2 Mayıs 2016 Pazartesi

"Ben hayattan hiç zevk almadım da" **

Bugün yanıma bir genç yaklaştı amca bir şey sorabilir miyim diye. Buyur delikanlı dedim. "Yaşın kaç" dedi. Hayırdır dedim. "Hiç, bir şey soracaktım da" dedi. 53 yaşındayım deyince, "Amca ben 23 yaşındayım. Bugüne kadar hayattan hiç zevk almadım da acaba siz aldınız mı diye soracaktım" dedi. Büyüyüp sorumluluk arttıkça insan hayattan zevk alamaz, zevk ancak çocuklukta alınır dedim. "Doğru amca, teşekkür ederim" dedi uzaklaştı.
***
Geçen yıl yanıma 17-18 yaşlarında yine bir genç geldi. Benden önce sigara istedi, ardından ateş. Uzattım çakmağı ve sigarayı. "İşten kaçtım" dedi. Niye dedim. "Çalışmak istemiyorum ben" dedi. Nerede çalışıyorsun, niçin kaçtın deyince, "Ben amcamın yanında marangoz olarak çalışıyorum" şeklinde cevap verdi. İyi de çalışmazsan sana kim bakacak dedim. "Babam baksın, madem beni doğurmuş, bakmayacaksa niye doğurdu, ben dünyaya gelmek istemiyordum" dedi. Çalışmazsan emekli olamazsın, sosyal güvencen olmaz dedim ise de o, "Ben emekli olmak istemiyorum, güvencem de olmasın. Madem beni doğurdu, baksın bana, bana mı sordu beni doğururken" cevabını yineledi. Baktım genç laftan anlamıyor. Az daha uğraşsam bana işimi bıraktıracak. Bu arada otlakçılıktan da pek rahatsız değil anlaşılan. Benim de hoşuma gitmedi değil hani. Uzaklaştım yanından.
***
Size  karşılaştığım iki örnek. Bu şekilde düşünen gençlerin sayısı ne kadardır bilmem. Bu gençler hayattan niye zevk almazlar, niçin çalışmak istemezler? Daha bu yaşta hayattan bezmek de neyin nesi?  Daha hayatın cenderesinden geçmedi bunlar. Gençliği niçin memnun edemiyoruz? Seçme hakkı verdiğimiz bu gençlere biz seçilme hakkı verilsin diye konuşuyoruz. Nasıl bir psikolojiyle yetiştiriyoruz biz bunları? Çoğu kendisiyle kavgalı bunların. Bu arada antrparantez söyleyeyim, pırlanta gibi olan gençlerin sayısı da az değil.

Gençlerin mutlu olmadığını giyim-kuşamlarından, kılık-kıyafetlerinden anlayabiliriz. Bir çoğu  farklı olduğunu göstermek ve dikkat çekmek için gülünç olacak şekilde giyiniyor. Yediğimizi yemiyor, giydiğimizi giymiyor. Bir kısmı teröre bulaşıp öldürüyor, bir kısmı gerekirse canlı bomba olup kendisiyle birlikte yüzlerce masumu havaya uçuruyor. Ölümü ve öldürmeyi göze aldığına göre hayattan beklediği olmasa gerek, demek ki hiç mutlu değiller. Üstelik teröre bulaşanların, canlı bomba olanların ekseriyeti de üniversite öğrencisi ya da mezunu. Demek ki okullardan  bir şey almamış  ya da okullar bir şey vermemiş... Çoğu isyanlarda. Neye, kime? Belli bile değil. Bunlar yarının büyükleri olacak. Ülkeyi emanet ettiğimiz-edeceğimiz kişiler bunlar. Üstelik bu hafta “Gençlik Haftası.” Onların haftası yani.

Hayattan bu kadar kopmalarının sebebi üzerinde durmak lazım. Bu hayat niçin onların beklentilerine cevap vermedi? Öyle zannediyorum. Bunlar ailesinden, ailesi de bu tiplerden şikayetçidir. Belki de zevk alarak çalışabilecekleri bir iş bulamadılar. İşi buldular, parasını beğenmediler. İyi bir iş sahibi olmak için okumayı seçtiler, belki de beceremediler. Okudular, yine iş bulamadılar... Kim bilir?

Gençliği iyi dinlemek, fikirlerini iyi incelemek lazım. Saçma deyip ayıplamak, susturmak, kızmakla bir yere varamayız. Saçmalık belki de bizim onları anlayamadığımızdandır. Birbirimize fransız kalmayı, körler ve sağırlara oynamayı bırakmamız lazım. Fikirlerine değer verilmedi mi insanoğlu, kendisine değer verilmediği hissine kapılır. Ya içine kapanır, ya da iyice açılır: isyanlara oynar. Adı üzerinde: delikanlı. Her iki yol da sıkıntılı ve sakıncalıdır. Çözüme ulaştırmaz bizleri.

Üniversitelerimiz, sosyolog ve psikologlarımız: Başka ülkelerde yapılan bayat incelemeleri bilimsel diye kitaplarına koymayı bırakıp; bize özgü, bize ait bu gençliğin: “Ne istediği, nereye gittiği, niçin mutlu olmadığı..” gibi sorular üzerine yoğunlaşıp çözüm yolları üzerine kafa yormalı, derinlemesine inceleme yapmalı. Onlardaki boşluk nedir? Önce onu bulmalı...

Bilelim ki, gençleri mutlu olmayan ülkenin geleceği de olmaz. Çünkü onlar bizim geleceğimizdir.

** 19.5.2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde yayımlanmıştır.


Eyvah! Yoksa siz çocuğunuza akıllı cep telefonu mu aldınız?**

Ödüllendirme ve ihtiyaç kıstaslarımız değişti. Yarışmalarda verilen ödüller ile çocuğumuza karne hediyesi veya bir sınavdan başarılı olması sonucunda aldığımız hediyelerin çıtası epey yükseldi. Anne babalar bu işin içinden nasıl kalkacaklar bilemiyorum.

Ders çalışsın diye ilk önce masaüstü bilgisayarlar aldık, ardından dizüstü. Sonra hediye olarak tabletler almaya başladık. Şimdilerde ise akıllı cep telefonları olmazsa olmaz ihtiyaç ve ödüllendirme yöntemlerimizden.

Telefon kullanma yaşı epey aşağıya çekildi. Sadece iletişimi sağlayan konuşma ve mesajlaşma özelliği olan telefonlar çöpe atıldı. Daha hiçbir sorumluluk vermediğimiz çocuklarımız son model, 4x4 özellikli ve de akıllı telefonlarla tanıştı. Masraftan kaçınmadık, tüm velilerimiz yarıştı çocuğuna en iyisini almak için. Borçları ödemeye devam ediyoruz. Fakat alınca iş  bitmiyor. Her aldığımız telefon hemen demode oluyor, hızına yetişemiyoruz, sürekli model değiştirme yoluna gidiyoruz. Başka çocuklarda var, benim çocuğumun ne eksiği var diye gidip alıyoruz. Kimi veli isteyerek kimi istemeden. Saçımızı süpürge ediyoruz tabiri caizse. Tek istediğimiz var: çalışıp başarılı olması... Fakat dert bitmiyor. Şimdi de derdimiz çocuğumuz derse kendisini vermiyor; işi, gücü telefonla oynamak, onunla vakit geçirmek diyoruz. Nasıl çıkacağız bu işin içerisinden?

Ben bu nesle Şeytan’ı bol nesil diyorum: bilgisayarlar, tabletler, akıllı cep telefonları, sanal alem, chatleşme, dijital oyunlar... çocuklarımızın çok zamanını alıyor. Yolda, çarşıda, pazarda cep telefonuyla oynayamayan kulaklık marifetiyle müzik dinliyor hem de sabahın erken saatinden başlayarak. Yukarıda saydığım şeyler faydalı olmakla birlikte yerinde ve zamanında yeterince kullanılmadığı takdirde onulmaz yaralar açabiliyor. Çocuğuna cep telefonu alan bir pişman, almayan bin pişman. Cep telefonu ile tanışan okullu çocuk ders çalışmaktan uzaklaşıyor. Cebi olmayan çocuk da anasının babasının kafasının etini yiyor: telefon telefon diye. Zaten birimiz almaya görsün, diğer veli ve çocuklarımıza emsal teşkil ediyor.

Ders esnasında  öğretmenin konuşmasını telefonunun kamerasına alan,  zaman zaman da fotoğrafını çeken bir öğrencinin telefonunu aldık elinden. Aldığımız karar gereğince ders esnasında telefonu açık yakalanan çocuğun telefonunu bir ay boyunca vermiyorduk. Bir kaç gün sonra öğrencinin babası geldi odama: “Hocam çocuğumun cep telefonunu almışsınız, almış olduğunuz karar gereğince bir ay boyunca vermiyormuşsunuz. Ben size teşekkür etmeye geldim. Telefonunu bir ay değil, sene sonuna kadar vermeyin. Annesi de oğlanla bir oldu. Bana borç harç içerisinde bu telefonu aldırdılar. Zaten ders çalışmayı bıraktı. ” dedi. Velinin yüzüne baktım ağlamaklıydı, gözleri dolmuştu. Sadece velilerin değil, okulların da baş belası bu telefonlar. Kimi okul sabah gelince öğrencilerden telefon topluyor, kimi okul ders esnasında kapalı tutun diyor. Ne karar alınırsa alınsın okullarda sorun maalesef bitmiyor. 2004 yılında bir lisede çalışırken  10.sınıf bir öğrenci arkadaşlarının eteklerinin altına cep telefonunu götürerek fotoğraflarını çeker. Ardından da sanal alemde paylaşmakla tehdit eder. Çocuğun velisi okula çağrıldı. Durum babaya anlatıldı.  Baba : “Ne var bunda, bu daha çocuk” dedi. Ölür müsün öldürür müsün? Babaya göre çocuk yunmuş yıkanmış.

Akıllı cep telefonlarıyla ilgili sayısız örnekler verebilirim. Bu alet hem çocuklarımızı ders çalışmaktan uzaklaştırıyor, hem de sosyalleşmekten. Bugünkü çocukların başarısızlığının temelinde fütursuzca kullanılan bu telefonlar başrol oynamaktadır.


Çocuklarımızın her istediğini yapmak ve telefonun son modelini almakla geleceğimizin teminatı olan bu çocuklarımıza kötülük yaptığımızın farkında mıyız acaba? İnsan evladına kötülük yapar mı? Maalesef bu şekilde kötülük yapıyoruz. Bir defa üniversiteye başlamadan önce çocuğumuz akıllı cep telefonuyla tanışmamalı. Kullanacağı telefon  konuşma ve mesajlaşma özelliği olan telefondan başkası olmamalı. Yoksa daha çok saçlarımızı süpürge ederiz, eğer saçımız kalırsa tabii… 

02.05.2016 tarihinde kahta söz gazetesinde yayımlanmıştır.

1 Mayıs 2016 Pazar

"Kutlu Doğum" programlarında öğrendiklerimizi pratiğe geçirsek...

Tarihte hiç olmadığı kadar “Kutlu Doğum” programları tertipledik bu yıl. Hiç anmadığımız kadar andık o Kutlu  Nebiyi. Okullardan, kurum ve kuruluşlara, vakıf ve derneklerden sivil toplum kuruluşlarına varıncaya kadar nisan ayını anma, hatırlama ve kutlamayla geçirdik.

Adına yarışmalar yapıldı, ödüller verildi, yemekler ikram edildi,, ilahiler söylendi. Haftanın anlam ve önemini belirten konuşmalar yapıldı. Kesenin ağzı açıldı. Neredeyse tüm ülke bu anmalarda birleşti. Tek nefes olduk. Yapılan her programa üst seviyeden makam sahipleri katıldı. O kadar çoktu ki; makam sahipleri  birinden çıktı, diğerine koştu. Neredeyse onlar da yarıştılar programlara katılmak için. Bu senenin teması, 'Gelin birlik olalım' idi. Kutlama konusunda bir birlik vardı. İnşallah kutlamadaki birlikteliğimiz 'Tevhid ve vahdette" de olur.

Kutlamalarda peygamberin her yönüne değinildi. Öyle zannediyorum örnek yaşantısı dimağlara iyice işlendi. Bu sene teori olarak andığımız/öğrendiğimiz  Peygamberimizin yaşantısını önümüzdeki yıl nisan ayında pratiğini yaşasak nasıl olur? 

2017 yılının kutlu doğum teması 'Nebevi hayat' olsa...2016 yılında tüm öğrendiklerimizi pratiğe döksek...Hiç peygamberi anmasak, sadece örnek yaşantısını hayatımıza tatbik etsek. Kâl ehli olmaktan  hâl ehline dönsek nasıl olur? Fena olmaz sanırım.

Peygamber cömert ve yardımsever mi idi? Biz de cömert ve yardımsever olalım. Hoşgörülü mü idi? Biz de öyle olalım. Herkese hakkını veren adalet timsali mi idi? Biz de adil olalım. Emaneti ehline mi verirdi?  Biz de işe almalarda liyakatı esas alalım. O, çalıp çırpmadı mı? Biz de özellikle kamu malını kendi malımız bilelim. Yetimi, öksüzü, kimsesizleri korur muydu? Biz de öyle yapalım, şov yapmadan. Çalışanın hakkını tastamam verir miydi? Biz de verelim. Merhametli mi idi? Biz de karıncayı bile incitmeyelim. Güvenilir biri mi idi? Biz de -bize güvenmeyenler varsa- güven verelim. Eminse emin olalım. Hep doğruyu söylediyse doğru olalım. Namus abidesi miydi? Biz de bize emanet edilenlere göz dikmeyelim. Cesur mu idi? Şecaat sahibi olalım. Haksızlık karşısında zalimlere karşı susmadıysa biz de susmayalım, özellikle kendi insanlarımızın yaptıklarına karşı. Eşine ve çocuklarına karşı iyi mi davranırdı? Biz de iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir baba olalım. Kendisi için istediğini kardeşi için de ister miydi? Biz de öyle olalım. Rahatına düşkün biri mi idi? Değilse biz de rahatımıza düşkün olmayalım. İnsanları tanımadan haklarında dedikodu kültürüyle karar vermemişse biz de öyle yapalım.

Hak davasını anlatırken yerleşik düzenlerinin bozulacağını gören rakipleri kendisine gelip: “Makam, mevki istiyorsan başımıza başkan yapalım, evlenmek istiyorsan şehrin en güzel kızıyla evlendirelim, para, pul istiyorsan zengin yapalım, hasta isen en ünlü doktorlara tedavi ettirelim… yeter ki bu davandan vazgeç” dediklerinde: “Bir elime Güneş’i, diğerine de Ay’ı verseniz ben asla bu davamdan vazgeçmem” buyurarak tüm makamları, en güzel kızları, parayı, şöhreti elinin tersiyle itmişti biliyorsunuz. Hangi birimiz bu tekliflere elinin tersiyle hayır diyebilir?

Bizim için örnek olan yaşantısından hiçbirini uygulayamasak da sadece ‘Emin’ özelliğini hayatımıza tatbik etsek, İslam’a ve Müslümanlara mesafeli duranlar bize: “Görüşlerinize katılmıyorum ama çok dürüst, güvenilir” deseler nasıl olur? Ahiretimizi de kurtarmış oluruz.Yaşantımız Nebevi yaşantıya uygun olurdu.

Bugün bazı insanlar mükemmel dinimiz İslam’a mesafeli duruyorsa suç İslam’da değil, bizde ve aykırı yaşantımızdadır. Haberimiz olsun. 01/05/2016