31 Temmuz 2025 Perşembe

Üslubu Problemli Olanlara Gelsin!

Geçmişte dini bir konu veya siyasi tartışmalarının yapıldığı TV oturumlarını pek kaçırmazdım. Bu tür programlar başlamadan önce elime kumandayı alır, reklamlar hariç bitinceye kadar izlerdim.

Bu tür oturumların konukları ağırlıklı olarak laik ve seküler insanlar, gazeteci yazar ve çizerler olurdu. Bir iki tane de İslamcı yazar çizere yer verirlerdi. Şimdinin tam tersi.

Oturumların bazısında İslamcı yazar çizer olarak zaman zaman Emine Şenlikoğlu da olurdu. Programda farklı düşünce yapısına sahip konuklar eşit olmasa da her konuk aynı süre konuşurdu.

Birkaç konuşmasını izlediğim Emine Şenlikoğlu, tüm konukların konuşmalarını can kulağıyla dinler. Aynı zamanda hepsini not alırdı. Sıra kendisine geldiği zaman tüm konuşmacılara tek tek cevap vermeye çalışırdı. Haliyle konuşma süresini aşınca moderatör uyarırdı. O da daha eleştirileri hepsine cevap vermedim. Bu konularda daha kendi görüşümü söylemedim türünden bir şeyler söylerdi. Sunucu da "Ama Emine Hanım, siz savunduğunuz partinin temsilcisi değilsiniz. Sizi bu amaçla çağırmadık. Hepsine cevap vermek zorunda değilsiniz. Size sorduğum sorunun cevabını hala alamadım" derdi.

Partinin temsilcisi olmasa da belli ki Emine Hanım, tüm eleştiri ve ithamları üzerine alıp onlara cevap vermeyi ve onları savunmayı kendisine misyon edinmişti. İnsanın kendisini bir yere ait hissetmesi herhalde böyle bir şey olsa gerek ise de Şenlikoğlu'nun yaptığı doğru değildi.

Bu durum sadece İslamcılara ait bir durum değil, çoğu laik seküler de aynı misyonu üstleniyor.

Şimdilerde ve nicedir tartışma programı falan izlemiyorum. Doğru dürüst televizyon bile açmıyorum. Bazen açtığım, kanalları gezindiğim, dikkatimi çeken bazı tartışma programlarında üç beş dakika oyalandığım olur. Oyalanmamın sebebi de objektif olduğuna inandığım bir konuk görürsem, onun konuşmasını beklemekten ibaret. Değilse hiç yetkisi ve sorumluluğu olmadığı halde partilerin borazanlığını yapanları dinlemeyi zait hissederim.

Bu durum sadece televizyonlardan ibaret değil. Değişik gruplarda farklı meslek sahipleri vardır. İşçisi de var, öğretmeni de var, avukatı da var, akademisyeni de var. Hiçbiri siyasetçi ve bir partinin temsilcisi değil. Gel gör ki bunlar kendilerine bir misyon edinmişler. Yazıp çizdiklerinden ve konuştuklarından sanırsın ki bunların asıl mesleği siyaset. Hepsi olmuş birer Emine Şenlikoğlu. Bu yılmaz savunuculuklarından dolayı bir menfaat elde etseler, ekmek kapısı diyeceğim. Çoğunun üslubu da bozuk. Hakkını yemeyeyim, Emine Şenlikoğlu konuşur, cevaplar verirdi ama bunu kırmadan, dökmeden yapardı. Güzel ve nazik bir üslubu vardı. Şenlikoğlu cevap verirken kimseyi suçlamazdı. Çok naif bir hanımefendi idi. Keşke Şenlikoğlu'nun yolundan gidenler Şenlikoğlu'ndan biraz üslup öğrenseler çok daha iyi olurdu.

İnanın, kimsenin inancında, fikrinde, zikrinde ve siyasi görüşünde değilim. İsteyen istediği fikir ve zikirde olur. Bu tiplerden tek istediğim, suçlamadan, körü körüne savunmadan, başını kumdan çıkararak güzel bir üslupla meramını anlatması. Üslubu berbat olanların ne dinine ne inancına ne siyasi görüşüne ne de birikimine saygı duyarım. Çünkü üslup her şeyden önce gelir. Üslubu sorun olanların kırıp dökmenin dışında kimseye verebileceği bir şey yoktur. Savundukları değerlere zarardan başka da bir katkıları olmaz. En azından benden uzak olsunlar. 

Orman Kanununun Geçerli Olduğu Yollarımız

Nerede yastık gibi bir kasis görsem, bu ülkede orman kanunu geçerli olmalı diye aklıma gelir.

Nasıl gelmesin. Çünkü bir yola kasis yapmak, hele bazı yollarda yol boyunca kasise yer vermek, nazarımda şudur: "Bu yolda hız sınırını kaç olduğu levhalarda gösterilmiş olsa da sürücüler belirlenmiş hız sınırına riayet etmiyor. Kanun, kural dinlemeyip aşırı surat yapıyor. Bu da o meskûn mahaldeki insanların canını tehlikeye atıyor. Ben yeterince denetim yapamıyorum. Bu yola hakim değilim. Bu durumda sürücüler bildiğini mi yapacak? Ben bilirim ne yapacağımı, size gününüzü gösteririm diyerek yola kasis koyuveriyoruz". Başka da aklıma bir şey gelmiyor. Yani burada devletin belirlediği hız sınırına riayet edilmediği için kasis koymak suretiyle sürücünün hızını orman kanunuyla düzenliyorum. Başka da elimden bir şey gelmiyor. Zira bu konuda acizim demektir bu.

Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde böyle kasis var mı bilmiyorum. Ama benim ülkemin çoğu yeri maalesef bu tür kasislerle dolu. Bu da oturmuş, tıkırında işleyen bir sisteme sahip olmadığımız anlamına gelir.

Hele yastık gibi yapılan kasislerde 50 hız sınıfıyla giderken bile yavaşlamazsan arabayı taşa vurmuş gibi hoplarsın. Kazara frene basıp vites düşürmezsen yandın demektir.

Kimse kusura bakmasın, olası kazaları önlemek amacıyla iyi niyetle konan bu kasisler hazırında kazaya davetiye çıkarıyor. Kaza olmasa da arabanın içinde bir güzel hopluyorsun. Arabanın aksamına verilen zararı, içindekilerin korkuya kapılmasını saymıyorum bile.

Elbette her kasise gelmeden önce kasis levhası da konuyor. Diyebilirsiniz ki bu levhayı gören yavaşlamalı. Levhayı gördüğü halde yavaşlamazsa o insanın aklından zoru var demektir.

Yalnız öyle yollara konmuş kasis var levhalar var ki büyümüş ağaçlar arasına gizlenmiş. Yol lambaları da hakeza ağaçlardan tam aydınlatmıyor. Gece karanlığında bu yolun yabancısı bu yoldan geçse o karanlıkta ne levhayı görür ne de kasisi. Bu durumda araba ve içindekileri hoplatmaya kimsenin hakkı yoktur.

"Bu yolda orman kanunu geçerli" demek olan kasis yerine, o yola boydan boya mobese döşersin. Hız sınırı levhasını koyarsın. Yol üzerinde cami, okul, hastane vs. yerler varsa önüne yaya yolu işaretlerini çizersin. Tüm bu önlem ve bilgilendirmeye rağmen bir sürücü hız sınırına riayet etmeden bu yoldan geçerse plakasına ceza yazarsın. Ceza yiyen sürücü bu yoldan hızlı geçsin de göreyim. Bu sürücü hızından dolayı maddi ve manevi zarar vermişse, canını okuyalım. Ona ölümlerden ölüm beğendirelim. 

Ne olur, devletsek -ki devletiz- bu kasisleri kaldıralım. Kurallara uymayanlara mevcut mevzuatı tavizsiz uygulayalım. Orman kanunuyla iş ve işlem yapmayalım. Unutmayalım ki bir yerdeki kasis geri kalmışlığımızın bir göstergesidir. Yok, bizim ilerleme ve gelişme gibi bir niyetimiz yok denirse, o zaman başka.

Geri kalmışlığımıza en güzel örnek, Hicaz ve Alemdar yolu bir de Erenköy yolu. İnanın konan kasisleri saymaktan bezersiniz. Güya bu caddede hiç ışık yok. İnanın ışık olsa arabalar mesafe kat eder. Ayıptır ayıp.

Toptan ve Perakende Arasındaki Uçurum

Müşteri ile esnaf konuşuyor:

"Şunların hangisi iyi?"

"Renklerinin farklı olduğuna bakma. Hepsi aynı."

"Ne kadar dayanır bunlar?"

"Bir ay."

"Kaça beheri?"

"90 lira."

"Kursa alacağım bunları."

"O zaman 40 lira yapayım. Toptan fiyatına vereyim."

"Bunların altı da lazım."

"Onu da 50 yaparım. Takım olur. Takımı 90 liraya gelir".

Müşteri 5-6 takım aldı sanırım. Başka ne aldı bilmiyorum. Çünkü dükkandan ayrıldım.

Siz bu tür alışverişi nasıl bulursunuz bilmem. Ama bana garip bir alışveriş geldi. Esnafın, hayrım olsun diye indirim yapmasını anlarım. Hatta ne kadar lazımsa al, hepsi benden olsun ya da iki tanesinin fiyatını almayayım demesini de anlarım. Ama beherine 90 dediğini, toptan fiyatına vereyim diyerek 40'a indirmesi bana garip geldi. Ürünün toptan ile perakende fiyatı arasında bu kadar fark ve uçurum olur mu?

Ürün pahalı, uygun ve ucuz demiyorum. Çünkü işin fiyatında değilim. Görünen o ki toptan ile perakende arasında belli bir fiyat aralığı yok. Oturmuş kâr marjı da yok.

Burada ticaret kolay değil. Bu işin elektriği, suyu, çalışan elemanın maliyeti, kirası vs. gibi giderleri var diyebilirsiniz.

Elbette ticaret zordur. Kim dedi ticaret kolay diye. Her şeyden önce riski vardır. Yönetimden veya piyasadan tutunamama durumu söz konusu. Bunun elektriği, suyu, kirası gibi sabit giderleri var. İşçi çalıştırıyorsa işçi maliyeti de işin içine giriyor. Yerinde saydığın gibi zarar etmek durumun da var veya kârın haddi hesabı yoktur.

Yalnız ne kadar zor ve riskli olursa olsun ticarette oturmuş bir kâr marjı olmalıdır. Toptan ile perakende satış arasında yüzde 10, 20, 30 veya 40 gibi bir oran olmalıdır.

Esnaf ve ticaretçi olmadığım için bilmiyorum. Bir tüketiciyim. Her ne kadar bazı esnaflar bana şu fiyata gelişi var dese de kâr marjı ticari bir sır tüm esnaf nezdinde. Zaten sormam da.

Dışarıdan biri olarak benim bu yaptığım hariçten gazel okumak. Belki dışı beni, içi de esnafı yakar.

Yine de toptanı 40 olan bir ürünün perakendesi yüzde yüzün üzerinde bir fiyat olmamalı diye düşünüyorum.

Bu manzarayı görünce esnaf olmak varmış şu dünyada demek geldi içimden.

Toptan ve perakende ya da aynı marka ürünün fiyatının dükkandan dükkana fark edişi öyle zannediyorum, mevcut yüksek enflasyonlu durumla alakası olsa gerek. Öyle ya kurt puslu havayı severmiş.

Yapılır mı bilmiyorum ama aynı marka ürünlerin, şehir şehir ve bölge bölge toptan ve perakende satış fiyatlarının İnternet ortamına aktarılması, hem esnafın fahiş fiyata satmasının önüne geçer hem de tüketiciyi bilgilendirmiş ve bilinçlendirmiş olur. Bu demek değildir ki aynı marka ürün tüm Türkiye'de aynı fiyata satılsın. Aynı ürünün asgari ve azami fiyat aralığı belirlenebilir. Elbette ürünün üretildiği ve imal edildiği yer ile uzak mesafe yer arasında fiyat farkı olabilir. Hatta esnaf bu fiyatın üzerinde veya altında satabilir. Yayımlanan ve sürekli güncellenen liste bir tavsiye niteliğinde olur. Böyle yapılırsa, evinden çıkmadan alacağı ürünün fiyat aralığına bakan tüketici, gittiği yerdeki fiyatı fahiş bulursa almaz.

Tüketicinin bilinçlendiğini gören esnaf ürünü satarken fahiş fiyat çekmez.

Tüm ürünlerin alfabetik sıralı satış listesini hazırlamak zor denebilir. Geçmişte böyle bir şeye kalkışmak elbette zor ve imkansız idi. İnternet çağında böyle bir programı hazırlayıp dijital ortamda yayımlamak hiç zor olmasa gerek.

29 Temmuz 2025 Salı

Dilimizin Durumu

24 Temmuz 2025 günü yazıp paylaştığım “Parkur Kültürü” başlıklı yazıma bir okuyucum şöyle bir yorum yazarak yazıma katkıda bulunmuştur. Önce Okuyucu unun bu yorumuna, altına da verdiğim cevabi yazıya yer vererek bu konu üzerinde kısa bir değerlendirme yapacağım.

“Parkur ve kültür kelimeleri zannedersem öz Türkçe olmadığı için insanımız benimseyemedi. Bir muallim olarak sizler bu kelimelerin karşılığını açıklarsanız aydınlanır ve benimseriz. Selamlar ve saygılar. Hoşça kalın”.

As. Saygılar bizden. Hem parkur hem de kültür Fransızcadan dilimize geçmiş kelimeler. Sanırım Arapçadan kurtulmak için 1930'lu yıllarda ortaya konan Güneş Dil Teorisi ile Fransızcadan adeta kelime ithal etmişiz.

Kültürün kullanımı çok eski olmalı ki dilimize iyice yerleşmiş. Bugün kültürün eş anlamlısı olarak Arapça hars ve Türkçe ekin kelimeleri veriliyor. Hem hars hem de ekin sönük kalıyor ve pek kullanılmıyor. Türkçe ekin kelimesini kullansak kültür anlamında kullanıldığı çok sonra aklımıza gelir. Hatta kültür yerine ekin kullanan kişinin kendisi, ekin dediğim kültür demese, elinin kültür olduğu kolay kolay aklımıza gelmez. Sözlüler kültüre şu anlamı vermiş: "Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde oluşturulan her türlü değerlerle bunları kullanmada, sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümüne” deniyor. Gel gör ki derin anlam içerek kültürün yerine TDK herkesin kullanacağı, dilden düşürmeyeceği bir kelime üretememiş. Belki de üretmedi.

Kısaca yürüyüş yolu diyebileceğimiz parkurun kullanımı ise yakın zamanlara ait olsa gerek. Özel yaya yolu, özel bisiklet vs. yolu anlamında çoğu yer için bu kelime kullanılıyor. Parkuru ifade edecek tek kelimelik bir kelimeyi ne toplum ne de TDK üretebilmiş. Zannedersem dil üretmede diğer alanlardaki üretim gibi olsa gerek ki doğru dürüst üretim yapamadığımız için haliyle kelime de üretemiyoruz. Nice sonra TDK bir kelime önerse de toplumda karşılığı olmuyor.

Hassasiyetinizi anlıyorum. Ben de isterim ki tüm kelimelerimiz kendi öz Türkçemiz olsun. Ne kadar özen göstersek de yabancı kelimelerden kurtulamıyoruz. TDK'nin ürettiği kelimelerin çoğunu da kullanamıyoruz. Üretilen onca kelimeler sadece Büyük Türkçe Sözlükte yer kaplıyor.

Bir an için sizin yorumunuzdaki kelimelere göz attım. Cümleleriniz içinde geçen "kıymet, hoca, kelime, zan, muallim, selam, hoşça" kelimeleri ağırlıklı olarak Arapçadan, hoca, hoş kelimeleri de Farsçadan dilimize geçmiş. Baki selam”.

Okuyucuma kısaca bu şekilde cevap yazdım. Okuyucu, yerden göğe haklı. Fakat biz de haklıyız. İki haklıdan ortaya bir haklı çıkmıyor maalesef. Çünkü zengin bir dile sahip dediğimiz dilimizin, yazı ve konuşma diline bakarsak, çok da zengin olmadığını görürüz. Yazılarında öz Türkçeye yer veren belli başlı yazar, çizer ve akademisyenin ne demek istediğini anlamak için elimizin altında sözlük olması gerek. Çünkü bunların cümlelerinde kullandıkları öz Türkçe kelimeler, dilimize Arapça ve Fransızcadan geçen kelimelerden daha yabancı. Anlayabilene aşk olsun. Çünkü ne yazı dilinde ne de konuşma dilinde karşılığı var.

Yeni kelime üretme konusunda Türk Dil Kurumu (TDK) nasıl bir yol izliyor bilmiyorum. Bildiğim ürettiği çoğu yeni kelimenin toplumda bir karşılığının olmadığı. Acaba TDK üyeleri masa başında mı kelime üretiyor diye aklıma gelmiyor değil. Eğer böyle yapıyorsa, bunun yerine Anadolu’nun yedi bölgesinde halkın konuştuğu yöresel kelimeleri önerse daha faydalı bir iş yapmış olur.

Aslında hem halkın hem TDK’nin cuk diye oturacak yeni kelime üretememesinin temelinde, hiçbir alanda doğru dürüst üreten bir toplum olmayışımız yatmaktadır. Marka değeri olan, patenti bize ait yeni şeyler üretmedikçe, bu ihtiyacı ithal etmek suretiyle giderdikçe onların verdiği isim dilimize geçecektir. Bir nevi dilimize kelime ve sözcük de ithal ediyoruz demektir. Maalesef başkasında olmayan bir şeyi üretemeyen bir millet kendi dilini de geliştiremez, kendi diline yeni bir kelime de kazandıramaz, başka ülkeye de dilinden kelime ve sözcük ihraç edemez. Bence bizim dil konusundaki en büyük açmazımız bu. Ne zamanki yeni şeyler üretiriz, işte o zaman dilimiz de zenginleşir, gündelik hayatta ve yazı dilinde o kelimeleri kullanırız, başkasına da ihraç ederiz. Değilse fakir bir dil olarak kalırız.

Ne demek istediğim, Türkçe sözlüğe bakarak daha iyi anlaşılır. Çünkü bugün gündelik hayatta kullandığımız Türkçe diye bildiğimiz çoğu kelimenin başta Arapça ve Fransızca olmak üzere başka dillere ait olduğu görülecektir.

27 Temmuz 2025 Pazar

Ne Müşteriler Varmış Meğer!

Bakkal ve marketten ekmek almam. Her fırının ekmeğini de.

Ekmeğini beğendiğim fırın varsa evime uzak demem. Gelip geçerken ya da yolumu değiştirerek bazen de sırf ekmeğini almak için giderim.

Evimin yakınında da var bir tane fırın. Buranın da ekmeğini beğenirim. Sadece ekmek değil ayaklarımı bu fırına götüren:

Sahibinin güler yüzü, ilgi ve alakası, çalışanların giyim, kuşam, temizlik ve hijyene önem vermesi. Ekmek dahil, fırında satılan hiçbir ürünün açıkta bulundurulmaması, ekmeği müşterinin seçmemesi ve elini dokunamaması, işleri ne kadar yoğun olursa olsun, istenen ekmeği görevlinin vermesi, ekmeği veren görevlinin de ekmeğe dokunmadan önce eline eldiven giymesi, mamüllerin dizaynı vs.

Ekmeğe çıplak elin değmeme durum ve hassasiyeti, kasalarla gelen ekmeği tereklere yerleştirirken de gözlerden kaçmıyor.

Ekmeğin dışında geleneksel Konya gevreği de satan bu işletme, 1989 yılından bu yana prensiplerinden ödün vermeden muhitinde satışını yapıyor.

İşletmeye ait fırın bir başka yerde. Fırında imal ettiklerini bu küçücük dükkanda satmaya devam ediyor esnaf.

Dükkanda kredi kartı da var. Sahibinin iki prensibi dikkatimi çekti. Gevrek türü satışlar için ödemeyi kredi kartı ile alırken ekmek için ise nakit ödenmesini istiyor. Post makinesi ile ödemeler öyle zannediyorum, kar marjını düşürüyor. Bir diğer prensibi de ekmek için görevliden yardım istenmesi. Bu iki prensibi de A4 kağıdına yazdırmak suretiyle müşterinin göreceği yerlere yapıştırmış.

Ne zamandır tandır ekmeğine yöneldiğim için bu işletmeden ekmek almıyordum. Dün geç vakit ekmek almak için gittiğimde ekmek kalmamıştı. Gelir mi dedim. "Gelmez" dedi.

Sabahleyin tekrar ekmek almaya gittim. "Kredi kartı ile ekmek satışımız yoktur" ve "Ekmek için görevliden yardım isteyiniz" yazısının dışında dış cama yapıştırılmış bir yazı daha dikkatimi çekti: "31.07.2025 tarihinden itibaren ekmek satışımız yoktur" yazısı.

Dükkanın ismine yer vermeyeceğim.

Ekmek alıp giderken dikkatimi çeken bu yazı için tekrar içeriye girdim. O anda çalışan iki kız çocuğu vardı. Kızım, bu yazı neyin nesi? Ekmek niye satmayacaksınız" dedim. "Şikayetlerden dolayı böyle bir karar alındı" dedi. Ne şikayeti dedim. "Kredi kartı ile ekmek satışı yapmayışımız. Bir diğeri de ekmeği bizim vermemiz" dedi. Ciddi olamazsınız dedim. "Maalesef ciddiyiz" dedi. Bu kararınızdan dönersiniz inşallah dedim. "Dönülmeyecek" dedi. Çıkarken, bu arada biz müşteriler olarak ekmeği seçmeyi, dokunup dokunup bırakmayı çok severiz. Bunun mutluluğu başka. Siz bilmezsiniz deyip ayrıldım.

Kızın anlattığına göre şikayetlerin ardı arkası kesilmemiş. Artık Cimer'e mi yapıldı şikayetler, fırıncılar odasına mı, belediye ya da valiliğe mi ya da işletme sahibine mi bilmiyorum. Belki de günde birkaç kez müşteri ile papaz oldu işletme. Belli ki şikayetler işletme sahibine gına getirmiş. Kredi kartı ile ekmek satışı yapmadığı için belki de ceza yemiş bile olabilir.

Kredi kartı ile ekmek satışı kar marjını düşürüyor mu, tümden kârı götürüyor mu bilmiyorum. Belki niye satış yapmıyor diye kızabilirsiniz. Alınan üç beş ekmeği de kredi kartına çektirmemek gerektiğini düşünüyorum. Esnafın böyle yaparak vergi kaçırdığını da düşünmüyorum. Belki de esnafın belini büken ve onu böyle bir çözüme iten kredi kartlarındaki vade olsa gerek.

Müşterinin kredi kartı ile ekmek satışı yapmadığı için şikayetini belki haklı görebilirim ama ekmek için görevliden yardım istenmesini yani kendi ekmeğini kendisinin almasına izin verilmemesi, müşterinin şikayet konusu yapmasını anlamıyorum. Vatandaş elini değdiği ekmeği poşetinin içine koysa eh diyeceğim. Ama çoğumuz terekteki ekmeğin altını üstüne getiriyoruz. Çıplak elimizle dokunup dokunup bırakıyoruz. Çoğu fırın ve markette böyle müşteriyi çok gördüm. Ben mecbur muyum başkasının dokunup bıraktığı ekmeği almaya?

Hasılı, 1989'dan bu yana 36 yıldır muhitinde ekmek satışı yapan esnafın bundan sonra ekmek satmayacak olmasına üzüldüm. Çarşıdan gelirken ekmek ihtiyacımı zaman zaman karşıladığın bu fırından bundan sonra ekmek alamayacağım. Ekmeği bir şekil başka yerden bulurum ama vatandaşın olur olmaz şikayetini de asla müşteri memnuniyeti olarak görmem. Hele ekmeğe dokunarak almak müşteriyi memnun edecekse, varsın bu tür müşteriler "Müşteri memnuniyeti esastır" prensibinin dışında kalsın.

Görünen o ki esnafın bu aşamadan sonra ne haliniz varsa görün, kendi ekmeğinizi kendiniz alın dese, inanın, bu sefer de ekmeğe herkes elini dokunuyor şikayetleri gelecek ve esnaf kimseye yaranamayacak. Haliyle esnafın işi zor. Herkesi memnun etmesi mümkün değil. Sonunda pes deyip çareyi ekmek satmamada bulmuş.

Şu var ki pireye kızıp yorgan yakmamak lazım. Ekmek satışı bir şekilde devam etmeli. Çünkü ekmek satışının sona ermesi, birkaç şikayetçiyi memnun etmekten ve egosunu tatminden başka bir amaca hizmet etmez.

Çifte Kumrular

Evliya Çelebi Parkı yürüyüş yolunda yürüyüşümü yaptıktan sonra 00.00 sularında evimin yolunu tuttum.

Mahallem ıssız ve tenha. Normal saatlerde de pek insan yoğunluğu olmaz. Hele gece insi cin top oynar.

00.30 olmuştu ki evimin köşesine döndüm. Köşenin sol tarafında bir dikilen gördüm. Hayır ola bu saatte bu kişi niye dikilir ki dedim. Kimin nesidir diye alıcı gözle baktım. Meğerse iki kişilermiş dikilen. Aynı boyda biri erkek biri kız. Sarmaş dolaş olmuşlar. Kumrular gibiydi diyeyim ki anlayın. Bildiğiniz çifte kumrular. Sarmaş dolaş olmuşlar. Bir sarılmışlar ki ayırabilene aşk olsun.

Kedinin damdan dama atlarken donduğu eski kışlardan bir kış olsa bunlar soğuktan donmuş kalmış diyeceğim. Ama mevsim yaz. Sıcaklar ise gece bile bana mısın demiyor. Adeta yakıyor.

Onlar hareketsiz sarılmaya devam ededursun. Ben yoluma devam ettim.

Belli ki bu çift birbirine aşık. Kız bu mahallenin çocuğu. Oğlan ise başka mahalleden. Akşam akşam gezip tozmuşlar. Gezme bitince, oğlan evine kadar bırakmak için eşlik etmiş. Yürüyerek mi yoksa arabasıyla mı bilmem.

Artık ne kadar dolaştılarsa, nereleri gezip tozdularsa, şura senin, bura benim dolaşırlarken kaç defa sarıldılar bilmiyorum. Aşklarına bir virgül koyup gecenin son sarılmasını yapıyorlar. Ama bilin ki bu buluşma ve sarılma ne ilk olacak ne de son. Birliktelikleri devam ettiği müddetçe devam edecek.

Görünen o ki ciddiler. Bu iş evliliğe gider. Evlilikleri ne zaman olur, ana babaları bu görüşmelerden haberdar mı, bu görüşmeye rızaları var mıdır, bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla siz de bilmiyorsunuz.

Tüm bunları ve daha fazlasını soramıyorsun tabi.

Evlenmeye kalkarlar da bu devirde düğün masrafının altından kalkabilirler mi? Yakında köşebaşında bir yoğunluk ve ardından konvoyu görürsem, tamam bu iş diyeceğim. Bekleyip göreceğiz.

Bu durumda yaptığım tek şey gördüğümü okumak, senaryo yazmak. Gördünüz gibi. İster beğenin ister beğenmeyin ister başka işin yok mu deyin. Ben senaryoyu yazdım bile.

26 Temmuz 2025 Cumartesi

Sultandağı'nın Ülke Ekonomisine Katkısı

Dikkat! Bu yazı bir tecrübe yazısıdır. Tecrübe deyip de geçmeyin. Çünkü her kişi anlatmaz tecrübesini. Üstelik bedava.

Yaz tatilindesiniz. Yazın bir şey yapmam, para harcamam lazım dediniz. Kaplıca mı, deniz mi derken kaplıcada karar kıldınız.

Acaba hangi kaplıca olsun? Uzak mı, yakın mı dediniz. Şura, bura derken at ile deve mi sanki. Hepsi sıcak su. En iyi kaplıca şehrine en yakın kaplıca dediniz.

Bu durumda sana yol göründü. Ilgın ve İsmil'i saymazsak Afyonkarahisar sana en uygun olanı.
Burada sorun kaplıca apart mı olacak otel mi? Apart olursa yeme, içme sana ait. O da apartın temiz olup olmayacağı bir muamma. O zaman paraya kıyayım, otel olsun. Yeme, içme ile uğraşmayayım. Akşam sabah açık büfe yer dururum diyorsun.

İyi de hangi otel olsun. Öyle ya iyisi var, kötüsü var. Bunu da düşünme. Eline cep telefonunu al. O değilden bir kaplıca reklamına tıkla. Arkası sökün eder zaten. Ülkenin neresinde bir kaplıca varsa hepsinin reklamı önüne düşer. Kesene uygun olanı seçersin. Ödemeyi de online olarak yaparsın. Ödeme kredi kartıyla olunca, üzerine bir de taksit olursa daha ne istersin. Yiyip için, gezin dolaşın, ay ay taksit ödeyin.

Bu hesabı kitabı yaptın ya geriye valizini alıp yola çıkmak düşer.

Bu arada arabanda yakıt zaten vardır. Yoksa da doldurursun. Gidiş geliş ne kadar yakıt yakacağını da hesap edersin.

Oteli de ödediğine göre çıkıyorsun yola. Yollar da o biçim. Otoban gibi. Üstelik bölünmüş yol. Devlet güzel ve kullanışlı yol için paradan kaçmamış. Hizmet dediğin böyle olur.

Bu durumda sana düşen bu yolun hakkını vermektir. Yolun hakkı ise yolun azami hız limitini kullanmaktır. 110 hız limiti zaman zaman hiç ummadığın anda 90'a hatta 70'e düşüyor. Karayolları trafik levhaları ne diyorsa onu yapacaksın. 110'luk yol önce 90'a, ardından 70'e inse ne istersin. Hafif yavaşlasan olur biter. Bu inişli çıkışlı hız limiti yol boyunca defalarca karşına çıkacak. Çünkü yol boyunca irili ufaklı meskûn mahaller eksik değil. Bazı yerlerde de EDES var. EDES'e dikkat edeceksin. Çünkü bu makine aygıtının hiç şakası yok. Özellikle Afyonkarahisar'a bağlı küçük ilçe Sultandağı'ndan gelip geçerken daha dikkatli olmalısın. Çünkü bu mevkie gelmeden, hız limitini önce 110'a çıkarıyor. Sonra bir bakmışsın, hız limiti 70 diyor ve EDES başlıyor. EDES'in ölçtüğü mesafe ise kısa. Sen 110'dan 70'e ininceye kadar zaten EDES bitiyor. Şükür alnımın akıyla geçtim diye sevinme. Çünkü ceza yedin. Geçmiş olsun. Bereket durduran eden yok. Cezan arkadan e devlet aracılığıyla geliyor.

Sultandağı'ndan kazara giderken yemezsen gelirken yersin cezayı. Çünkü hiç kaçarın yok. Elin mahkum. Ya bir ya da iki ceza.

Ben de nasıl olmuşsa giderken yemedim. Gelirken yedim. Konya merkeze girip evime yaklaştığımda, hanım, herhalde ceza yemeden geldik dedim. Dediğimle kaldım. Çünkü bir gün gecikmeli ceza e devlet aracılığıyla e postama düştü. Haliyle şükrüm de sevincim de kursağımda kaldı. Mayıstaki cezanın üzerine bu ceza katmerli oldu.

Kime, kaplıca dönüşü ceza yemişim dediğimde, o yolu bilen herkes Sultandağı'nda mı yedin diyor. Belli ki Sultandağı ceza yazmada mimli ve herkes biliyor. Öyle zannediyorum her gelip geçenin Sultandağı'nda bir ceza hikayesi, daha doğrusu acısı var. Ben kaçla geçtim bilmiyorum ama gelen ceza maddesine baktığım zaman hız limitini asgari aşmaktan ceza yemişim. Belki de 78' le yedim.

Sultandağı'na girerken çıkarken nasıl bir hız limiti belirlenmiş olmalı ki gelip geçen ceza yiyor. Bir kumpas var burada demeyeceğim. Çünkü devlet vatandaşına kumpas kurmaz. Yalnız bir anormallik var. Gerçi anormallik, biz sürücülere göre. Öyle görünüyor ki devlet nezdinde Sultandağı bir maden ve altın yumurtlayan bir tavuk. Adeta, yok öyle yağma. Üç kuruşa beş köfte olmaz. Sen ey sürücü! Yaptığım o güzel yollardan geç. Ben onca masraf edeyim. Sen kaplıcana git, otelde kal, keyif çat. Sadece otel ve yakıt masrafını hesaba kat. Sonra da geldiğin gibi çek git. Olur mu böyle? Hani benim hakkım diyor bu mevki.

Sultandağı da diyor ki küçük bir ilçeyim diye içimden transit geçmek olur mu? Bu cezayı ye ki hem bir katkın olsun hem de ben Sultandağı’nı hiç unutma.

Görünen o ki vatandaşlık görevi sadece askerlik yapmaktan, oy kullanmaktan, MTV ve sigorta yatırmaktan, KDV, ÖTV vesaire vergi vermekten ibaret değil. Trafik cezası yemek de bir vatandaşlık görevi. Değilse bu çorba nasıl kaynayacak, öyle değil mi?

Bu trafik cezası yeme hakkı veya görevi diğer vatandaşlık görevlerine benzemez. Çünkü onlar zamanı belli zorunlu vergiler. Trafik cezası ise hesaba katılmadan ekstre gelen gelirler. Devletin belirlediği 2025 yılı trafik ceza geliri, yılın ilk üç dört ayında aşıldığına göre belli ki devlet trafik cezalarını bir gelir kapısı olarak görüyor.

Sene sonunda 2025 yılı trafik cezası miktarı netleştiği zaman bu yıl kesilen trafik cezalarını abartmadığım anlaşılacak.

Oldu olacak devlet bu yıla trafik cezası yılı adı versin, olsun bitsin. Yakışır da. Çünkü arabası olup da bu yıl ceza yemeyen yok gibi.

Hasılı, gördünüz tecrübeyi. Benim evde tatile çıkmadan önceki hesabım tutmadı. Siz siz olun, tatile çıkarken sadece otel ve yakıt hesabı yapmayın. Gittiğiniz yol boyunca yiyeceğiniz trafik cezalarını da hesaba katın. Hesaba katın ki ceza yedikten sonra dut yemiş bülbüle dönmeyin. Önceden hesap edin ki ceza yiyince, zaten ben hesaba katmıştım deyin. Hatta ceza yemeyeceğim diye çok da uslu çocuk olmayın. Ceza yiyin ki cezadan gelen paralarla hazinemiz de biraz nefes alsın. Unutmayın bu da yani trafik cezası yemek de bir vatandaşlık görevi. Buna göz hakkı da denebilir.

Yok ben böyle bir görev istemiyorum diyorsanız, arabanızı satıp savacaksınız. Gideceğiniz yere, mümkünse yürüyerek, mümkün değilse otobüs vs. araçlarla gidin. İnanın yürümenin bir maliyeti yok. Devletin en sevmediği vatandaş türü, arabası olmayan, olup da arabasına binmeye vatandaş türüdür. Öyle ya devlete ne katkısı var bunların. Vatandaş dediğin ceza da yemeyecekse niye var değil mi?

Bu arada yazımı sonlandırırken Sultandağı’na bir parantez açmak isterim. Çünkü Sultandağı'nın ülke ekonomisine katkısı büyüktür. Şayet ileride yollar bölge bölge, mevki mevki özelleştirilirse, diğer yollara değil de sadece Sultandağı yolunun ihalesine girmek isterim. İhale kaçta kalırsa kalsın, en yüksek rakamı veririm. Çünkü akşam sabah para basarım bu yolda. Yalnız diğer bölge yollarını bilmem ama devlet her yeri özelleştirse, öyle zannediyorum, Sultandağı'nı kendisi çalıştırır. Buna da bir şey demem. Çünkü akıl, mantık bunu gerektirir. Öyle ya böyle değerli madeni kim bırakır elinden. Belli de ülke ekonomisi Sultandağı sayesinde ayakta duruyor. 

24 Temmuz 2025 Perşembe

Afyon Sucukları

Yazın ne yapalım, denize mi gidelim kaplıcaya mı dedim hanıma. Der demez elimden düşmeyen telefonuma, sahil ve kaplıca otellerinin reklamları önüme düşmeye başladı.

Teknolojinin biri bizi gözetliyor türünden hızı ve saniye geçmeden beni dinlemesi hayretime gitmedi değil. Öyle ya ta nereden beni dinliyor ve takip ediyor. Öbür odadaki çoluk çocuğumla bu hızla iletişim kuramadığıma hayıflanmadım değil.

Önüme düşen reklama tıklar tıklamaz Messenger'den, "Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz Ramazan Bey, size nasıl yardımcı olabiliriz" türünden mesaj düştü hemen.

Sonrası sökün etti. Arka arkaya önüme sahil ve termal reklamları gelmeye başladı. Onu beğenmedi isen bu var, aha şu da var der gibi.

Gerek sahil gerek termal yetkililerinin Messenger'den hızına hayran kaldım.

Kaplıcaya gitmeye karar verdikten sonra tümden kaplıca reklamları gelmeye başladı. O kadar reklam önüme düştü ki daha kaplıcaya gitmeden içim dışım kaplıca oldu.

Kaplıcaya gittikten sonra içim dışım, önüm arkam termal oldu. Gidip geldim. Hala reklamlar gelmeye devam ediyor. Belli ki bir daha bir daha gel, bize de gel mesajları bunlar ya da gidip geldiğimden, termalde sıcak su marifetiyle çektiğim çileden haberdar değiller.

Kaplıcada iken Afyon lokumlarına bakayım diye yine kaplıcasıyla maruf komşu beldeye uğradım. Dükkanların önünde lokumdan fazla sucuğun teşhir edildiğini gördüm. Adeta dükkanların önü boy boy sucukla doluydu. Çoğu da önündeki tezgahta pişirdiği sucukları ikram ediyor gelip geçene.

Meraktan da olsa hiç fiyatlarını sormadığım sucukların bu şekil çok olmasını görünce, Afyon, sucuğuyla ünlü Kayseri'yi geçmiş dedim. Görünen o ki Afyon Kayseri'nin pabucunu dama atmış.

Afyon lokumu almak için bir iki dükkan gezerken dükkan önündeki sucuklar gözüme çarpmış olmalı ki tatili bitirip eve geldikten sonra sosyal medyada önüme Afyon sucukları reklamları gelmeye başladı. Bu tür reklamın gelmesi için o ürüne o değilden bakman yeterli. Şimdi kaplıca reklamları geride kaldı. Önüme mütemadiyen farklı marka sucuklar gelmeye başladı.

Sucuk pahalı falan demeyin. İnanın sudan ucuz. İşte fiyatlardan birkaçı. "5 kg dana sucuk sadece 990 lira". Bitmedi. "3 kilo ve üzeri alımlarda kargo ücretsiz". Bitmedi. "5 kg alımlarda tava, bıçak, çatal, kaşık hediye".

Yorumlara bakılırsa, hiç olumsuz yoruma rastlamadım. Alanın hepsi memnun.

Tek tük analiz raporu isteyen olursa DM'den dönüş yapıyorlar. İyi ki var bu DM.

İki yüz liraya sucuk olur mu diyenlere, firma özene bezene cevap veriyor. "Biz hem üretici hem yetiştiriciyiz. Aradaki komisyonları çıkardık. Ürünlerimizin yüzde 65'i dana eti, % 30'u dana iç yağı, % 5 baharat kullanıyoruz" açıklamasına yer veriyor.

Aha bir örnek daha: "5 kg sucuk alana, Afyon lokumu veya bir kangal sucuk bedava. Ücretsiz kargo, yüzde yüz dana eti".

"Beğenmiyorsanız geri iadeli" yazmayı da ihmal etmiyorlar.

Beş kg sucuğa 890 lira fiyat veren firma bile var.

Hepsi de sipariş hattı oluşturmak için iletişim numarası bile veriyor.

Sucuk siparişi için acele etmeyin. Şimdi önüme düştü. "5 kilo sucuk alana çelik, paslanmaz bıçak hediye. Üstelik 850 lira" reklamı düştü.

Gördüğünüz gibi Afyon sucukların hepsi böyle mi bilmem ama sosyal medyada reklamı verilenler sudan da ucuz ekmekten de. Ülkede hayat pahalılığı var diye felaket tellallarının bu fiyatlardan haberi yok galiba. Ucuzluğu görmek istemiyorlar belli ki.

Etin kilosunun market ve kasaplarda 800 lira olduğu günümüzde, 200 hatta 200 TL'nin altında sucuk inandırıcı değil. Firma ister yetiştirici ve üretici olsun. Yorumlara bakılırsa, eğer bu olumlu yazanlar kendileri değilse, alan memnun, satan memnun. Gördüğünüz gibi tasası da bana düştü.

Var bir anormallik ama bu anormalliği anlayabilmiş değilim. Kapasitem ve çapım el vermiyor.

Devletin, ürünlerinde tağşiş yapan firmaları günlük duyurduğu bir ortamda bu ucuz sucuklarla ilgili duyurusu var mı bilmiyorum. Ama devletin Afyon adına satışı yapılan bu ucuz sucukları mercek altına almasında fayda var hem de ivedilikle. En azından bu sucuklardan yiyen ya da yemek isteyen vatandaş ne yediğini bilsin.

Bu arada toptancı olmayayım. Tüm Afyon sucukları böyledir demiyorum. İçlerinde kaliteyi tutturmuş, marka olmuş ve makul fiyatla ürünümü satan firmalar vardır. Eğer 200 ve altı fiyata sucuğun kilosunu veren ürünlerde bir hile yoksa bu insanları da tebrik etmek lazım. 

Parkur Kültürümüz

Pandemide başladığım hızlı, tempolu ve uzun mesafeli yürüyüşlerim sayesinde fazla kilo ve göbekten kurtulmuştum. Bu şekil tempolu yürüyüşlerim için tercihim genelde şehir dışı ve rampa yerler olmuştu.

Günlük yine yürüyorum ama bu sefer şehir içinde ve tempo düşürerek yürüyorum. Terlemeden yürüyüşlerimi de 8-12 bin adımla sınırlandırdım. İki yıldır böyleyim.

Gel gör ki dört günlük yarım pansiyon kaplıca seyahatim hem kilomu artırdı hem de göbeğimi çıkardı.

Göbekteki anormalliği gördüm. Tartıya bir çıkayım dedim. Ne zamandır 74-75 bandında olan ben terazide kendimi 78,80 gördüm. Yanlışlık olmalı deyip inip inip çıktım. Yanlışlık yoktu. Basbayağı kilo almıştım.

Ne yapayım ne edeyim, bu kilo ve göbekten nasıl kurtulayım demedim. Çünkü ne yapacağımı biliyordum.

Hemen o günün akşamında eşofmanımı giyip çıktım evden. En yakın Evliya Çelebi Parkı parkuruna yöneldim. Yürümüyorum. Adeta koşuyorum. Tıpkı eski günlerdeki gibi.

2000 adımlık mesafeyi kısa zamanda aldım. Park, akşamın serinliğinde kalabalıktı. Hiç oyalanmadan parkura attım kendimi. Hem öyle böyle yürümüyorum. Tempo namına Allah ne verdiyse tepiyorum. 800 metrelik parkuru bir turladıktan sonra ikinci tura başlarken turu kaç dakikada tamamlayacağımı öğrenmek için kronometreyi çalıştırdım. 6 dakika 50 saniye sürdü. 2,5 yıldır hamlığa rağmen iyi sayılırdı bu tempo. Gördüm ki eski tempodan bir şey kaybetmemişim. Bu da benim adıma sevindiriciydi. Az daha gayret edersem ayaklar açıldıkça eski tempomu yakalamam an meselesiydi.

Üçüncü turu yürürken ikinci süremi egale etmek gerekir deyip iştaha geldim. Ama bir önceki altı dakika elli saniyeyi yakalamak ve bu süreyi egale etmek ne mümkündü. Çünkü genişliği dar parkurda yok yoktu. Yürüyüşünü ters yapanı mı ararsın, köpeğini gezdireni mi, ağır ağır yürüyeni mi, mesire yeri gibi volta atanı mı, yolun ortasında dikilip sohbet yapanı mı, senin hızlı hızlı geçtiğini gördüğü halde önünden yavaş yavaş dikey geçeni mi, bisiklet ve BinBin süreni mi, çocuğunu o kadar boşlukta çocuk arabasına yerleştirmeyip yürüyüş yolunun ortasında bindireni mi, dört kişinin yürüyebileceği yolu iki kişinin, yanından ve arasından kimseyi geçirmeyecek şekilde parkura yayıldığını mı ararsın. İnan yok yoktu. Tam önünde yürüyenleri sollayıp gitmek istiyorsun. Karşıdan ters gelenler ve anlattığım örnekler ister istemez tempomu düşürdüğü için 3.4. ve 5. turlarımda ilk süreyi yakalayamadım. Ya bekledim ya parkurda çıkıp çimlerin üzerine basarak kah solladım kah sağladım. Şu var ki eski zamanlardaki gibi bir iyi terledim. Yalnız gördüm ki bizim insanımızda parkur kültürü yok. Her yürüyüş yapan kendi kural, kuralsızlık, kültür ve kültürsüzlüğünü parkurda sergiliyor. Hoş, hangi alanda oturmuş kültürümüz var ki parkur kültürümüz olsun. Benimki de laf yani. Hakkını yemeyeyim. Bir hızla geldiğini gören ve hisseden yürüyüş severler de vardı. Hemen çekidüzen verip ya da yanındakini kendine doğru çekerek yol açanlar vardı. Ama sayıları azdı.

Güzel ve yürümeye elverişli parkurdaki onca olumsuzluğa rağmen parkurun bir iyi yönü vardı. Hızlı ve tempolu yürümeye trafik cezası yoktu. Çünkü hız limiti konmamış. Araç trafiğinde ben böyle araç sürseydim, azami hızdan dünyanın cezasını öderdim. Çünkü her yerde radar, her yerde TEDES ölçümü var.

Beş turun ardından sırılsıklam olup aynı tempo eve gelirken tempomdan hiçbir kaybetmediğimi hissedince kendime öz güvenim geldi. Benim Hakan Çalhanoğlu ve İlkay Gündoğdu'dan nerem eksik dedim. Onların jübile öncesi çocukluk aşkı olan Galatasaray'da top koşturma özlemi depreşti ise ben ne güne duruyorum. Bende de var GS aşkı. Üstelik ben Hakan ve İlkay gibi transfer ücreti falan istemem. Fahri olarak GS'de top koşturmak isterim. Her ne kadar yaşım onlardan biraz fazla olsa da gençlere taş çıkartacak şekilde tempoma güveniyorum. Yeter ki sarı kırmızı formayı giyeyim. Yeter ki bana top şu desinler. Top nere, ben ora koşar dururum. Barış Alper bile hızıma yetişemez. Bakmayın yaşımın 62 olduğuna dedim durdum kendi kendime yol boyunca. Bu arada formayı İlkay'dan da Hakan'dan da kapacağıma inancım tam. Bildiğim kadarıyla yaş sınırı da yok. Bu durumda çocukluk aşkım GS'de oynamamam için hiçbir sebep yok. Belki futbolcu lisansım eksik olabilir. Onu da köklü kulübüm halleder diye düşünüyorum.

Gülmeyin bana. Bu kadar da değil demeyin. Yarın yaşını, başını almış kişileri ilk on birde gördüğünüz zaman bizim Ramazan bunlardan iyiydi dersiniz de iş işten geçmiş olur. Çünkü alındıktan sonra çıkmam sahaya.

Derdim parkur kültürüne değinmekti. Gördüğünüz gibi nerelere girip çıktım. Kimlere göz kırptım. Ne diyeyim, huyum kurusun. Bir de parkurlara parkur kültürü gelsin. Hele herkes bir yöne yürürken o tersinden gelenleri ve bunda inat edenleri Allah bildiği gibi yapsın.

Bu arada parkurlarda parkur kültürü yok diye köşeme çekilmeyeceğim. Göbekteki bu arızi durumu gidermek için ben yine yürümeye devam edeceğim. Ama parkurlarda ama başka sokak ve caddelerde.

23 Temmuz 2025 Çarşamba

Market Önündeki Dondurmacılar Niçin Yok?

Büyük marketlerin önünde Kahramanmaraş'ın farklı dondurmalarını satan sezonluk dondurmacılar vardı.

Gecenin geç vaktine kadar kiloyla ya da külahla dondurma satardı bunlar.

Evinde, gecenin sıcağında bunalmış, serinlemek isteyen insanımız evine yakın marketlerin önüne giderek dondurma alırdı.

Marketler önünde satılan bu dondurmalar gördüğüm kadarıyla ağzı kapalı dolaplarda satılıyor. Satış yapanlar da işinin ehli. Temizlik ve hijyene de azami gayret gösteriyordu.

Buralarda satılan dondurmalar merdiven altı üretim de değil. Kahramanmaraş’ın marka ürünleri. Pastanelere göre kilo satış fiyatları da makul seviyedeydi.

Buralarda çalışanlar da büyük ihtimalle sezonluk iş yapan insanımızdan başkası değildi. Sezonu değerlendirip evine üç beş kuruş katkı olsun diyen insanlardı. Belki de ek iş yapıyorlardı.

Marketler 23.00'de kapanmasına rağmen bu dondurmacılar geç vakte kadar insanımızın dondurma ihtiyacını gideriyordu.

Hangi marketin önünde tezgah açıyorlarsa büyük ihtimalle market sahiplerine bir miktar işgaliye veriyor olsalar gerek.

İnsanımızın işini gören bu market önündeki dondurmacıları bu sezon göremedim. Belki bizim marketin önündeki dondurmacı bu sezon açmamıştır diye daha önce başka yerde satış yapan yere baktım. Orada da yoktu aradığım dondurmacılar.

Nereden dondurma alayım derken bir ekmek fırınının önündeki kapalı yerde dondurma satışı yapan dondurmacı aklıma geldi. Oraya doğru giderken bir marketin önünde bekleşen market çalışanlarını gördüm. Belli ki marketi kapatmışlar. Kendilerini gelip götürecek bir akrabalarını bekliyor bu kız çalışanları.

Selam verip, hanım kızlar burada sizin marketin önünde geçen yıl dondurma satan biri vardı. Göremiyorum. Neden dedim. "Yasaklandı amca. Sattırmıyorlar artık. Burada satış yapana geçen sene kaç defa ceza yazdılar" dedi bir tanesi. Kim yasakladı? Valilik mi, belediye mi dedim. "Belediye" dedi. Sebep dedim. "Bilmiyoruz. Bundan sonra marketlerin içinde satış yapılacak. Bizim marketin içinde yer olmadığı için bizde satış yok" dedi.

Belediye dışarıda market önünde dondurma satışını niçin yasakladı?

Kaldırım ve yer işgali gerekçe gösterilmiş olabilir mi?

Dışarıda yapılan dondurma satışı temiz, hijyen ve sağlıklı görülmediğinden olabilir mi?

Belediye kaldırım işgaliye parası istedi de vermediler mi?

Bu dondurma satışından dolayı devlete vergi ödemedikleri için mi?

Marketler bu durumdan rahatsız olduğu için mi?

Gelip geleni rahatsız edecek şekilde kaldırım işgali ise çoğu marketlerin önü geniş. Hiçbiri gelip geçeni rahatsız etmiyor.

Temizlik ve hijyen yönünden sokakta satılan dondurmalar gibi değildi bu dondurmacılar. Temizliğe azami gayret sarf ettiklerini düşünüyorum.

Devletten vergi kaçıran kimseler de değil. Hepsinde nakit satışın yanında post makinesi de vardı.

Önünde satış yaptıkları marketlerin bu dondurmacılardan rahatsız olduklarını düşünmüyorum.

Eğer kaldırım ve yer işgali ise belediye, dükkan dışında kaldırıma sarkmış hiçbir ürünün teşhir edilmesine izin vermemeli. Bunu sadece dondurmacılara değil, her esnafa uygulamalı.

Dışarıdaki dondurma satışları mikrop riskini barındırıyorsa, belediye dışarıda hiçbir ürünün satışına izin vermemeli. Mesela cadde, sokak, park, bahçe ve cami önlerinde aşure ikram edenlere de izin vermemeli. Öyle ya madem halkın sağlığı düşünülüyor. Pekala aşure ikramları da temiz ve hijyen olmayabilir.

Her ne sebeple yasaklandı ise sebep ve gerekçesini bilmiyorum. Yasağı da çok mantıklı görmüyorum. Belediyenin bu yasağı gözden geçirmesinde yarar görüyorum.

22 Temmuz 2025 Salı

Nasıl Poz Vereceğinizi Görün!

Kaplıcasıyla ünlü bir belde belediye başkanı hiç otobüsün geçtiğini görmediğim yol kenarına bir otobüs durağı yaptırmış. Durağın iki tarafına da bu şekil poz vererek "Termal bölgemize hoşgeldiniz" yazısı yazdırmış. En alt tarafa da ismini, altına da ... Belediye Başkanı yazdırmış.

Eller cepte verdiği bu poz dikkatimi çekti.

Bu görüntüsüyle başkan daha dün ben de sizin gibiydim. Başkan olun siz de böyle yapın, böyle poz verin der gibi. 

Bir poz nasıl verilir, görmedi iseniz görün diye sizler için bu fotoğrafı seçtim. Olur ya bir gün belediye başkanı olursunuz, nasıl poz vereceğinizi bilemezseniz, acemilik çekmeyesiniz diye sizler için fotoğrafladım. Unutmayın, ellerin cepte olmasına dikkat edin.

Bir de belde belediye başkanı olduğunuz zaman böyle eller cepte poz vereceksiniz. Bir ilçeye, ile veya büyük şehire belediye başkanı seçilirseniz, inan nasıl poz verilir, bunu şimdiden kestiremiyorum. Sadece sizler için yorum yapabilirim. Bir belde başkanı böyle eller cepte poz veriyorsa, diğer başkanlıklarda yine eller cepte bir iyi gamıdır mısınız, ayakkabıların arkasına mı basarsınız, ceketi omzunuza mı atarsınız, onu siz daha iyi bilirsiniz. Ama nasıl poz verileceğini bence en iyi bu başkan bilir. Bunu bilmek için de bu genç başkanı bir büyük şehire başkan yapmak lazım. 

Bu arada pozu veren vermiş, fotoğrafı çeken çekmiş, otobüs durağına yapıştıran yapıştırmış. Bu muhteşem üçlüyü (çekinen, çeken ve yapıştıran) tebrik etmek lazım.

Belediye başkanı olursak böyle poz güzel ama daha farklı poz vermek isterim derseniz, bir zaman Isparta'ya giderken Eğirdir Gölünün önünde küçüklük özlemim bir poza sembolik olarak yer vermiştim. Size böyle bir poz öneririm. Bu iyiliğimi de unutmayın. Hava kapalı, kameram da iyi olmadığı için fotom net çıkmamış ama yine de size fikir verir düşüncesindeyim.

Bir de belediye başkanı olursanız, pozdan sonra fotoğrafınızı yapıştırdıttığınızda "Hoşgeldiniz" derken bunun " Hoş geldiniz" şeklinde ayrı yazılmasına dikkat edin. Lütfen Türkçemizi katletmeyin.

20 Temmuz 2025 Pazar

Termal ve Oruç

Geldim, gezdim, gördüm hem de hakkalyakin.

Konforumdan ödün vermedim buraya gelmek ve burada kalmak için. Siz buna itibardan tasarruf etmemişsin deyin. Öyle ya varsa harcayacaksın.

Yediğin, içtiğin senin olsun, varsın itibar da senin olsun, kaplıca nasıl derseniz, bilin ki anlatmakla olmaz. Ancak yaşanır. Gelip görmelisiniz gününüzü. Yine de anlatayım:

Valizleri hazırlayıp birkaç günlüğüne taşınıyorsunuz kaplıcaya.

Odaya girer girmez 1.5*2 metre ebadındaki havuzu sıcak suyla dolduruyorsunuz. Suya girilebilecek gibi ise hemen girebilirsiniz. Yakıyorsa az soğumasını bekliyorsunuz.

Suyun içinde iken kaç dakika oldu suya gireli diye durmadan kolundaki saate bakıyorsun. Çünkü faydası için bir 20 dakika içinde durman gerekiyormuş.

Bu zaman zarfında telefon yok, İnternet yok. Yeme, içme zaten yok. Havuzun bir kenarında büzüşüp duruyorsun. Çok zaman oldu diye o değilden saate bakıyorsun. Akrebi de yelkovanı da demir atmış limana. Tık yok. Saniye ise bal yapmaz arı misali fırıl fırıl dönüyor.

Anlayamadım, biraz daha açar mısın demeyin, dalga geçmeyin benimle. Bildiğiniz ramazan ayından bir gün. Hem de en uzun günlerinden bir gün. 20 dakika deyip de geçmeyin. Bu kadar süre sıcak suda hareketsiz durmak oruçtan beter. Bilin ki oruç daha masum.

Suda süreyi tamamlamak için hayal kurmaya kalkıyorsun. Hiçbir şey aklına gelmiyor. Yazı yazmaya kalkıyorsun zihnen. Su onu da yazdırmıyor. Ayrıca zihne yazı yazmak suya yazı yazmak gibidir.

Ömründen ömür alan bu yirmi dakika bitince, arkana bakmadan sudan çıkıyorsun. Adeta kaçıyorsun. Ramazanda akşam ezanı okunur gibi seviniyorsun. Günde üç defa giriyorsan bu havuza, tıpkı ramazanın bitmesine şu kadar kaldı dediğin gibi kaldı iki havuz seansı daha diyorsun.

Havuzdan çıkmakla iş bitmiyor. Ardından duş alıyorsun.

Havluya sarıp sarmalanıp evdeki gibi kurulanıyorsun. Ama kurulanmak ne mümkün. Vücudundan ter fışkırıyor. Buram buram terliyorsun.

Güç bela giyiniyorsun. Balkona çıkayım diyorsun. Çıkmak ne mümkün. Rüzgar esiyor. Ne olursa olsun, bunaldım çıkacağım dersen, sen bilirsin. Yalnız bil ki ıslak ıslak esen rüzgar seni yatağa düşürür. Bu da şifa bulacağım derken şifa kapmak gibi bir şey olur.

Faydası ne diyorsanız, say say bitmez. Neyin vardı da gittin, faydasını gördün mü derseniz, bir şeyim yoktu ki göreyim. Dertlenmeye geldim vesselam.

O zaman ne diye gittin derseniz, Dedim ya dert yokken dertlenmek isteyenlerin adresi buralar. Yeter ki sen dert iste, yeter ki paran olsun. O gelir seni bulur.

Havuzu varmış, hamamı varmış, bilmem tuz odası, buhar odası varmış bana ne? Maksat dertlenmek değil mi? Odadaki termal neyime yetmez.

Maksat sıcak suya girmek değil mi? O kadar yolu tepmektense hiç yola çıkmadan evin banyosunda da bunu yapabilirsin diyebilirsiniz. Doğru dersiniz de yağı, tuzu aynı fiyata gelir. Çünkü yakan doğal gaz ve akan su ocağına incir diker. Zira belediye şebeke suyunun ve doğal gazın hiç şakası yok. Hele bir de bu ikisine olan devletin desteği de bir gün kalkarsa yatacak yerimiz olmaz bilesiniz.

Hasılı kaplıca kaplıca dedikleri, termal termal dedikleri, sıcak su, şifalı su, SPA dedikleri, bildiğin geçmek bilmeyen uzun günlerin orucundan başka bir şey değil. Ramazan çıkınca bayram yapıyorsun. Kaplıcaya daha varmadan masrafı bayılıyorsun. Bayram için bayram hazırlığı yapıyorsun. Bu da masraf demek. Kaplıca da masraf demek hem de kaç bayram hazırlığının masrafını kaplıcaya bayılıp gidiyorsun.

Gördüğünüz gibi kaplıcanın benim için ne anlama geldiğini sizi tenzih ederim ama “geri zekalıya anlatır gibi anlattım”. Buna rağmen yine anlamadık yine anlamadık derseniz, bir kaplıcaya gidin, gününüzü görün. Daha ne diyeyim mübarekler. Yok, biz bu trşbiji beğenmedik derseniz, biliniz ki bildiğiniz çilehane. 

Para yok, kaplıcaya nasıl gideriz diyorsanız, oruç tutun oruç. Aynı kapıya çıkar. Üstelik bayramı hariç masrafsız.

19 Temmuz 2025 Cumartesi

Beş Litrelik Su ile Banyo

Gazlıgöl'ün karşısında yer alan İhsaniye ilçesi Yaylabağı Kasabasında bir kaplıcadayım.

Misafirliğimin ikinci günü cuma namazı için yakındaki bir camiye doğru yola çıktım. Ardımdan gelen bir araba durdu. Arabada iki kişilerdi. Cumaya mı gidiyorsun dediler. Evet dedim. Buyur, birlikte gidelim. Biz de şu yandaki kaplıca çalışanlarıyız dediler. İşleriniz nasıl dedim. Sezonu yeni açmamıza rağmen termali doldurduk şükür dediler.

İki, üç dakika kala camiye girdim.

Kısa boylu, anormal kilolu ve büyük göbekli biri kürsüde vaaz veriyordu.

İsraftan bahsediyordu vaazında. İsrafa dair sağdan, soldan örnekler verdi. Vaazın sonlarına doğru haftaya birkaç günlüğüne il dışında olacağını, kendisini göremedikleri zaman Cimer'e şikayet etmemeleri gerektiğini, bunun çok terbiyesizce olduğunu, böyle yapmak yerine müftülüğe sormalarının daha uygun olacağını söyledi.

Gördüğüm kadarıyla Yaylabağı beldesinde meskûn mahal yok. Yer, gök termal, otel ve apart. Burada olsa olsa kaplıcalarda çalışan yerli halk olur. Onlar da cumadan cumaya gelir, diğer vakitlere iş vakti pek geldiklerini sanmıyorum. Tıklım tıklım dolu olan caminin cemaatinin civar illerden kaplıca için geldiklerini sanıyorum. Dışarıdan gelenlerin de bu cami imamı nerede deyip Cimer'e yazacağına hiç ihtimal vermiyorum. Bence bu konuşma da İsrafa bir örnek idi.

Neyse döneyim tekrar israf konusuna. Ezan bittikten iki, üç dakika daha vaaza devam etti imam. Kürsünün arkasında kendisini yanlış görmüş olabilirim. Minbere giderken göbeğine bir bakayım dedim. Göbek aşağıya doğru sarkmış bile. Belli ki normal göbek değil görevlideki göbek.

Yanlış anlaşılmasın, kimsenin göbeğinde ve fiziki yönünde değilim. Ama israftan bahseden birinin göbeği bu şekil anormal olmamalı. Çünkü bu göbek fazla yemenin, dengesiz beslenmenin bir göstergesi. Özel bir durumu yoksa belli ki bu göbek israfın bir sonucu.

Sonra görevli yok diye Cimer'e yazmanın neresi terbiyesizce. Vatandaş seni yerinde bulamazsa niye müftülüğü arasın. Cami girişine izinli olduğunu yazarsın, olur biter.

Hutbeye çıktı. Hutbe de israf üzerine idi. Ağırlıklı olarak su israfı üzerinde durdu. Hutbe metnini baştan sona okumadı. Kah okudu kah araya kendisi ilaveler yaptı. Belli ki konuşmayı iyi beceriyor. Derken banyodaki yapılan israflara değindi. "Peygamber ne kadar suyla yıkanıyordu biliyor musunuz? Beş litrelik sudan daha az" dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Mübarek, peygamberin hiç mi özel hayatı yoktu. Kaç litre su ile gusül aldığını söylemek olacak şey değil. Şeffaflığın bu kadarı fazla. Bu kadar sudan az deyinceye kadar peygamber su kaynaklarını kullanmada özen gösterir, ne fazla ne eksik, yeterince kullanırdı dese, cemaatten biri bugünkü pet şişeye göre kaç litre su kullanırdı diye mi soracak? İşkembeden atmanın da bir sınırı olmalı bence.

Hasılı, banyoda beş litre sudan az bir suyla banyo yapmadı iseniz suyu israf ediyorsunuz millet. Benden söylemesi. Kaynağını yukarıda söyledim. Bu arada bu kilo ve göbek ile bu görevli beş litrelik bir su ile yıkansın, elini öpeceğim onun.

Sureti Haktan Görünen Bir Profil

Tanıdığım biri var. İslamcı olarak görüyor kendini. Bu davanın yılmaz savunucusu. Ayet okur, hadis okur. Birine cevap verirken ayet mealiyle cevap verir.

Siyasi görüşü de çok keskin. Tartışmaya girmekten kaçınmaz. Suçlayıcı bir dil ile yazar ve konuşur. Savunduğu partiyi eleştireni düşman beller. Yazı ve çizini okumadan, daha başlığına bakarak yazına cevap verir.

Ön yargıda üstüne yok. Birinin bir konudaki görüşünü paylaşsan, paylaşım içeriğinden ziyade o kişinin geçmişte neler yaptığını yazar çizer.

Farklı bir siyasi görüşe, o görüşü savunanlara saygısı ve tahammülü yoktur. Çünkü kendisinin savunduğu dini ve siyasi görüşü gibi doğrusu yoktur.

Sureti haktan görünür. Bir şeyleri dert edinmiş imajı verir.

Tüm bunları yaparken iticiliği kimseye vermez. İyi ki bu kişi etkili ve yetkili değil. Farklı görüş sahiplerini darağacında sallandırır.

Kısaca çiğ mi çiğ. Kırıcı üslubundan dolayı iticilikte üstüne yok. Çünkü haklı bir davayı savunuyor kendince.

Mangalda kül bırakmayan bu kişi din görevlisi değil ama dini senden iyi bilir. Siyasetçi değil ama siyaseti herkesten iyi bilir. Dış politika uzmanı değil ama dış politikayı herkesten iyi bilir.

Bir hakkı teslim edeyim. İzzet ve ikram ve yedirip içirme konusunda eli açık. Hiçbir masraftan kaçınmaz.

Üzerine vazife olmayan her işten anlayan bu kişi kendi işinde nasıl derseniz, işte burayı sormayın. Benim kendisiyle bir iş hukukum olmasa da kendisiyle iş yapanlar bunu daha iyi bilir. Şu var ki kiminle çalıştı ise o kimseyi mağdur ettiği bir gerçek. Mağdur ettiği kişiler de hep eş, dost, ahbap kişiler. Kimin kendisine işi düşmüşse, alaverenin dışında bir güzel tokatlamıştır. Borcunu ödemede de eli ağır.

Bu durum bir değil, beş değil. Kim kendisiyle iş yapmışsa illallah demiş. Ama ne de olsa tanıdık diye bunu kimsenin yanında seslendiremiyor. İçine atıyor. Patlayacak noktaya gelince kendisine yakın hissettiği birine gelip dert yanıyor. Başka elinden bir şey gelmiyor. Mağdur sanıyor ki sadece kendisini mağdur etti. Halbuki say say bitmez. Zaten herkes içine attığı için bu kişi de mağdur üretmeye devam ediyor.

Allah var, bana bugüne kadar madik atmadı. Kendisine gönderdiğim bir kişiye de gerekli desteği verdi. Onu da mağdur etti ise anlatmadığı için bilmiyorum.

Mağdurların dert ortağıyım desem yanlış olmaz. Ben de gidip şöyle şöyle yapmışsın diyemiyorum. Aslında demek lazım. Gerçi desen, lafa boğar, haklı çıkmak için elinden geleni yapar. Ağzı da iyi laf yaptığı için borçlu çıkarsın.

Şu var ki güven esasına dayalı alaverelerde bu tür durumlar eksik olmaz. Zaten bu tipler de güveni istismar ederek ayakta duruyor.

Hasılı bir insanı tanımanın yolu konuşması, fikri, zikri, asıp kesmesi, yedirip içirmesi, bol bonkörlüğü değil, iş ahlakıdır. Bunu da herkes ticari sır veya meslek sırrı gibi sakladığı için çekirge sıçramaya devam ediyor. Beni en çok üzen de sureti haktan görünmesi. Ama böyle görüntü vermenin belli ki iyi getirisi var. En azından götürüsünden fazla.

Sözün özü, kişiye özgü böyle bir yazı yazmak istemezdim. Acaba işinde ne zaman düzgün çalışır, karanlık ve gizemli işleri ne zaman bırakır diye epey bekledim. Görüyorum ki huylu huyundan vazgeçmiyor. İsimden bahsetmesem de her sakallıyı amcası kabul etmesin diye insanımızı en azından bu şekilde uyarayım istedim. Herkes eşeğini sağlam kazığa bağlasın. Kendinden başka kimseye güvenmesin. Ağzı laf yapıyor, ağzından bal damlıyor, benim görüşümde, benim tanıdığım diye açık çek vermesin.

Bu arada mağdur üretebilirsem ben de çok cömert olacağım. Haberiniz olsun.

Not: Yazıdaki profili merak edip sormayın. Boş verin kim olduğunu. Yazanın hayal ürünü deyip geçin gidin. 

16 Temmuz 2025 Çarşamba

Tek Tip Kıyafet Israrımız

Milli Eğitim Bakanı'nın açıklamasına göre 2025-2026 öğretim yılından itibaren ilk, orta ve lise öğrencilerine okul forması zorunluluğu getirilecek. Şayet bir erteleme söz konusu olmazsa.

Şimdiye kadar nasıldı, zaten öyle değil mi idi derseniz, okullarda okul forması vardı. Fakat bu forma tercihi, velilerin yüzde 51'inin serbest kıyafet ya da okul forması tercihine bağlı idi. Artık bu karara göre veliye görüşü sorulmayacak.

Gerçi velilere sorulduğu zaman velilerin kahir ekseriyeti zaten okul forması tercihinde bulunuyordu.

Okullarda tek tip okul formasını, öğrenciler dışında veliler, öğretmenler, idareciler, forma ticareti yapan firmalar ve vatandaşlar istiyor.

Forma olsun diyenler, okullarda düzen olsun, güvenlik sağlansın, öğrenci absürt kıyafetle gelmesin, zengin ve fakir çocuğu ayrımı olmasın düşüncesindeler.

Forma ticareti yapan firmalar da forma olsun ki bizim işimiz yürüsün. Bu sektörde çalışan az sayıdaki firma okul sezonunda para bassın düşüncesindeler.

İşin garibi beden öğrencinin, formayı öğrenci giyecek, zevkler ve renkler tartışılmaz dense de öğrenciye söz hakkı yok. Öğrenciler de son raddeye kadar bu formayı giymemek için direniyor. Kaçak göçek içeri girerim düşüncesiyle okula gelen öğrenci, idareciye yakalandığı zaman formam çantamda deyip gösteriyor. Derse girmeden elbise değişikliği yapıyor. Çoğu öğrencinin çantasında ya okul forması ya da sivil kıyafet var. Okul çıkışı okuldan çıkmadan sivilleri wc'ye girip değiştiriyor.

Okul idarecileri ve öğretmenlerin giriş ve çıkışlarda, teneffüs aralarında kıyafet kontrolü yaygındır. Okul müdürleri ise Allah'ın günü eline mikrofonu alır, şu günden itibaren okul kıyafeti olmayanı okula almayacağım uyarısı yapar.

Gören de veli, firma, müdür, öğretmenler ve üst düzey yöneticilerin gözünde eğitim ve öğretimin sorunu okul kıyafeti sanır. Şu öğrenciler direnmeyip okula okul formasıyla gelseler eğitimin hiçbir sorunu kalmayacak. Forma satışı yapanlarla birlikte anneler de çok sevinecek. Çünkü okul forma zorunluluğu olunca, çocuğu sabah sabah "Anne ne giyeyim" diye kendisini tatlı uykusundan uyandırmayacak. Çocuk kalkıp dolaptaki formasını giyip sessizce evden çıkacak.

Çocuk sessizce nasıl çıksın, daha kahvaltı yapacak demeyin. İstisnalar hariç evlerde kahvaltı yapan pek çocuk kalmadı. Ekseriyeti kahvaltıyı okul yolunda ya da sınıfta yapıyor. Aslında okul formasından önce okullardaki en büyük sorun kahvaltı sorunu. Herkeste mazeret hazır. Efendim, o saatte kahvaltı yapasım gelmiyor deniyor. Aslında sınıf ortamında simit, poğaça, dengesiz ve sağlıksız beslenmenin başlıca iki atıştırmalığı. Okula aç be aç gelen çocuk yol üzerinden aldığı bu iki ana menüyü ya teneffüste ya derste hocanın karşısında gizli ya da alenen yiyecek. Yarı gevip yutacak. Başka da yolu yok bunun. Gerçi bu sorun sadece çocukların değil, çalışan anne ve babaların çoğunun bir sorunu. Onlar da çocuklarından farklı değil. Çoğu işyerinde ya da arabasıyla giderken simitle geçiştiriyor kahvaltıyı.

Neyse görünen o ki ülkenin kahvaltı diye bir sorunu yok. Boşu boşuna gündeme getirmeyeyim. Biz dönelim en önemli görülen okul forması sorunumuza.

Bu konuda çok yazdım. Çok üzerinde durmayacağım. Ama şunları da yazmadan edemeyeceğim. İster milli eğitim camiası ister veliler, okul formasıyla ilgili ne sebep söylerlerse söylesinler, bilsinler ki öğrenciler tek tip kıyafetten hoşnut olmuyor. Tiksinti duydukları formaların içine onları hapsediyoruz. Hepimizin amacı çocuklarımızın mutluluğu ama serbest kıyafetle gelme mutluluğunu onlardan esirgiyoruz. Aslında her tek tip kıyafet tek tip insan yetiştirmek gibidir. Bir sürü psikolojisidir, kolaycılığa kaçmaktır. Onlardan birey olmasını esirgemektir. Daha küçük yaşta özgürlüklerini kısıtlamaktır. 

Kimse kusura bakmasın, okul forması adı altında forma ticareti yapan firmalara teslim olunuyor. Abarttın demeyin. İlk serbest kıyafet uygulamasını Bakan Ömer Dinçer getirmişti. Öğrenciler serbestçe okullara gelmeye başlamıştı. Böyle bir zamanda forma satışı yapan bir firma sahibi, "Ramazan abi, serbest kıyafetle birlikte bizim satışlar bıçak gibi kesildi. Sinek avlamaya başladık. Olmayacak böyle dedik. Ankara'ya gidip gele veli tercihi kararını çıkarttık. İşler tekrar yoluna girdi şükür" demişti. Bu anekdot bile firma sahiplerine boyun eğmenin bir örneğidir. Burada forma konusunda firmaların baskısı var. Milli eğitim de buna boyun eğiyor anlamı çıkmasın. Herkesi tenzih ederim. Ama bilerek veya bilmeyerek firmaların dediği oluyor. Bu arada forma satışı yapan firmalara kızıyor değilim. Onlar da ekmeğinin peşinde. 

Okul formaları da ah bir iş görse. Görselliğinin dışında çok bir işlevi yok. Çünkü kış geldi mi okul formalarının üzerine mont veya kalın bir şey giymek zorunda kalıyor öğrenci. Okuldan biri nerede senin forman dediği zaman gömleğin altındaki formayı gösteriyor. Bu durumda ne anladım ben formadan. Sadece giydirmiş olmak için galiba. Çünkü triko türü okul formaları yazın yakıyor, kışın donduruyor. Yani hiç sağlıklı değil. Bir iyi yönü var, diğer kıyafetler gibi pahalı değil, çabuk eskimiyor. Yıka yıka, giy. Ütü derdi de yok.

Bir de forma giydin, giymedin yüzünden niye hep okul idarecileri ve öğretmenler durmadan forma kontrolü yapmak zorunda olsun. Çünkü bu, bir nefreti beraberinde getiriyor.

Neyse karar verilmiş, benim dediğim olmayacak. Bari forma zorunlu olacaksa,

Okul idarecileri, lütfen kıyafetin üzerine okul arması işletmeyin. Rengin dışında yazı, çizi olmasın. Olur ya bazı çocuklar okul dışında da bu formayı elbise niyetine giymek isteyebilir.

Her okul ayrı ayrı okul forması belirleyeceğine, tüm Türkiye'de veya her şehirde her okul kademesi için tek tip okul forması belirlensin. Çünkü nakiller çok oluyor. Çocuk okul değiştirdikçe yeni forma almak zorunda kalabiliyor.

Biliyorum, katılmadınız bu düşünceme. No problem. Ama şu var ki bu ülke insanı kaportadan pardon kıyafetten çok çekti. Gelin şu çocuklara çocukluklarını zehir etmeyelim. Denetimli serbestlik çerçevesinde onları hayata hazırlayalım.

15 Temmuz 2025 Salı

Genç İşsizlerde Derecemiz

Avrupa ülkeleri arasında 2024 yılına ait işsiz üniversite mezunları istatiği önüme düştü. Saydım. 34 ülke içerisinde Türkiye'yi bulmada zorlanmadım. Çünkü 9,2 ile ilk sırada yer bulmuşuz. En yakın takipçimiz Bosna Hersek'e 1,4 fark atmışız. Daha yakın zamanda battı diye duyduğumuz Yunanistan 7,3 ile üçüncü sırada. Bu ülkeye bile neredeyse 1,9 fark atmışız. İşsizlik yüzdesi en düşük ülkelere baktım. 1,4 ile Polonya ve Çekya'yı gördüm.

Gönül isterdi ki bu istatistik sıralamasında ülkemiz en altlarda olsun. Gel gör ki bu iş gönül ile olmuyor.

Şu var ki bu tablo üzücü. Her türlü işsizlik kötü ve istenen bir durum değil ama üniversite mezununun işsiz kalması en kötüsü. Çocuğumuz 22-24 yaşına kadar okusun. Ondan sonra da işsiz kalsın. Kendi bitirdiği sahasında iş bulamazsa, bu üniversite mezunlarına iş bulmak çok zor. Ne bu gençler gidip bir yerde çalışabilir ne de bir işyeri gel burada çalış der. Öyle ya bu gençler nerede çalışır, kim iş verir.

Üniversite mezunları arasında bu yüksek işsizlik oranı, bir zamanlar okumadığıma eşekler gibi pişmanım pişmanlığından, okuduğuma eşekler gibi pişmanım pişmanlığını şimdiki gençler dillendirirse hiç şaşırmam.

22-24 yaş aralığında mezun olduktan sonra işsiz kalacağını bilen bir genç hayata dolu dolu bakamaz. Önünü göremez. Ne yapıp ne edeyim diye ancak kara kara düşünür ve bir karamsarlık hakim olur. Kolay kolay ev-bark sahibi olmaya yanaşmaz. Haliyle bu işsizlik oranı gençleri geleceğe umutla bakmaya sevk edemez.

Bu yüksek işsizlik oranı ülkemizde her alanda olduğu gibi insan kaynağı yönünle de bir planlamamızın olmadığının bir göstergesidir. Halbuki devletin ilgili kurumu her yıl hangi branş, meslek ve okul mezunlarının önümüzdeki beş yıl sonra kamu ve özelde ne kadar istihdama ihtiyaç olduğunu pekala açıklayabilir. Ama yapılmıyor. Çünkü devlette, "Ben gençlerin okumadı için üniversite ve fakülte açarım. Okumalarının önünü açarım. Gerisine karışmam" anlayışı hakim. Bu anlayış teşbihte hata olmasın şuna benzer. Bir anne babanın çocuğunu doğurduktan sonra ben ona bakmak zorunda değilim demesine benzer. Bu durum yine “Saldım çayıra, Mevla kayıra” sözüne benzer.

Yeniden işsizlik oranına dönersem, Avrupa ülkeleri arasındaki üniversiteli işsiz şampiyonluğumuz tek şampiyonluk değil. Enflasyonda, hayat pahalılığında, faiz oranında, telefonla konuşma ve mesajlaşmada, sosyal medya kullanmada, çay ve sigara tüketiminde, değil Avrupa’da, dünyanın en başlarındayız.

Tüm bu durumumuz plansızlığımızdan mıdır, ihmallerimizin bir sonucu mudur, beceriksizliğimizin bir göstergesi midir bilinmez.

Ne edersin ki biz buyuz. Başka da bir şey beklenmesin bizden. Böyle gelmiş böyle gideceğiz. Sanırım bize biçilen rol bu. Bu rolde altta kalanların canı çıksın, kalan sağlar bizim anlayışı maalesef içimize işlemiş. Hem öyle işlemiş ki biz geldik gidiyoruz. Bizim çocuklarımız ve torunlarımız da aynı sorunlarla boğuşmaya devam edecek. Gündem çabuk değişse de bu gündem bizden bir parça olarak nesilden nesile aktarılacak. Gözüm iyi görmediğinden midir, burnum koku kalmadığından mıdır, önümü göremiyorum. Benim zaviyrmden durum bu. Siz nasıl görüyor ve okuyorsunuz bilmem. 

14 Temmuz 2025 Pazartesi

Tüp Kuyruğu

Türkiye, Selçuklu ve Osmanlı'yı da sayarsak tarihi geçmişi olan bir ülke.

Bu uzun tarihi zaman diliminde devletler yıkılmış ve yeniden kurulmuş. Toprak kazanmışız, toprak kaybetmişiz. Acı, tatlı günler ve yıllar yaşamış.

Cumhuriyet dönemi de tozpembe değil. Kuruluş aşamasından bugüne, acı, ve tatlı yıllar geçirmişiz.

Geçmişten günümüze tüm dertlerimiz bitti mi, daha iyi günler mi yaşıyoruz? Tabii ki hayır. Hiçbir ülke yoktur ki sorunsuz olsun.

Yıl 2025 olmuş. Birçok sorunumuz, yeni çıkan sorunlarla birlikte az veya çok devam ediyor: Kimi çözülmüş kimi sumen altı edilmiş kimi ötelenmiş. Yeni sorunlar ortaya çıkmış. Şu var ki teknolojiyle birlikte hayatımızda büyük kolaylıklar olduğu bir gerçek.

Bu demek değildir ki gül bahçesindeyiz. Bugün yüksek enflasyondan kaynaklı hayat pahalılığı diye bir derdimiz var. Üstelik bu hayat pahalılığı diğer krizler gibi değil. Bağımlılık yaptı, bizi sevdi. Gitmek bilmiyor. Kiraların emekli maaşını geçtiği bir ortamda, bu insanlar bu yüksek enflasyona dayanabiliyorsa demek ki bizden memnun bu ülke diye düşünüyor olmalı.

Öbür sıkıntılar zamanla geçtiği gibi bu da geçer ya hu diyorum.

Burada bu girizgahtan sonra şunu dile getirmek isterim. Kazara bir insanımız enflasyondan, hayat pahalılığından, yüksek faiz oranlarından, genç nüfusun en yüksek işsizliğinden ve geçim sıkıntısından dem vursa, sesleri yüksek çıkan tuzu kuru büyük bir çoğunluk hemen savunmaya geçiyor ve "Geçmiş tüp kuyruklarını unutmadık" diyor.

İşin garibi geçmişte o kadar sıkıntılar çekilmiş. Hepsi zamanla unutulmuş. Nedense geçmişe dair tüp kuyruğu kalmış belleklerimizde. Artık o tüp kuyruklarından ne çekildiyse. 80 öncesi yamalı bohça koalisyon hükümetlerinin beceriksizliği ya da belki de dünya krizinden kaynaklı bu tüp kuyruğu temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze konuyor.

Bu psikoloji, tipik bir savunma psikolojisi. Başka da aklıma bir şey gelmiyor. Bu tüp kuyruğu teranesi öyle etkili ki derdiyle dertlenmek isteyenin ağzını tıkıyor. Konuşmayı, muhabbeti ve tespiti bitiriyor. Bu sıcak havalarda bile ortamda soğuk rüzgarlar estiriyor. Halbuki suiamel misal olamaz. Gören de bugün tüp kuyruğunu savunan var sanır.

Yazımı tipik bir savunma psikolojisi ile bitireyim: ABD’li yetkililer Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne (SSCB) bir ziyaret yapar. Rus yetkililer, misafirlerine gelişmişliklerini göstermek için yaptıkları metroyu gezdirmeye karar verir. “Efendim, metromuz şu kadar saniyeden fazla gecikmez. Zamanında durağına gelir” açıklaması yapar. ABD'li yetkililer metronun gelmesini bekler. Nedense belirtilen süre içinde metro gelmez. ABD'li yetkili, "Efendim, şu kadar saniye gecikti" deyince, Rus yetkili bunun altında kalır mı? "Ama efendim, siz de ülkenizdeki Kızılderilileri öldürdünüz" deyiverir. Bu savunma psikolojisi içindeki Rus yetkiliye ABD'li temsilci bir şey demiş mi bilmiyorum. Ama herhalde susmuştur. Öyle ya ortada konuşacak ne kaldı ki. Bu durum yani ABD'lilerin Kızılderilileri öldürmesi tıpkı bizim tüp kuyruğumuz gibi. Zira çok etkili. Siz siz olun, biri ağzını açtı mı, ona geçmiş tüp kuyruğunu hatırlatın. Zira çok etkili. En azından işin içine etmiş olursunuz.

Terörsüz Türkiye

2024 Ekim ayından bu yana Türkiye'de ve bölgemizde baş döndüren hızlı gelişmeler oluyor.

Aslında baş döndüren hızı 2023 Ekim ayının 7'sine kadar götürebiliriz. Bunun işaret fişeğini de Hamas İsrail'e saldırı düzenleyerek atılmış oldu. Bundan sonra İsrail'i durdur durdurabilirsen. Gazze'de taş üstünde taş bırakmadı. Lübnan Hizbullah'ının tüm liderlerini nokta atış öldürerek Hizbullah'ının belini kırdı. İran'a saldırdı. Hamas liderini İran'da iken şehit etti. İran'a bu gözdağı verildikten sonra İran ve Rusya desteğiyle ayakta duran Esed'e yol verildi. Bu da kellesine ödül konan ve terör listesine alınan Şara eliyle yaptırıldı. Esed'in hiçbir askeri tek kurşun atmadan Şam'ı teslim etti. Suriye'de İsrail'e tehdit olacak bir devlet yokken İsrail Suriye'nin her bir yerini bombaladı. Golon Tepelerini işgal etti.

Suriye'de bu gelişmeler yaşanırken bir işaret fişeği de Bahçeli'den geldi. DEM'e çağrı yaptı. İmralı çağrı yapsın, PKK silah bıraksın türünden bir konuşmayı 2024'ün Ekim ayında yaptı.

Bu çağrıya İmralı, Kandil ve Dem jet hızıyla olumlu yanıt verdi. İmralı sakini istenen çağrıyı yaptı. Kandil ne diyecek denirken Kandil de evet dedi. Tüm bu süreç olurken Cumhurbaşkanı da bu sürece örtülü destek verdi.

Ekimden bu yana 9 ay gibi kısa bir zaman geçti. Sembolik de olsa terör örgütü otuz teröristin silah bırakma töreni düzenledi. Silahlar yakıldı.
Bundan sonra süreç Mecliste kurulacak komisyonlarla devam edecek.

Adı konmamış bu sürece terörsüz Türkiye sloganı uygun görüldü.

Mecliste kurulacak komisyonların uyumu da terörsüz Türkiye sürecinde olduğu gibi sorunsuz yürürse, 41 yıldır teröre maruz kalan Türkiye terörden temizlenmiş olacak.

Kafamda soru işaretleri olsa da terörsüz Türkiye gerçeğinin bu ülkede vücut bulmasını, ülkemin bir daha herhangi bir terör örgütünün üssü olmamasını temenni ediyorum.

Bu sürecin adeta göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede olumlu ve hızlı ilerlemesi, aktör görünenlerden hiçbirinin bu süreci baltalamaması, örgütün şartsız silah bıraktım demesi, kısaca bu işin bu kadar kolay olması beni endişelendiriyor.

Bu iş bu kadar kolaysa, Bahçeli böyle bir çağrıyı niçin bu zamana kadar yapmadı? İmralı sakini yakalanıp yargılandığı 1999 yılından beri "devletimin emrindeyim" demişti. Örgüt üzerinde Öcalan bu kadar etkili ise bu çağrı 1999'dan beri ona niçin yaptırılmadı? Önceki süreçlerde süreci baltalayan ve söz dinlemeyen Kandil niçin "Öcalan'ın emrindeyiz" dedi? Bugüne kadar hep itici konuşmaları yapan DEM bu süreçte nasıl uslu çocuk oldu? Terörsüz Türkiye süreci, bu süreçte aktif rol oynayanların bir düşüncesi mi yoksa hepsi bir yerden emir mi aldı? Yani süreci biz mi yönetiyoruz, bir başkası mı? Evet bunlar beni düşündürüyor. Temenni ederim ki bu süreç, bu süreçte olumlu rol alanların kendi özgür düşünceleri olsun. Kısaca gülün bile dikeni varken kimsenin eline diken bile batmadan bu süreç nasıl bu noktaya geldi?

Acizane görüşüm, ülkemizdeki terörsüz Türkiye süreci, Suriye'deki gelişmelerden bağımsız değil. Son İran-İsrail savaşıyla birlikte bölgede İsrail'i tehdit edecek bir devlet kalmadı. Esed'e yol verip Şara'nın önünü açanlar Suriye'de bir hesap peşinde. Bunu uygulamaya koydular. Bu uygulamada İsrail ve ABD adına vekalet savaşı verecek PYD ve YPG'ye ihtiyaç var. Zaten terör örgütü, Kobani olayları ile birlikte Türkiye'deki ve Irak'taki örgüt elemanlarını Suriye’ye kaydırmıştı. SDG adı altında PYD adeta düzenli orduya geçti. ABD gözetiminde ülkenin yarısına hakim. Bu süreçte en büyük silah yardımını da ABD yaptı.

Uzatmayayım. Ortadoğu'yu İsrail eliyle dizayn edenler, Suriye'nin geleceğinde İsrail'i tehdit edecek bir yönetim gelmemesi için PYD'yi güç olarak orada bulunduracaklar. Sanki Türkiye'ye, "PYD/YPG/SDG=eşittir PKK demekten vazgeçin. Buna karşılık biz de Türkiye'deki PKK'ye silah bıraktıralım" dendi. İnşallah yanılırım ama aklıma başka bir şey gelmiyor.

Hülasa, terörsüz Türkiye güzel. Ama tek başına yeterli değil. Bu ülkenin terörsüz Türkiye olması için terörsüz Irak terörsüz Suriye terörsüz İran olması gerek. Çünkü biz bugüne kadar terör adına ne çekti isek, Irak ve Suriye'den çektik. PYD'nin ileriki yıllarda Türkiye'ye tehdit olmayacağının garantisini kim verebilir? Irak'taki ve Suriye'deki PKK'lilerin PKK elbisesini çıkarıp Suriye asker elbisesini giymeyeceğinin garantisini kim verebilir? Kısaca bu ülkenin terörsüz olması, sınır komşularımız Irak, Suriye ve İran'ın terörsüz olmasına bağlı. Ötesi geçici bahar olur geçici ateşkes olur geçici pansuman olur.

Bu arada tüm bu olup bitenler hakkında endişelerini dile getirenlere, “Terörden yana mısınız? Terör devam etse daha mı iyiydi” türünden eleştiri getirmekten vazgeçin. Bilinsin ki kimse terör devam etsin demiyor. Acaba bu işin altından bir Çapanoğlu çıkar mı endişesi taşıyor bu insanlar. Ayrıca bu konuda memleketi sadece siz sevmiyorsunuz. Endişe taşıyanlar da en az sizin kadar hatta sizden daha fazla bu ülkeyi seviyor. Tüm mesele, evladını çok seven bir babanın çocuğuyla ilgili endişe duymasından ibarettir. Nasıl ki endişe duyan bir babanın çocuğunu sevmediğini düşünmüyorsak, bu sürecin sonu nasıl olur endişesi taşıyanlar da ülkeyi sevmiyor değildir.

13 Temmuz 2025 Pazar

Devir Ânı Yaşama Zamanı

Eski çamlar bardak oldu” deyimini duymayanımız yoktur. Ne anlama geldiğine kısaca değinmek isterim. “Eskiden önemsenen ve değerli bulunan şeylere artık rağbet etmemek” anlamına geliyor. “Dönem değişti. Eski tutumların bir değeri kalmadı. Durumlar tümden değişti” demektir.

Deyimdeki "...çamlar..." bana bir başka deyimi hatırlattı. Deyimden girdik. Deyimden devam edelim: Çam devirmek: “Bir kişinin veya grubun; güç, kuvvet ya da etkileyicilikleriyle bir konuyu veya durumu istedikleri gibi yönlendirmesi" demekmiş. "İstemeden birinin tepkisini çekmek ya da üzülmesine neden olmak" demek olan çam devirmek, pot kırmak ile eş anlamlı kullanılıyor.

Pot kırmak anlamına gelen çam devirmeyi bir tarafa bırakalım, eski çamlar bardak oldu deyimine gelelim. Bu İnternet çağı ile birlikte gündem de çabuk değişiyor, ayrıca geçmişte söylenen ne varsa hepsi dijital ortamda olmasına rağmen eski sözlere ve yapılıp edilenlere hiç rağbet yok. Kazara hatırlatsan, sen hâlâ orada mısın deniyor. Bu da bana "Eskiye rağbet olsaydı, bitpazarına nur yağardı" atasözünü hatırlattı.

Eskiden bir insanın geçmişte yapıp ettiği, geçmiş gazete arşivlerinden ortaya çıkarıldığında, baya gündem olurdu. Bugün tersini söyleyen insan mahcup olur, savunmaya geçerdi. Bugün ise dün ak dediğine bugün kara diyen biri eskisi gibi mahcup olmuyor. Zaten eskisi gibi "Efendim, falan tarihte şöyle diyordunuz, bugün ise böyle diyorsunuz" diyen gazeteci de kalmadı. Hatırlatan olursa da başına ne geleceğini aklıma bile getirmek istemiyorum.

Bir insanın U dönüşleri ve zikzakları YouTube videolarında dolaşımda olmasına rağmen bu duruma düşenin ne yüzü kızarıyor ne mahcup oluyor ne de savunmaya geçiyor. Pek az sayıda dillendiren olsa da toplumda bir karşılığı yok. Çünkü toplum önüne ne konuda onu yiyor. Hiç olmadığı kadar ânı yaşıyor. Ne düne bakıyor ne de yarını düşünüyor.

U dönüşünde ve zikzak çizmede siyasilerin üstüne yok. Toplumun hiçbir ferdi bu konuda onların eline su dökemez. Hoş, bu konuda yarışan da yok zaten. Hatta bu tür durumlar övünç meselesi yapılıyor: Realist biri deniyor.

Çalan, çırpan için de pek bir şey söylenmiyor. Gündem de oluşmuyor. Halbuki eskiden çalan biri günlerce konuşulurdu. Şimdi ise kimse oralı değil.

Kısaca eski şeyler eski anlayışlar eski hassasiyetler eskiyi hatırlatma eski çamlar bardak oldu. Günübirlik yaşıyoruz artık. Ânı yaşıyoruz. Yarını düşünmeden anlık seviniyoruz.

Geçmişe dair tek aklımızda kalan 70'lerin tüp kuyruğu. Ötesi yalan. Tüp kuyruğu nasıl bir iz bıraktıysa artık.

Adeta önümüze ne konursa onu yiyoruz. Haber olarak ne konursa onu dinliyoruz. Ne tür bir algı amaçlanıyorsa o algıya teslim oluyoruz. Nasıl bir gündemle meşgul edilmek isteniyorsa o gündemle meşgul oluyoruz. Bir konuda nasıl düşünmemiz gerektiği de bize bir güzel enjekte ediliyor. Tüm mesele, anlık yaşama ve günü kurtarma olunca, geçici bahar olsa da mutluluk kaçınılmaz oluyor. Haliyle hiçbir endişeye mahal yok. Çünkü her şeyi pişirip önümüze koyanlar bu işi bizden iyi biliyor. Bize düşen, mutlak itaattir. İtaatte ise huzur vardır. En azından hiç başın ağrımaz. Sanırım bizden istenen de bu. Bunu hâlâ anlamadıysanız, ne diyeyim, Allah bildiği gibi yapsın sizi.