27 Mart 2016 Pazar

İleri-geri saat uygulaması veya Nesî’ olayı


Her yıl saatler; ekim ayında geri, mart ayında da ileri alınır. Türkiye’de bu uygulama 1972 yılından beri var olagelmiştir. Amaç,  gün ışığından daha fazla faydalanmak. Yetkililere bakınca enerjiden baya tasarruf ediliyor.  Gün ışığından faydalanıyor mu bilmem.  Geldim-gidiyorum fakat hala bu olayı ve mantığını çok kavramış değilim.  Çok iyi anlayan biri varsa bana bunu anlatırsa kendimi bahtiyar hissedeceğim.

Ben bu saatle oynanmasını görünce aklıma hep Cahiliye Dönemi Araplarının adına “Nesî” dedikleri ayı öne çekme ya da sonraya erteleme gelir. Tevbe Süresi 37.ayette Allah: “(Haram ayları) ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah'ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O'nun haram kıldığını helâl kılmak için (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. (Böylece) onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” Buyurarak Arapların yaptığı bu uygulamayı eleştirir. Kur’an’ın dediği aylar: Zilkade, zilhicce, muharrem ve recep aylarıdır. Bu aylar hürmete layık aylardır. Savaş yapılmaz, kabile savaşları bu aylarda diner. Ticaret, alış veriş canlanır. Kervanlar bu aylarda daha emniyetli yolculuk yaparlardı. Panayır adını verdikleri fuarlar bu aylarda açılırdı. Araplar ticaret ya da savaş dolayısıyla ayları genellikle muharrem ayını tehir  ya da öne alırlarmış. Yani hile yaparlarmış. Savaşmak istemiyorlarsa bu ayları öne alırlar. Yok savaş yapmak isterlerse de bu ayları sonraya ertelerlermiş.  Hoş o dönemin Arapları cahil olsa da en azından aylara hürmeten savaş ve yağmayı keserler, insanlar 4 ay emniyetli bir şekilde yaşarlarmış. Irak, Libya, Suriye, Afganistan vb ülkelerdeki savaşlar ise yıllar yılı kesintisiz devam ediyor. Ne bayram, ne Ramazan bilinir. Ne de “Bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi” geldi denir. Bizim kesintisiz eğitim gibi.

26/03/2016 gecesi saatler 03.00 iken 04.00’e ilerletilecek. Hepsi bir saat. Ne var bu meseleyi bu kadar problem edinecek. Neredeyse tüm dünya bu şekil yapıyor diyebilirsiniz. Bir defa Pazartesi’den itibaren mesai saatleri yeniden düzenlenecek. Muhtemel mesailer ileri saatle beraber daha ileriye alınacak. Yani baharla beraber geceler kısalmaya, gündüzler uzamaya başlar. Gece uykuları tatlanır. Sabahleyin insanlar uykuyu alamadan kalkıyor. İşine-gücüne bir saat öncesinden başlıyor. Akşam ise mesaiden erkenden çıkıyor. Akşam Güneş’in batmasına daha epey bir zaman kalıyor. Saatle oynanacağına Güneş’in durumuna göre mesailer ayarlansa ne olur? Çoğu insan saatlerin değişmesiyle birlikte ekim-mart aylarında bir sendeleme yaşar. Özellikle mart ayındaki ileri saat uygulaması çoğu insan için zor oluyor diye düşünüyorum. Bugün geri saat uygulaması dediğimiz saat aslında bünyemize uygun bir saat diye düşünüyorum. Mesai denince illa 08.00-17.00 ya da 08.30-17.30 olacak diye ayarlama yoluna gidilmemeli. 07.30-16.30 gibi mesai olabilir gün uzaması, kısalmasına göre.  Sanki saatler ileri-geri alınınca insanlar 8 saatten daha fazla mı mesai yapacak.

2013 yılında bu hükümet bu saat uygulamasından vazgeçeceğini açıkladığı zaman sevinmiştim bir komedi daha sona erecek diye. Ama nedense uygulama aynen devam ediyor bir türlü hayata geçiremediler.

Yazımın başında “Nesi” olayına değinerek ilgili ayeti de yazdım. Bugünkü saat uygulamasını nesi kavramı ile kıyasladım. Saatle oynayanlar dinen hata yapmışlardır iddiasında hiç değilim. Sadece kıyas yaptım. Araplar aylarla oynamış biz de saatle oynuyoruz. Teşbihte hata olmaz biliyorsunuz.

Yazımı bir fıkra ile bitireyim: Adamın biri 3 arkadaşına bir fıkra anlatır. Fıkranın bitiminde ikisi güler, bir tanesi gülmez. “Sen niye gülmedin. Yoksa fıkrayı komik mi bulmadın” diye sorarlar. Arkadaşı: “Anlamadım” der. Tekrar anlatır, diğer ikisi yine gülmüşler bu yine gülmemiş. “Yine anlamadım” demiş fıkrayı anlamayan. Adam üşenmemiş 3.defa fıkrayı anlatmış, fıkraya gülen iki arkadaşı bu sefer gülmemiş, çünkü fıkranın artık komikliği kalmamış. Daha önce gülmeyen bu sefer gülmeye başlamış. Gülmüş de gülmüş. Adamı susturamamışlar. Adam epey güldükten sonra: “Yahu arkadaş fıkra bu kadar komik miydi, çok güldün demişler.  Adam: “Arkadaşlar ben yine anlamadım, yine anlamadım” demiş.


Hasılı 53 yaşındayım. Bu fıkrayı anlamayan 3.kişi gibi ben de bu saatlerle yılda iki kez oynanmasını hala anlayamadım. Yine anlayamadım. Yine anlayamadım. Anlamışsam harap olayım. İçinizde anlayan varsa beri gelsin. Sahi siz anladınız mı? Yoksa anlar gibi mi görünüyorsunuz? Olsun! Vardır bir hikmeti  değil mi? 27/03/2016, 01.18

24 Mart 2016 Perşembe

Dikkat! Sapık var **


Gün geçmiyor ki bir sapık haberiyle uyanmayalım. Gün geçmiyor ki bir taciz olayıyla irkilmeyelim. Gün geçmiyor ki önce tecavüz ardından hunharca öldürülmüş mağdureler görmeyelim. Çocuk kaçırmalar, kayıplar…vs. vakayı adiyeden oldu. Şimdi de sübyancı dediğimiz pedofili çıktı ortaya.

Kimden miras kaldı bize bu sapıklık? Ruhumuza işlemiş sanki. Hocamız kim bizim yahu? Sahi kim?

Sırplarla savaşırken bir komutan Aliya’ya gelir ve şöyle der: Efendim Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz etti. Çocuklarımızı öldürdü. Köylerimizi yaktı. Şimdi biz de Sırpların bir köyünü kuşatma altına aldık. Biz de onlara bize yaptıklarının benzerini yapacağız.”
Aliya şöyle cevap verir: “Onlar gibi davranamayız. Çünkü onlar bizim öğretmenimiz değil.”(Levent Gültekin)

Sırplar bizim öğretmenimiz değilse kim bizim öğretmenimiz? Hep uçkurunu düşünen bu tipler nereden türedi? Toptancılığı sevmem ama kimse kızmasın. Bizim eski Türk filmlerimizin ekserisinde hep tecavüz sahneleri var. Coşkun, Sütçü gibiler damga vurdu. Beyinlerimize işlediler. Bu filmlerin senaristleri bu toprakların mahsulü mü gerçekten. Yabancı filmler de izledim zaman zaman. Ben hiç onlarda tecavüz sahnesine rastlamadım. Adam hırsızlığa gelmişse gelir hırsızlığı yapar, çıkar gider. Bizde ise hırsızlık için gider. Önce evin kızına, kadınına tecavüz eder. Sonra hırsızlık yapar. Şimdi o filmler maalesef gündüz sinema kuşağı adı altında evlerimizde arzı endam ediyor. Suçlu aramıyorum ama eğer bu suçtan bir pay verilecekse  birinci sırayı bizim Türk filmlerini oturtmak gerek. Her filmde bu iğrenç sahneler işlene işlene bu uçkuruna bağlı aklı evvel beyinsizlerin beyinlerine işlemiş maalesef. Senaryo biraz değişmiş o kadar. Filmdekiler kötü rolde, içimizdekiler ise iyi rol görünümünde... Her meslek grubunun yüz karaları olduğu gibi büyük bir camia olan eğitim camiasında da  kendiyle barışık olmayan hasta ruhlu yüzü karalar çıkıyor maalesef. Sabi- sıbyana sulanan lanetli kişiler bunlar. Bunlar Aliya'nın dediği gibi Sırpları örnek almış tipler. Sonunda hoca bunu yaptıysa cemaat ne yapar?

Kime, nasıl güvenilecek, millet ne yapacak bilemiyorum. Ne evlerimiz emniyetli, ne sokaklarımız, ne caddelerimiz, ne eşimiz ne de çocuklarımız. Kime güvendiysek hep yaya kaldık. . Birine iki içki şişesi getirmişler. Tadına bak da hangisi daha iyi söyle  demişler. Adam ilk şişeyi açar. Ağzına bir yudum alır. Şu daha iyi demiş. Be adam daha onun tadına bakmadın, nasıl iyi olduğunu söyleyebilirsin demişler. Adam, evet tadına bakmadım. Çünkü hiçbir şey bu içtiğimden daha kötü olamaz cevabı vermiş. Hasılı birinden darbe yiyoruz, öbürüne yöneliyoruz. Öbürü,  öncekinden beter çıkıyor. Hani adama demişler, “Tecrübe nedir” diye. Adam: “Hayatta yediğin kazıkların bileşkesi” demiş ya. Geldik bu dünyaya. Deneme yanılma tahtası olarak kör-topal devam ediyoruz bu hayata yapışmaya. Hep bir sığınak, hep bir liman, hep bir güven kapısı, bir kurtarıcı  aradık. Çünkü kurtuluş buralardadır dedik. Ama umduğumuz dağlara maalesef hep kar yağdı.

Birilerine “Kurtar bizi baba” dedik. Ülkeyi 70 sente muhtaç etti. O gitti. Ardından kurtar bizi ana” dedik. İki anahtara sahip olacağız derken ülkeyi “Kara Çarşamba” diye adlandırılan ekonomik krize düçar etti.  Başımıza gelen her türlü kötülük eğitimsizlikten dedik. Çocuklarımız okusun. Ama eğitimdeki boşluğu değerlendirmek/takviye  için “Abi, abla, hoca” bulalım, çocuğumuza rehberlik yapsın, yol göstersin, onunla ilgilensin dedik. Kimi ruhumuzu, beynimizi esir aldı. Kimi namusumuzu.  Bir iğfal edilmediğimiz kalmıştı. Sonunda nur topu gibi sübyancılığımız ortaya çıktı. Görsel medyadan seyrediyoruz; yazılı basından ağzımız açık, hayretler içerisinde okuyoruz. Hala da her şeyimizi ihale etmeye devam ediyoruz. Bir içkiden içmediğimiz diğer içkiye tecrübe kazanmaya devam ediyoruz. Ne zaman vaz geçeceğiz her şeyimizi başkasına ihale etmekten. Şunu bilelim ki tabiat boşluk kabul etmez. Evet güvenelim ama hiçbir zaman tedbiri elden bırakmayalım. Her gördüğümüze amca diye sarılmayalım. Bir kanalda çocuk istismarcılarının özelliklerini söylerken bir öğretim görevlisi: “Nerede başarılı, işinde uzman, etrafınca sevilen, herkesin güvenini kazanmış biri varsa çoğunun sonu çocuk istismarcılığına çıkıyor” dedi. Sapıklar, sübyancılar gerçekten derslerine iyi çalışıyorlar: Önce güven kazanmak. Zaten biz bir insana güvendik mi sırtımızı dayarız. Sonuç hüsran, hep hüsran…

Allah Kur’an’ da  erkeklerin hemcinsleriyle alenen yaptıkları homoseksüelliği ve akabinde de yağmur yerine yağan taşlarla o kavmin nasıl helak edildiğini anlatır. Biz okuruz, durmadan Lut peygamberin kavminin sapıklığına kızarız. Rabbim niye anlatıyor bunu. Kur’an kıssa kitabı mı? İbret alalım diye anlatıyor. Görüldüğü gibi pek ibret almamışa benziyoruz. Çünkü özellikle çocuk ve öğrencilere taciz olayları lokal olmaktan çıktı. Mantar biter gibi Anadolu’nun herhangi bir ilinde ortaya çıkıyor. Bunlar tespit edilenler. Ya tespit edilmeyenler. Bazı yerden geçerken uyarı levhası görürüz: Dikkat köpek var!" diye. Sapık ve sübyancılar bilinse de "Dikkat sapık var" yazılsa alınlarına böylelerinin.

Cezalarımız suçluyu korumaktan vazgeçmeli. Her şeyden önce caydırıcı olmalı. Böylelerini hadım  etme dahi düşünülmeli. Cezaevinde milletin sırtından beslememeli. Emekliliği hak etse dahi maaş ve tüm kazanımları kesilmeli.   

Alevi ahlak sisteminde güzel bir şekilde ifadesini bulan şu sözle bu nahoş konuyu bitirelim: “Eline, diline ve beline sahip ol.” Rabbim her türlü kötülükten özellikle sapık, sübyancıların şerrinden korusun çocuklarımızı… 24/03/2016

** 25/03/2016 tarihinde kahta.soz'de yayımlanmıştır.


Aynı dili konuşan mı olalım. Yoksa aynı duyguyu paylaşan mı?

Bana  dünyada en zor adam kimdir deseniz hiç tereddütsüz iletişime kapalı insan derim. Çevrenizde vardır mutlaka böyleleri. Her türlü yolu deneseniz dahi bu tiplerle bir ve beraber olamazsınız. Bir araya gelseniz de sizi aynı kazana atsalar yine kaynamazsınız. Belki aynı dili konuşursunuz. Ama nafile. Ona ayırdığın zamanı hendek atlatmak için deveye ayırsanız, ya da iğne deliğinden deveyi geçirmeye kalksanız  belki başarılı olabilirsiniz. Böyleleri Nuh der, ama asla peygamber demez. Dediğim dedik, çaldığım düdük der. Dünyadaki tüm doğruları kendi bildiği doğrular olarak görür. Ne başkasına verebileceği vardır. Ne de başkasından alacağı.
Var mı böyleleri diye sakın araştırmaya kalkmayın. Şayet kendinize problem arıyorsanız çok uzağa gitmeyin. Çünkü sağınıza solunuza baksanız sayılarının pek de az olmadığını görürsünüz. Kendisine atfedilen biz sözde Celalettin Rumi: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşırlar” der.  Bu söze şapka çıkartılır.

Bir gün Karasınır Parkına çay içmek için gittim. Parkta, küçüklükten beri tanıdığım baba dostu rahmetli Sadık Hoca'yı yanında biriyle otururken buldum. Yanında tanımadığım biri vardı. Hoş geldiniz dedim. Misafiri için, "Türkçe bilmez. Pakistanlı hacı arkadaşım. Ben Urduca bilmem. O da Türkçe bilmez. Ben biraz Arapça bilirim. Dostum İngilizce bilir. Sağ olsun. Ziyaretime gelmiş" dedi. Nasıl anlaşıyorsunuz dedim.  "Kalp dili, gönül dili, ne dersen de" diye cevap verdi. Yanlarında biraz oturdum. Birbirlerine bakıyorlar. Çay içeceği zaman el-kol işareti ya da jest ve mimikleriyle "Çay içelim mi" diyor. Misafiri başını sallıyor. Olabilir mi böyle bir şey? Siz ne derseniz deyin. Ben gördüm. Gördüğüm manzara birbirine yabancı iki insan aynı duygular içerisinde muhabbet ediyor. Böyle bir muhabbeti, duygudaşlığı görünce Rumi'nin sözündeki manayı daha iyi anladım.

Ülkemizde aynı dili konuşuyoruz. Fakat büyük bir çoğunluğumuz ayrı telden çalıyoruz. Konuşmalarımıza "Bana göre, bence, aslında..." diye başlarız. Muhatabımız cümleyi bitirir bitirmez ne cevap vereceğini hazırlar. Söz biter bitmez o da olayları kendi penceresinden değerlendirmeye başlar. Aslında konuşurken ne söyleyeceğini hazırlayanlar karşı tarafı dinlemez. Ancak dinler gibi görünür. Ya da savunma-gerekçe-bahane hazırlar. Yani yarım yamalak dinliyoruz. Ön yargıyla dinliyoruz. Atalarımız: "Bir konuş bin dinle" demiş. Her şeyden önce dinlemeyi beceremiyoruz. Konuşmada üstümüze yoktur sanırım. Her konuşan da muhatabına baskın çıkmak için konuşur. Eğer ikna edemezse yavaştan sesler yükselmeye başlar. Aynı dili konuştuğumuz milyonlarla anlaşamıyoruz. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi farklı dilde olanlar, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabiliyor.

Çoğumuz duygu, düşüncelerimizi paylaşabilmek, işimizi halledebilmek gibi nedenlerle yabancı bir dil öğreniriz. Hatta "Bir dil bilen bir insan, iki dil bilen iki insandır" deriz. Dil bilmek evet önemli ama dilden önce duygudaş olmak, iletişime açık olmak, karşı tarafı anlamaya çalışmak  gerek diye düşünüyorum.


Gelin dil öğrenmeden önce birbirimizi dinlemeye açalım antenlerimizi. Birbirimizi anladığımız takdirde sorun kalmaz. Ülkemizdeki sorun da birbirimize kapalı olmamızdır. 24/03/2016