir emriniz var mı? 02/03/2017

** 02/03/2017 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.