3 Nisan 2016 Pazar

Algı operasyonları**


Bana, “Yarım asrı devirdin. Bir cümle ile yaşadığımız ülkeyi bir tanımla” dense:  Algılar ülkesi derim.  Bu ülkede olan her şey toz dumandır. Hiçbir şeyin gerçeği ortaya çıkmaz. Çünkü amaç gerçeği ortaya çıkarmak değildir. Birini ya da birilerini töhmet altında bırakıp savunmada kalmasını sağlamaktır. Olayları, başlangıcı ile  değil de sonuçları itibariyle değerlendirmek lazım. Sonucu gördüğümüz zaman algıların niçin oluşturulduğunu daha iyi anlarız.

1980 öncesi kardeş kavgaları, sağ-sol meseleleri, aynı silahla meydana gelen ölümler halkta, kurtarıcı olarak askerin yönetime el koyması beklenir hale geldi. Bir yıl önce yapılması planlanan darbe, “Şartların olgunlaşması için beklendi.” Ülkeye binlerce cana mal oldu. 1980 ihtilali yapıldı. Akan kan durdu. Hala askerin yaptığı Anayasa 35 yıla yaklaşmasına rağmen yamalı bohça gibi olsa da yürürlükte.

28 Şubat 1996 sürecine gelirken irtica paranoyaları, şimdilerde hiç görünmeyen Aczimendiler, Fadime  ŞAHİN, Ali KALKANCI, Müslim GÜNDÜZ  gibiler aynı anda boy gösterdi. Her istediğin yerde seyredebileceğin Şevki YILMAZ, Hasan Hüseyin CEYLAN, İbrahim Halil ÇELİK’e ait kasetler TV ve gazetelerde haber olarak çıkmaya başlamıştı. MGK’da birinci tehdit olarak irtica, bölücü terör örgütünün önüne konmuştu. Ardından “Bin yıl devam edecek denilen 28 Şubat süreci geldi.” İstemedikleri hükümet gitti. Ülkeyi yamalı bohçalı bir hükümete teslim ettiler. Sonuç yine başarılı.

2004 yılında Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven darbe teşebbüsleri, 2007 yılında 367 krizi, 2008 yılında  iktidar partisine kapatma davası, 2012 MİT Müsteşarının ifadeye çağrılması, 2013 Gezi Olayı ve 17-25 Aralık ‘Yolsuzluk ve rüşvet’ soruşturması ve  tapeler, 2014 MİT tırlarının durdurulup aranması, çevremiz ateş çemberinde iken, ülkemize milyonlarca mülteci gelmişken 2015 yılında Güneydoğu’nun bazı yerlerinde özerklik ilanları, terörün azması, hendeklerin kazılması, canlı bombaların büyükşehirlerde patlatılması… vb olayları ayrı ayrı sonuçları itibariyle değerlendirildiği takdirde; birilerine hırsız damgası vurmak, ülkeyi yaşanmaz hale getirmek, Türkiye’nin Ortadoğu’dan elini çekmesini sağlamak, ekonomiyi felç etmek… gibi amaçların güdüldüğü görüntüsünü vermektedir. Bunda da nispeten başarılı oldukları söylenebilir.

Şimdilerde başka bir algı operasyonu yapıldığı kanaatini taşımaktayım. TV ve gazetelere bakarsanız gündemimizde ensest ilişkiler, çocuk istismarcıları, öğrencilerine taciz eden eğitimciler boy göstermeye başladı. Anadolu’nun farklı illerinde bu tür haberler mantar gibi bitmeye başladı. Mahkemeler kararları şimdi vermeye başladı. Bu tür sapık ilişkilerin aslı yoktur iddiasında değilim. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Mutlaka gizlilik kararı çerçevesinde olayların irdelenip suçluların açığa çıkarılıp en ağır ceza verilmelidir. Verilecek cezalar mutlaka kamu vicdanını rahatlatmalıdır. Cezalar caydırıcı olmalıdır.

Olaylar irdelenirken mağdur ya da mağdurelerin bu toplumda şu ya da bu şekilde yaşayacakları göz önünde bulundurulmalıdır. Olayların meclise taşınması, olayın geçtiği okulu ismiyle birlikte yayına alma, sapık ve mağdurelerin ad ve soyadının baş harfleriyle beraber verilmesi hoş bir görüntü arz etmiyor gerçekten. Bir şeyin şüyuu, vukuundan beterdir. Olaylar bir zümreyi, bir kesimi suçlamak için kullanılmamalıdır. Nasıl ki para ile imanın kimde olduğu tam bilinemezse sapıklığında kimde olduğu tam bilinemez. Bu tür sapık ilişkiler tarih boyunca olmuş ve maalesef olmaya da devam edecek görünüyor. Nasıl ki hırsıza kilit dayanmıyorsa sapığa da kilit dayanmaz. Bu toplumda beraber yaşıyoruz onlarla. Bu tür sapık ilişkilere girenler zaten gemileri yakmıştır. Kaybedecekleri bir şeyleri yoktur.

Aileler, okullar ve toplum… olarak bu sapık ilişkilere karşı ne tür tedbirler almamız gerektiğini iyi incelememiz gerekiyor. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Önceden tedbirimizi alalım. Sapığa ve sapık ilişkiye kızmaktansa bu tür ilişkilere zemin hazırlayan ortamları yok edelim. Çocuğumuz nerede, ne zaman, kiminle niçin beraber...? Sonradan ağlamaktansa baştan ağlayalım.  Basın olarak, siyasiler olarak çok dikkatli olmamız lazım. Çünkü mevzu bahis olan geleceğimiz olan çocuklarımızdır. Gelin hep birlikte bu olaylardan en fazla etkilenecek olan çocuklarımız adına bu nahoş olaylar gizlilik kararı çerçevesinde mahkemelerde devam etsin. Hiçbir şeyin üstü örtülmesin. Rakibimizi alt edeceğiz diye siyasi malzeme olarak kullanılmasın.

Sonuç olarak;  bir şeyi hedefleyen üst akıl, önce algılarla karşımıza çıkıyor. Biz onlarla oyalanırken yine onlar vurucu darbeyle karşımıza çıkıyor ve sonuç alıyor. Oyuna gelip alet olmayalım…

**03/04/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır. 
** 03/04/2016 tarihinde ladik.biz. web sayfasında yayımlanmıştır

1 Nisan 2016 Cuma

Elimizin altından kayıp giden yitik çocuklarımız*

Her yeni evlenen bir çocuğa sahip olmayı ister. Çünkü her çocuk bir umuttur, mutluluk kaynağıdır aile için. Çocuk doğar; bir emeklese, bezden bir kurtulsa, yürümeye başlasa, okul çağına bir gelse, okulunu bir bitirse, bir görev alsa, bir evlendirsem... temennileri birbirini kovalar.

Çocuk bizim her şeyimiz. Çocuğumuz için de biz her şeyiz. Belirli bir yaşa kadar çocuk bize bağlı, biz çocuğumuza bağlıyız. Her aile çocuğunun iyi bir geleceğe sahip olabilmesi için imkanları çerçevesinde neredeyse saçını süpürge eder.

Bir zaman gelir ki çocuğumuz büyür, yavaş yavaş elimizin altından kaydığına şahit oluruz. Farkına vardığımızda çoğu zaman inisiyatif bizde değildir artık.  Çoğu zaman çocuğumuz:
1.Ya laftan sözden anlamayan/dinlemeyen bir sokak çocuğu olup çıkmıştır.
2.Ya arkadaş kurbanı olmuştur.
3.Ya bir karşıt cinse gönül vermiştir.
4.Ya bir grup, bir camianın içerisine, onların emrine girmiştir.
5.Ya madde bağımlılığı vb zararlı alışkanlıkların müptelası olmuştur.
6.Ya söz dinlemeyen, her dediğinin tersini yapan asi biri olup çıkmıştır.
7.Ya evlenip uzaklaşmıştır.
8. Ya da evi terk edip canlı bomba olmuştur…vs.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Artık yediğimizi yemeyen, giydiğimizi giymeyen, düşündüğümüzü düşünmeyen, bizimle aynı dili konuşmayan, bizi beğenmeyen bir nesil olup çıkıyor. Artık aynı evi paylaştığımız birbirimize yabancı bir çocuk olup çıkmıştır. Kuşak çatışması olur da böylesi pek eskiye benzemiyor. Çarşıya çıkıp etrafımıza bir baktığımızda giyim kuşamdan bile birbirimize ne kadar yabancılaştığımızı görebiliriz. Bize yabancılaşan bu neslin bir kısmı biraz sendelemeden sonra er veya geç kendini buluyor.

Ya kaybettiğimiz diğer çoğunluk. Onları ne yapacağız? Nasıl sorumluluk vereceğiz? Nasıl anne baba olacaklar? Nasıl çocuk büyütecekler? Soruları çoğaltabiliriz. Abarttığımı düşünebilirsiniz. Asla ümitsiz değilim. Demem odur ki, dert ediniyorsak tedbir alalım el birliğiyle. Kendi çocuğumuzu kurtarmamız yetmez. Çocuğumuzla aynı havayı teneffüs edecek  kaybettiğimiz diğer çocuklar için de mutlaka bir şeyler yapmamız lazım.

Kaybetme ve kazanma sebep/nedenleri çoktur. Buradaki sayfam bunu işlemeye yetmez. Kısaca nasıl kaybetmeyiz? Kaybettiğimizi nasıl kazanabiliriz?
1.Yaşına göre sorumluluk verelim.  
2. Aşırı korumacılıktan kaçınalım. Her istediğini yapmayalım.
3.Ne tamamen serbest bırakalım ne de sıkalım. Güvene dayalı denetimli serbestlik verelim.
4.İyi olması için başkasına ihale etmeyelim. Kendimiz iyi örnek olalım. Kuru nasihatten kaçınalım.
5.Öz güven sahibi bir birey olarak yetişmesine imkan sağlayalım.
6. İletişim ve diyalog yolunu kesmeyelim. Onları dinleyelim.
7.Aklını kullanmasını, aklını kiraya vermemesini sağlayalım.

8. Sevgi ve saygıya dayalı bir aile ortamı oluşturalım… 01/01/2016

* 02/04/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Mart 2016 Salı

Yaka'da üç yabancı

29.03.2016 akşamı 19.30 sularında konferansa gitmek için otobüs durağına geldim. Durağa modern giyimli bir bayan geldi. Yanında da iki erkek vardı. Ellerinde de üç adet valiz. Bir naylon poşetin içerisinde de kocaman oyuncak bebek ya da köpek.

Hal ve hareketlerinden çok mutlu oldukları görülüyordu. Başladılar aralarında konuşmaya. Rahat tavırları gözümden kaçmadı. Konuşmaları, gülüşmeleri ve rahat tavırları bu ülkede uzun yıllar yaşadıklarını hissettirdi bana. Konuşmalarına kulak kabartmam gerekmedi. Çünkü yüksek sesle konuşuyorlardı. Arapça konuşuyorlardı. Yarım dilimle nereye gidiyorsunuz, nereye taşınıyorsunuz akşam akşam demeden kızın arkadaşına "Abartma,abartma" dediğini duydum. Çatır çatır Arapça konuşan kızın ağzından çıkan "abartma" kelimesi sanki İstanbul şivesini andırıyordu. Çok fasih Türkçe gerçekten.

Konuşmalarını anlamaya çalışıyorum. Ne de olsa 12 yıl Arapça eğitimi aldım.  Çok da başarılı olamadım. Çünkü çok hızlı konuşuyorlardı. Sık sık kullandıkları "Ba'de'l harbi" harpten sonra kelimesi dikkatimi çekti.

Az sonra kızımız durakta bekleyenlerin oturduğu oturağa çıktı ayakkabısıyla birlikte. Erkeklerden biri koca ve kaliteli cep telefonunu çıkardı. Poz veren kızı çekmeye çalıştı. "Valizlerle beraber çek" demesiyle durakladı erkek.  Kızım! Ayakkabınla bastığın yere insanlar oturuyor. Oldu mu ya şimdi yaptığın dedim. Kız aşağıya indi. Hep beraber "Özür dileriz" dediler. Sonra valizlerinin yanına geçti kız. Yanına gelen erkekle beraber fotoğraf çektirdi. Sonra fotoğraf çeken de onlara yaklaştı birlikte bir kaç selfi çektiler.

Otobüs geldi. Eşyalarıyla birlikte orta kapıdan bindiler. Ben de en öne yaşlılar koltuğuna oturdum. Benim onları izlemem bu şekilde sona erdi diye düşünürken sesten duramadım otobüste. Geriye dönüp baktım. Benim üçlü orta kapının oraya demir atmışlar. İkisi oturakta, diğeri aradaki boşlukta. Tüm otobüsün duyacağı şekilde yüksek sesle konuşmaya devam ediyorlar.

Pes doğrusu dedim tabii içimden. Yabancısı oldukları memlekette hiç yabancılık çekmiyorlar. Yüksek sesle konuşmaları yine manidar bulduğum diğer yönleri. Hayret ettim ve takdir ettim. Bizim insanımızdan ne de çok şeyi çabucak öğrenmişler bazı şeyleri. Bizde de bazıları otobüste yüksek sesle konuşur herkes onu dinlemek zorunda kalır. Bunlar da öyle. Duraktaki oturağa ayakkabısıyla çıkması yine bize yabancı değiller izlenimi verdi bana. Tek bize benzemedikleri yönleri, oturağa  böyle
çıkılmaz dediğimde benimle kavga etmediler. Hasılı kafam, gözüm kırılmadı. Bize benzemeyen bir yönleri daha var. Ne zaman geldiler bilmem ama 20-22 yaşlarında olan bu gençler Türkçe'yi öğrenmişler ve konuşuyorlar. Konuştuğumu da anlıyorlar. Ben 12 yıl Arapça ve İngilizce gördüm. Ne konuşurum, ne de konuşulanı anlarım. Bu yönleriyle de bize yabancılar. Diğer yönleriyle hep bu toprağın insanı.

İyi de kardeşim, adamlar oturağa çıktılar, otobüste yüksek sesle konuştular diyeceğin bu. Yazıyı bu kadar uzatmana ne gerek vardı diyebilirsiniz. Sizin kadar kelamı kibar değilim bunu da ifade edeyim.

Sahi bizim yurtdışında olanlarımız onlar gibi rahat hareket edebiliyorlar mı oralarda? Otobüs duraklarına ayakkabılarıyla basıyorlar mı? Topluluk içerisinde bağırarak konuşuyorlar mı başkasına aldırmadan... 29.03.2016