4 Nisan 2016 Pazartesi

Gelin Birlik Olalım *

Bildiğiniz gibi Diyanet İşleri Başkanlığı, Kutlu Doğum haftası etkinlikleri çerçevesinde 2011 yılından beri her yıl belli bir konuya dikkat çekmek için bir tema belirlemektedir.  Bu yıl 14-20 Nisan tarihleri arasında işlenmek üzere DİB tarafından belirlenen konu: "Tevhit ve Vahdet Gelin Birlik Olalım". Öncelikle her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan böyle bir konuyu seçtikleri için Diyanet camiasını ve fikir babasını tebrik ve teşekkür  ediyorum.

Cümlede geçen kelimelere bakalım: Tevhit, vahdet, birlik... Biz bu kelimelere çok hasret kaldık. Bizim  bulunmayan yitiğimiz artık. Çölde serap görme gibidir bizdeki birlik arayışı.  Çoğu zaman Allah'ın bir ve tek kabul edilmesi anlamına gelen  tevhidimize şirk, vahdetimize nifak ve fesat bulaşmış, birliğimizin temeline dinamit konmuştur. Hani biz "Bir binanın tuğlaları gibiydik." Yine biz, "Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever."(1) ayetinin muhatabı idik. Yine biz, "Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz."(2) olacaktık. Hatta biz, "Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar."(3) şeklinde özellikleri belirtilen kişiler olacaktık. Aramıza kara kediler girdi. Filistin-İsrail gibi olduk. Kıyamete kadar sürecek kan davaları oluşturduk aramızda. Bölünmüşlükleri dolayısıyla bir zamanlar Ortaçağ’ı yaşayan Avrupa bir araya gelme sonucunda bu gün altın çağını yaşıyor. Biz ise altın çağdan Ortaçağ’ı yaşıyoruz asırlardır. Hani Avrupa’yı taklit ediyorduk. Taklidimiz de sahte anlaşılan. Onlardaki bir araya gelmeyi esas alsak biz aramızda vahdeti sağlarız yeniden...

2003 ya da 2004 yılı olsa gerek. "Kur'an ve İnsan" konulu bir konferans vermek için Adana'ya Engin NOYAN gelmişti. İçerik olarak kitabımızdan ne kadar uzak yaşadığımıza değindi. Bir de başından geçen bir anekdotunu anlattı: "Bir Avrupa ülkesine konferansa gitmiştim. Beni hava alanından aldılar. Yolda giderken 'Namaz geçiyor, şu camide namaz kılayım' dedim mihmandarıma. 'O cami falanların' dedi. Az sonra 'İşte bir cami daha burada kılalım' dedim. 'Orası da şunların' dedi. Yol üzerinde ne kadar cami göstermişsem hepsine  -ci, -cu eklenerek bir grubun ismi söylendi. En sonunda, 'Yahu Müslümanlara ait bir cami yok mu' dedim" şeklinde durumumuzu açıklamıştı.

29/03/2016 akşamı ÖĞ-DER tarafından düzenlenen konferansa konuşmacı olarak davet edilen İngiltere Eski Başbakanı Tony Blair'in -5 yıl önce Müslüman olmuş- baldızı, gazeteci-yazar Lauren BOOTH'a, "İslam dünyasının en büyük sorunu sizce nedir" diye bir soru soruldu. "Müslümanların birlik sorunu vardır. Bölünmüş toprak parçaları gibi insanlar bölük pörçük" dedi. İçimize yeni gelmiş biri olarak bizdeki hastalığın teşhisini koymuştu. Gerçekten ülkemize bir bakalım. Kim nerede bir grup kurmuşsa (yine istisnalar kaideyi bozmaz diyelim) binadan kopmaya hazır bir tuğla gibi oluyor bir müddet sonra. Arkasındaki tebaasını gören başka beklentiler içerisine giriyor. Irak ve Suriye'deki teröre bulaşmış örgütleri gözümüzün önüne bir getirelim. Durumun ne kadar fecaat arz ettiğinin farkına varırız. Adem ŞELEŞ bir konuşmasında: "Suriye'de kimse düşmanını öldürmüyor, hep birbirlerini öldürüyor" demişti.

Hani O, bizi: "Müslümanlar olarak isimlendirmişti. En güzel isim bize verilmişken başka isimlerle tavsif etmemiz ve edilmemiz de neyin nesi? Samimiyetle kurulan her hareket belirli bir güce ulaşınca maalesef değişiyor ya da değiştiriyorlar. Zafer sarhoşluğu mu yoksa? Hani hep beraber "O'nun ipine sarılacaktık." Maalesef hep beraber ters yola girmiş; gelen bize vuruyor, geçen vuruyor. Halimiz içler acısı.

Asırlardır hasretini çektiğimiz birlik ve beraberliğimizi yeniden tesis edelim. Yine adalette, doğrulukta, güvenilirlikte öncü olalım. Her birimiz yekdiğerini kendi meşrebine değil; Allah'ın "Kopmayan sağlam kulpuna" çağırsın. 

Sözümüzü Diyanet'in tema olarak seçtiği slogan ile bitirelim: "Tevhit ve vahdet gelin birlik olalım."

(1) Saff 4, (2) Hucurat 9-10, (3) Buhari

* 16/04/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Nisan 2016 Pazar

Algı operasyonları**


Bana, “Yarım asrı devirdin. Bir cümle ile yaşadığımız ülkeyi bir tanımla” dense:  Algılar ülkesi derim.  Bu ülkede olan her şey toz dumandır. Hiçbir şeyin gerçeği ortaya çıkmaz. Çünkü amaç gerçeği ortaya çıkarmak değildir. Birini ya da birilerini töhmet altında bırakıp savunmada kalmasını sağlamaktır. Olayları, başlangıcı ile  değil de sonuçları itibariyle değerlendirmek lazım. Sonucu gördüğümüz zaman algıların niçin oluşturulduğunu daha iyi anlarız.

1980 öncesi kardeş kavgaları, sağ-sol meseleleri, aynı silahla meydana gelen ölümler halkta, kurtarıcı olarak askerin yönetime el koyması beklenir hale geldi. Bir yıl önce yapılması planlanan darbe, “Şartların olgunlaşması için beklendi.” Ülkeye binlerce cana mal oldu. 1980 ihtilali yapıldı. Akan kan durdu. Hala askerin yaptığı Anayasa 35 yıla yaklaşmasına rağmen yamalı bohça gibi olsa da yürürlükte.

28 Şubat 1996 sürecine gelirken irtica paranoyaları, şimdilerde hiç görünmeyen Aczimendiler, Fadime  ŞAHİN, Ali KALKANCI, Müslim GÜNDÜZ  gibiler aynı anda boy gösterdi. Her istediğin yerde seyredebileceğin Şevki YILMAZ, Hasan Hüseyin CEYLAN, İbrahim Halil ÇELİK’e ait kasetler TV ve gazetelerde haber olarak çıkmaya başlamıştı. MGK’da birinci tehdit olarak irtica, bölücü terör örgütünün önüne konmuştu. Ardından “Bin yıl devam edecek denilen 28 Şubat süreci geldi.” İstemedikleri hükümet gitti. Ülkeyi yamalı bohçalı bir hükümete teslim ettiler. Sonuç yine başarılı.

2004 yılında Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven darbe teşebbüsleri, 2007 yılında 367 krizi, 2008 yılında  iktidar partisine kapatma davası, 2012 MİT Müsteşarının ifadeye çağrılması, 2013 Gezi Olayı ve 17-25 Aralık ‘Yolsuzluk ve rüşvet’ soruşturması ve  tapeler, 2014 MİT tırlarının durdurulup aranması, çevremiz ateş çemberinde iken, ülkemize milyonlarca mülteci gelmişken 2015 yılında Güneydoğu’nun bazı yerlerinde özerklik ilanları, terörün azması, hendeklerin kazılması, canlı bombaların büyükşehirlerde patlatılması… vb olayları ayrı ayrı sonuçları itibariyle değerlendirildiği takdirde; birilerine hırsız damgası vurmak, ülkeyi yaşanmaz hale getirmek, Türkiye’nin Ortadoğu’dan elini çekmesini sağlamak, ekonomiyi felç etmek… gibi amaçların güdüldüğü görüntüsünü vermektedir. Bunda da nispeten başarılı oldukları söylenebilir.

Şimdilerde başka bir algı operasyonu yapıldığı kanaatini taşımaktayım. TV ve gazetelere bakarsanız gündemimizde ensest ilişkiler, çocuk istismarcıları, öğrencilerine taciz eden eğitimciler boy göstermeye başladı. Anadolu’nun farklı illerinde bu tür haberler mantar gibi bitmeye başladı. Mahkemeler kararları şimdi vermeye başladı. Bu tür sapık ilişkilerin aslı yoktur iddiasında değilim. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Mutlaka gizlilik kararı çerçevesinde olayların irdelenip suçluların açığa çıkarılıp en ağır ceza verilmelidir. Verilecek cezalar mutlaka kamu vicdanını rahatlatmalıdır. Cezalar caydırıcı olmalıdır.

Olaylar irdelenirken mağdur ya da mağdurelerin bu toplumda şu ya da bu şekilde yaşayacakları göz önünde bulundurulmalıdır. Olayların meclise taşınması, olayın geçtiği okulu ismiyle birlikte yayına alma, sapık ve mağdurelerin ad ve soyadının baş harfleriyle beraber verilmesi hoş bir görüntü arz etmiyor gerçekten. Bir şeyin şüyuu, vukuundan beterdir. Olaylar bir zümreyi, bir kesimi suçlamak için kullanılmamalıdır. Nasıl ki para ile imanın kimde olduğu tam bilinemezse sapıklığında kimde olduğu tam bilinemez. Bu tür sapık ilişkiler tarih boyunca olmuş ve maalesef olmaya da devam edecek görünüyor. Nasıl ki hırsıza kilit dayanmıyorsa sapığa da kilit dayanmaz. Bu toplumda beraber yaşıyoruz onlarla. Bu tür sapık ilişkilere girenler zaten gemileri yakmıştır. Kaybedecekleri bir şeyleri yoktur.

Aileler, okullar ve toplum… olarak bu sapık ilişkilere karşı ne tür tedbirler almamız gerektiğini iyi incelememiz gerekiyor. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Önceden tedbirimizi alalım. Sapığa ve sapık ilişkiye kızmaktansa bu tür ilişkilere zemin hazırlayan ortamları yok edelim. Çocuğumuz nerede, ne zaman, kiminle niçin beraber...? Sonradan ağlamaktansa baştan ağlayalım.  Basın olarak, siyasiler olarak çok dikkatli olmamız lazım. Çünkü mevzu bahis olan geleceğimiz olan çocuklarımızdır. Gelin hep birlikte bu olaylardan en fazla etkilenecek olan çocuklarımız adına bu nahoş olaylar gizlilik kararı çerçevesinde mahkemelerde devam etsin. Hiçbir şeyin üstü örtülmesin. Rakibimizi alt edeceğiz diye siyasi malzeme olarak kullanılmasın.

Sonuç olarak;  bir şeyi hedefleyen üst akıl, önce algılarla karşımıza çıkıyor. Biz onlarla oyalanırken yine onlar vurucu darbeyle karşımıza çıkıyor ve sonuç alıyor. Oyuna gelip alet olmayalım…

**03/04/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır. 
** 03/04/2016 tarihinde ladik.biz. web sayfasında yayımlanmıştır

1 Nisan 2016 Cuma

Elimizin altından kayıp giden yitik çocuklarımız*

Her yeni evlenen bir çocuğa sahip olmayı ister. Çünkü her çocuk bir umuttur, mutluluk kaynağıdır aile için. Çocuk doğar; bir emeklese, bezden bir kurtulsa, yürümeye başlasa, okul çağına bir gelse, okulunu bir bitirse, bir görev alsa, bir evlendirsem... temennileri birbirini kovalar.

Çocuk bizim her şeyimiz. Çocuğumuz için de biz her şeyiz. Belirli bir yaşa kadar çocuk bize bağlı, biz çocuğumuza bağlıyız. Her aile çocuğunun iyi bir geleceğe sahip olabilmesi için imkanları çerçevesinde neredeyse saçını süpürge eder.

Bir zaman gelir ki çocuğumuz büyür, yavaş yavaş elimizin altından kaydığına şahit oluruz. Farkına vardığımızda çoğu zaman inisiyatif bizde değildir artık.  Çoğu zaman çocuğumuz:
1.Ya laftan sözden anlamayan/dinlemeyen bir sokak çocuğu olup çıkmıştır.
2.Ya arkadaş kurbanı olmuştur.
3.Ya bir karşıt cinse gönül vermiştir.
4.Ya bir grup, bir camianın içerisine, onların emrine girmiştir.
5.Ya madde bağımlılığı vb zararlı alışkanlıkların müptelası olmuştur.
6.Ya söz dinlemeyen, her dediğinin tersini yapan asi biri olup çıkmıştır.
7.Ya evlenip uzaklaşmıştır.
8. Ya da evi terk edip canlı bomba olmuştur…vs.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Artık yediğimizi yemeyen, giydiğimizi giymeyen, düşündüğümüzü düşünmeyen, bizimle aynı dili konuşmayan, bizi beğenmeyen bir nesil olup çıkıyor. Artık aynı evi paylaştığımız birbirimize yabancı bir çocuk olup çıkmıştır. Kuşak çatışması olur da böylesi pek eskiye benzemiyor. Çarşıya çıkıp etrafımıza bir baktığımızda giyim kuşamdan bile birbirimize ne kadar yabancılaştığımızı görebiliriz. Bize yabancılaşan bu neslin bir kısmı biraz sendelemeden sonra er veya geç kendini buluyor.

Ya kaybettiğimiz diğer çoğunluk. Onları ne yapacağız? Nasıl sorumluluk vereceğiz? Nasıl anne baba olacaklar? Nasıl çocuk büyütecekler? Soruları çoğaltabiliriz. Abarttığımı düşünebilirsiniz. Asla ümitsiz değilim. Demem odur ki, dert ediniyorsak tedbir alalım el birliğiyle. Kendi çocuğumuzu kurtarmamız yetmez. Çocuğumuzla aynı havayı teneffüs edecek  kaybettiğimiz diğer çocuklar için de mutlaka bir şeyler yapmamız lazım.

Kaybetme ve kazanma sebep/nedenleri çoktur. Buradaki sayfam bunu işlemeye yetmez. Kısaca nasıl kaybetmeyiz? Kaybettiğimizi nasıl kazanabiliriz?
1.Yaşına göre sorumluluk verelim.  
2. Aşırı korumacılıktan kaçınalım. Her istediğini yapmayalım.
3.Ne tamamen serbest bırakalım ne de sıkalım. Güvene dayalı denetimli serbestlik verelim.
4.İyi olması için başkasına ihale etmeyelim. Kendimiz iyi örnek olalım. Kuru nasihatten kaçınalım.
5.Öz güven sahibi bir birey olarak yetişmesine imkan sağlayalım.
6. İletişim ve diyalog yolunu kesmeyelim. Onları dinleyelim.
7.Aklını kullanmasını, aklını kiraya vermemesini sağlayalım.

8. Sevgi ve saygıya dayalı bir aile ortamı oluşturalım… 01/01/2016

* 02/04/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.