22 Mart 2016 Salı

İmtihanın imtihanı

19 Mart 2016 günü Açık Lise sınavında görev aldım. Görev yerine gelirken içimi sebebini bilmediğim bir sıkıntı bastı.

Gerekli açıklamalar yapıldı. Kur'alar çekilmeye başlandı. Hiç heyecan yoktu bende. Çünkü en düşük ücreti yedek gözetmen alacaktı. Zaten malum olduğu üzere bana o çıkacaktı. Hayret ki ne hayret sınav ücreti daha iyi olan salon başkanlığı çıkmıştı bana. Kendi kendime artık bahtsızlığı yendim. Bundan sonra şansım yaver gidecek diye düşünmeye başladım. Sınav evrakını alarak görevli olduğum salonuma geçtim. Ama nedense içim daralıyor. Başıma ince bir ağrı bile girmişti. Sınava girecek adaylar tek tük gelmeye başladı. Yaşı yaşıma yakın biri girdi. Elinde hiç evrak da yok. Sanırım milli eğitimden gelen denetmen olsa gerek dedim. Bana yaklaştı. Sonra ilk  sıraya oturdu. Öğrenci olduğu anlaşıldı. Adetim değildir ama sordum kendisine: "Beşikten mezara ilim öğreniniz" hadisini mi ölçü aldın dedim. "Öyle" dedi. Yaşını sordum. "67 doğumlu olduğunu söyledi. Sonra sınav başladı.

Kendi kendime sınavdan en son kim çıkar diye sordum. Merak bu ya. Adaylara göz gezdirirken gözüm en önde oturan yaşıtım adayda kaldı. Evet bu dedim. En son bu çıkar. Adama biraz alıcı gözüyle baktım. Ben bu adamı tanıyorum ama nereden düşüncesi aldı beni. İnsan yeter ki problem istesin hemen bulur. Ben de buldum. Adamı nereden tanıdığıma kafa yordum. 10 dakika düşündükten sonra ben bu adamı tanıyorum dedim.

Açık Lise sınavları

Bu adama sıra gelmeden bu sınavlar hakkında biraz bilgi vermek istiyorum: Açık lise sınavları hafta sonu yapılır. Bir oturumda en fazla 8 ders bulunur. Her dersten 20 soru olur. Sınavlar test usulü olur. Oturumlarda sınav süresi 180 dakika. Yani 3 saat. Tek dersten sınava giren de 3 saat bekleyebilir. 8 dersten giren de 3 saatin dolmasını bekleyebilir. Sınavlarda tek öğrenci kalamaz. Mutlaka yanında biri daha bekletilir. Açık lise sınavlarında ilk 20 dakika gecikenler alınır. İçeriden ilk 30 dakikada kimse çıkarılmaz. 20 kişilik salonlarda genelde öğrencilerin üç ya da dörtte biri sınava gelmez. Geriye kalanların en az yarısı ilk yarım saatin dolmasını bekler. Vakit gelir gelmez evrakını veren çıkar. Cevap kağıtlarına bir göz gezdirdiğinizde seçeneklerde her türlü deseni görebilirsiniz. Geriye kalan az sayıdaki öğrenci ise genelde bir saat içerisinde sınavını bitirir. Bu sınavlarda salonlarda görev yapanlar biran evvel sınavın bitmesini bekler. Erken bitirenin mutluluğuna derman yetmez.

Kimdi bu adam?

2011 yılında  Vali Necati Çetinkaya İlköğretim okulunda hem sabah oturumunda, hem de öğle oturumunda salon görevlisi idim. Bir saat öncesinde sınav yerinde hazır bulundum. İlk oturumda bugünkü gördüğüm aday dikkatimi çekti.  Sınav ortasında  herkes sınavını yaparken bu adayın beklediğini gördüm. Sınavın ortasında sağına soluna bakıyor, ellerini birbirine bağlamış bir şekilde bekliyor. Rahatsız mısın dedim. dinleniyorum dedi. Lavaboya çıkabilirsin dedim hayır dedi. Seçenekleri hiç işaretmememişsin dedim. Sonunda yapacağım dedi. Sınavın bitmesine 1 saatten fazla bir zaman var iken tüm salon boşaldı. Sadece dikkatimi çeken o aday ve başka bir bayan kaldı. Bayan bitirip çıkmak istedi. Biz görevliler daha ağzımızı açmadan bizim ki: "Sen beni bekleyeceksin" dedi kıza. Anladığım kadarıyla bizim beyefendi tecrübeliydi bu tip sınavlarda. Çünkü sınavda en az iki aday kalmak zorunda. Bitiren diğerini bekleyecekti. 9.30'da başlayan sınav 12.30' a kadar sürdü. Tabii binada benden başka kimse de kalmadı. Saat 12.30 oldu. Hele şükür dedim. Evrakı alıp teslim ettik.
*** 
Aynı okulda öğleden sonraki 2. oturumda yine görevliyim. Kur'alar çekildi. Salonum değişti. Yeni salonuma giderken sevincime diyecek yoktu. Çünkü o adaydan kurtulmuştum. Son gülen iyi güler derler ya. Salona girer girmez benim sabahki adayım yine benim salonda. Güler misin? Ağlar mısın? Son 1.5 saat kala benim salon ve tüm okul boşaldı. Okul bina sorumlularının biri geliyor biri gidiyor haydin hocam diye. Salonda beklemek zorunda kalan yine bir kızımız: Abim beni bekliyor dediyse de bizim aday rahat tavırlarıyla sınav olmaya devam etti. Ara sıra da abin kızar mı, sinirli biri mi diye soru sordu. Ardından güldü. Sonunda 3 polis, 3 bina sorumlusu, okulun hizmetlileri, ve biz iki salon görevlisi bizim adayı bekledik. 17.00'dan önce de çıkmadı anlayacağınız.
*** 
İşte 5 yıl öncesinde iki defa salonumda sınava girerek bana sabretmeyi öğreten bu ihtiyar delikanlı yine karşımdaydı.  Maşaallah 5 yıldır açık liseyi de bitirmemiş. Azim, gayret her şey tam. Kendi kendime salondan kim çıkar sorusunu abes bir soru olarak gördüm. Yanımdaki gözetmenime de "Hocam işte en son sınavdan çıkacak aday" dedim. Bekledik. O bekledi, biz bekledik. Tabii yanındaki bekleyen kızımız da. Okuduğu her satırın önce altını çiziyor, sonra siliyor, daha sonra okuduğu sayfayı yukarıdan katlıyordu. Kodlamayı yine yapmıyordu malum olduğu üzere. Tabii hikmetinden sual olmaz. 

O da ne? Sınavdan bir saat önce hızlı hızlı kodlamaya başladı ve bir saat öncesinden evrakını teslim etti. Erken vermeye verdi de 20 salondan yine biz en sona kaldık. Bir sınav daha böylece bitti. Benim başımın ağrısının sebebi de anlaşıldı. Sınavı adam mı oldu ben mi oldum anlayamadım. Bu da benim için  imtihan imtihanı oldu. 22/03/2016


Usulsüz vusul olmaz

Bir meslek grubunun içerisinde çocuklarımızı dinden soğutan bir kesim var. Çoğunun iyi niyetli olduğunu biliyorum. Her şeyden önce bu iyi niyetle yapılan tasarruflarımızın öz eleştiri sadedinde sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.

Hepimizin bilmesi gerekir ki bu nesil bizim yetiştiğimiz nesil değil. Sıkıntı çekmeden yetişen, sorumluluk verilmemiş, her şeyi sorgulayan, her şeye karşı çıkan, her şeye bir bahane bulan bir gençlik.  Ben ve benim nesil neyin ne olduğunu sorgulayamadan; dayak, hakaret ve şiddetle büyümüş bir nesiliz. Böyle büyüyen  bizlerin bu günkü nesli kendi yetiştirilme tarzımız gibi yetiştirmeye kalkmamız telafisi mümkün olmayan yaraların açılmasına sebebiyet verecektir.

Sahanın içinde olmayanlar, sahanın içinde olup da "Kırılan kol yen içerisinde kalsın" düşüncesiyle camia ve meslektaşlarına toz kondurmayanların yanlış anlayacağını bilerek bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bu yazıyı kaleme alan biri olarak bu konuda çok masum olduğumu iddia etmiyorum. Haklı ya da haksız maalesef yetişme tarzımın bir yansıması olarak zaman zaman bu günkü karşı çıktığım ve eleştirdiğim konularda bilerek ya da bilmeyerek hata ve yanlışlar içerisine girdiğimi anti parantez söylemek isterim. Bir kaç lokal örnekle konuyu irdelemeye çalışacağım: Bugün sanal alemde eski mezun bir öğrencimin bir paylaşımı dikkatimi çekti: "4.sınıf çocuğunun bir dersten muaf tutulması için idareye dilekçe verdiğini, çocuğunun dinden soğumaması için böyle bir tasarrufta bulunduğunu" belirtiyordu paylaşımında... Yine bir gün çocuğunu dövdüğü bir velisiyle mahkemelik olan bir meslektaşımı dinledim: " Çocuk mahkemede şikayetçi olmadığı halde babası şikayetçi oldu. Çıkışta bana, ' Geçmişte senin branşında bir hoca beni okuldan soğuttu. Senin de benim çocuğumu dinden soğutmana izin vermeyeceğini, hatta mesleğinden atılman için elinden geleni göstereceğini' söyledi dedi." Yine ezberini yapmadığı ya da yapamadığı için dayak yiyen, notu düşük ya da zayıf düşen öğrenci ve velilerin serzenişlerini duyarsınız zaman zaman. Örnekleri çoğaltabiliriz.

Zayıf not veren, ezber ya da dersinden dolayı dayak atan kişilerin iyi niyetinden şüphem yok. Fakat görüldüğü gibi iyi niyet her zaman iyi sonuç vermiyor. Bir kısım hocalarımız bize yaptılar, öğrenci böyle yetişir diye biz de onların metodunu uygulamamalıyız. Artık çocuklara yeni şeyler söylemek lazım. Her şeyden önce öğrencinin psikolojisini iyi okumak ve bilmek zorundayız. Dayak atmak suretiyle ancak dine soğuk, dine düşman bir nesil yetiştirebiliriz. Çocuklardaki öz güveni yok etmiş oluruz. Elimizden gelen çabayı gösterelim ama nefret ettirmeden yapalım. Çocuk, öğrenmemede direniyor mu bırak öğrenmesin. İhtiyaç hisseden zamanında yapmadıklarını yeri geldiği zaman çarçabuk öğrenir. Yeter ki bu dinin özünde sevgi olduğunu bilerek sevgiyle yaklaşalım yeni genç dimağlara. Bilinç altlarına düşmanlık tohumu ekmeyelim. Her çocuğun bir kabiliyeti var, yeter ki biz o kabiliyeti ortaya çıkarmaya çalışalım. İçimizde sayıları az olmayan meslektaşlarımızın metodunu uygulayalım. Hiç unutmam fakültede bir arkadaşım vardı. Aile ve içinde bulunduğu camia itibariyle İmam hatip'e ve İlahiyat'a yabancı olan biri. İlahiyat Fakültesinde iken Cuma kıldırırken bile Cuma namazını düzgün kıldıramayan biri. Bir konuşma esnasında yabancısı olduğu bu yere nasıl geldiğini anlattı: "Dersine giren bir öğretmenden çok hoşlanır. Lisede iken söz verir, ben bu adamın okuduğu okulda okuyacağım diye. Çok sevdiği öğretmeninin İlahiyat Fakültesi mezunu olduğunu öğrenince İlahiyat okumaya karar verir. Halen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak görev yapmaktadır.

Amacımız insan kazanmak olmalı. Dersine girdiğimiz tüm öğrencinin meramımızı bilmesini sağlamalıyız önce. Yaptığımız işin doğruluğuna ikna edemediğimiz müddetçe biz başarılı olamayız. Vurduğumuz yerlerde gül yerine kin, intikam duyguları bitiyor haberimiz olsun.

Usulsüz vusul olmaz. İlk önce usul ve metodumuzu değiştirelim.  22/03/2016

21 Mart 2016 Pazartesi

Az mı azar işittim bu Türk filmleri yüzünden

80’li yıllarda tek kanallı TV, akşam 18.00’den itibaren İstiklal Marşı ile açılırdı.  Benim için diğer yayınlar pek bir şey ifade etmezdi. Önceleri Salı günleri çıkardı Türk filmi. Tüm mahalleli bir komşumuzda olan TV'nin karşısında toplanır. Dört gözle filmin başlamasını beklerdik. Hele 20.00'da başlayan ana haber bülteni bitmek bilmez. Reklamın ardı arkası kesilmezdi. Sonraları Türk filmini Cumartesi gününe aldılar. Geç vakitte başlardı. 

Kaldığım yurtta sadece Cumartesi akşamları ileri saatte 23.00, geri saatte ise 22.00' a kadardı izin verilirdi. Akşamında Beş Yol Kıraathanesinde en önde yerimizi kapardık. Varınca bir çay gelirdi hemen. Bir de filmin tam ortasında toptan çay servisi yapılırdı. İkinci çayı içmeden kalksak kendimizi bahtiyar sayardık. Çünkü zaten bir içimlik çay paramız olurdu.  Ama bizim Hasan çay servisini kaçırmazdı hiç. Filmin tam ortasında ya da sonlarına doğru tam heyecanlı yerinde bizim izin biterdi. Çay ocağındaki tüm yurttan öğrenciler birbirine bakardı. Biri kalktı mı hepimiz kalkar. Kalkan olmazsa korku içerisinde filme bakmaya devam ederdik. Bir taraftan da  film bittikten sonra nöbetçi öğretmen bize ne diyecek, dayak mı atacak, acaba yurda almamazlık yapar mı, bizi yok yazar da yurt müdürüyle mi karşı karşıya geliriz düşüncesi filmin içine ederdi ama yine de bakmaya devam ederdik. Anca beraber kanca beraber. Başa gelen çekilir. Ben yersem nasılsa onlar da yiyecek derdik. Film biter, yurda varınca diğer günlerde erkenden yatan nöbetçi öğretmeni bizi elindeki sopasıyla  bekler görürdük. En hafifi dövmekten beter edecek şekilde azar işitmemiz olurdu. Ama yine de dayaktan iyi gelirdi bize. Sonunda zafer kazanmış bir komutan edasıyla yatağımıza giderdik. Çünkü haftada bir çıkan Türk filmine bakmıştık. Yarım bıraksaydık, ya da hiç bakamasaydık kendimizde bir eksiklik hissederdik. Yatınca da yatakta uyuyuncaya kadar filmin analizini yapar, uykuya öyle dalardık.

Türk filminin tadı damağımızda kalırdı. İki haftada bir değişen Türk filmine gitmek için  rehberlik ve eğitsel kol derslerini kırar çarşamba günleri öğleden sonra Saray Sinemasına giderdik. Ya da 8-0 yenildiğimiz gündüz oynanan milli maçları izlemek için kahvehanedeki yerimizi alırdık. Sinemaya girerken bir korku. Çıktıktan sonra bir korku alırdı bizi. Çünkü öğleden sonra derse girmemiştik. Perşembe sabahı müdür yardımcım başkan nezaretinde bizi odasında bekliyor olacaktı. Bazen de hızını alamaz ilk derse başlamadan sınıfın kapısında alırdı soluğu. Başlardı ahiret sorularını sormaya. Biz başımızı öne eğer sorgunun bitmesini beklerdik. Mutlaka velimiz gelmeliydi. Başka türlü derse alınmayacaktık. Bugünlerde adam öldüren, terör eylemi yapan bu kadar sorguya çekilmezdi. Ama biz saatlerce ayakta sıra sıra bekler. Her bir söz, her bir azar beynimize peyderpey yerleştirilirdi. Hele bir defasında bir arkadaşımız ile birlikte  milli maç ertesi hazır kıta yardımcının huzurundaydık yine. Ceketinin yakasına bir rozet takmıştı. Yardımcının o dikkatini çekti. "Nedir bu" dedi. "Türk Hava Yollarının rozeti" deyince. "Hava yollarının rozetini takmana ne gerek var. senin havan yeter sana" diyerek başladı  uzun süre devam etti taciz. Tabii biz kafamızı kaldırmadan nasıl hava yapacaksak. Ancak başımız öne eğik bir şekilde, suçluluk psikolojisi içerisinde sadece hocamızı tasdikleyebiliyorduk: "Evet hocam, öyle hocam" şeklinde. Hele bir de  8-0 yenildiğimiz maçlardan sonra "Yendiniz mi bari" demesi yok mu?" Bizi kahrederdi gerçekten.

Nereden aklıma geldi bu Türk filmleri ve maç seyretmeleri? Zaman zaman belli gün ve haftalara göz gezdiririm.  Alın size bir gün daha. “Türk Dünyası Filmleri Günü” olarak  belirlenen 19 Mart’ı görünce  hafifçe gülümsedim.  Dağarcığımı yokladım. Eski Türk filmleri gözümün önünden geçip gitti.  Çocukluk aşkımdı ne de olsa.

Şimdilerde günün her saatinde istediğin filmi ve Türk filmini bulabilirsin. Hem de renkli renkli seyredebilirsin. Bizimkisi siyah beyazdı. Ama bugünkülerden daha kıymetliydi ve değerliydi bilesiniz. En azından TV bağımlısı değildik. Çünkü yayınlar bizi izlemeyin derdi. Sadece Türk filmine bakardık. Akşamında açılan TV, gecenin bir vaktinde yine Marşımızla kapatılırdı.

Siyah beyazın nesine özlem duyacaksın mübarek diyebilirsiniz? Sayısız kanalda insanları her akşam bağımlılık yapan dizilerimiz yoktu bir kere. Film bitince işimize gücümüze yönelirdik. Ayrıca büyüyüp sorumluluk arttıkça insan geçmişe özlem duyar ve anılarıyla yaşarmış. Belki de benimki o cinsten.

Bir başka yazımızda da  seneye -19 Mart'ta- olur belki. O zaman da Türk filmlerinin içeriği hakkında bahsederiz. Kim bilir? Nasip. 21/03/2016