31 Temmuz 2025 Perşembe
Üslubu Problemli Olanlara Gelsin!
Orman Kanununun Geçerli Olduğu Yollarımız
Nerede yastık gibi bir kasis görsem, bu ülkede orman kanunu geçerli olmalı diye aklıma gelir.
Nasıl gelmesin. Çünkü bir yola kasis yapmak, hele bazı yollarda yol boyunca kasise yer vermek, nazarımda şudur: "Bu yolda hız sınırını kaç olduğu levhalarda gösterilmiş olsa da sürücüler belirlenmiş hız sınırına riayet etmiyor. Kanun, kural dinlemeyip aşırı surat yapıyor. Bu da o meskûn mahaldeki insanların canını tehlikeye atıyor. Ben yeterince denetim yapamıyorum. Bu yola hakim değilim. Bu durumda sürücüler bildiğini mi yapacak? Ben bilirim ne yapacağımı, size gününüzü gösteririm diyerek yola kasis koyuveriyoruz". Başka da aklıma bir şey gelmiyor. Yani burada devletin belirlediği hız sınırına riayet edilmediği için kasis koymak suretiyle sürücünün hızını orman kanunuyla düzenliyorum. Başka da elimden bir şey gelmiyor. Zira bu konuda acizim demektir bu.
Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde böyle kasis var mı bilmiyorum. Ama benim ülkemin çoğu yeri maalesef bu tür kasislerle dolu. Bu da oturmuş, tıkırında işleyen bir sisteme sahip olmadığımız anlamına gelir.
Hele yastık gibi yapılan kasislerde 50 hız sınıfıyla giderken bile yavaşlamazsan arabayı taşa vurmuş gibi hoplarsın. Kazara frene basıp vites düşürmezsen yandın demektir.
Kimse kusura bakmasın, olası kazaları önlemek amacıyla iyi niyetle konan bu kasisler hazırında kazaya davetiye çıkarıyor. Kaza olmasa da arabanın içinde bir güzel hopluyorsun. Arabanın aksamına verilen zararı, içindekilerin korkuya kapılmasını saymıyorum bile.
Elbette her kasise gelmeden önce kasis levhası da konuyor. Diyebilirsiniz ki bu levhayı gören yavaşlamalı. Levhayı gördüğü halde yavaşlamazsa o insanın aklından zoru var demektir.
Yalnız öyle yollara konmuş kasis var levhalar var ki büyümüş ağaçlar arasına gizlenmiş. Yol lambaları da hakeza ağaçlardan tam aydınlatmıyor. Gece karanlığında bu yolun yabancısı bu yoldan geçse o karanlıkta ne levhayı görür ne de kasisi. Bu durumda araba ve içindekileri hoplatmaya kimsenin hakkı yoktur.
"Bu yolda orman kanunu geçerli" demek olan kasis yerine, o yola boydan boya mobese döşersin. Hız sınırı levhasını koyarsın. Yol üzerinde cami, okul, hastane vs. yerler varsa önüne yaya yolu işaretlerini çizersin. Tüm bu önlem ve bilgilendirmeye rağmen bir sürücü hız sınırına riayet etmeden bu yoldan geçerse plakasına ceza yazarsın. Ceza yiyen sürücü bu yoldan hızlı geçsin de göreyim. Bu sürücü hızından dolayı maddi ve manevi zarar vermişse, canını okuyalım. Ona ölümlerden ölüm beğendirelim.
Ne olur, devletsek -ki devletiz- bu kasisleri kaldıralım. Kurallara uymayanlara mevcut mevzuatı tavizsiz uygulayalım. Orman kanunuyla iş ve işlem yapmayalım. Unutmayalım ki bir yerdeki kasis geri kalmışlığımızın bir göstergesidir. Yok, bizim ilerleme ve gelişme gibi bir niyetimiz yok denirse, o zaman başka.
Geri kalmışlığımıza en güzel örnek, Hicaz ve Alemdar yolu bir de Erenköy yolu. İnanın konan kasisleri saymaktan bezersiniz. Güya bu caddede hiç ışık yok. İnanın ışık olsa arabalar mesafe kat eder. Ayıptır ayıp.
Toptan ve Perakende Arasındaki Uçurum
Müşteri ile esnaf konuşuyor:
"Şunların hangisi iyi?"
"Renklerinin farklı olduğuna bakma. Hepsi aynı."
"Ne kadar dayanır bunlar?"
"Bir ay."
"Kaça beheri?"
"90 lira."
"Kursa alacağım bunları."
"O zaman 40 lira yapayım. Toptan fiyatına vereyim."
"Bunların altı da lazım."
"Onu da 50 yaparım. Takım olur. Takımı 90 liraya gelir".
Müşteri 5-6 takım aldı sanırım. Başka ne aldı bilmiyorum. Çünkü dükkandan ayrıldım.
Siz bu tür alışverişi nasıl bulursunuz bilmem. Ama bana garip bir alışveriş geldi. Esnafın, hayrım olsun diye indirim yapmasını anlarım. Hatta ne kadar lazımsa al, hepsi benden olsun ya da iki tanesinin fiyatını almayayım demesini de anlarım. Ama beherine 90 dediğini, toptan fiyatına vereyim diyerek 40'a indirmesi bana garip geldi. Ürünün toptan ile perakende fiyatı arasında bu kadar fark ve uçurum olur mu?
Ürün pahalı, uygun ve ucuz demiyorum. Çünkü işin fiyatında değilim. Görünen o ki toptan ile perakende arasında belli bir fiyat aralığı yok. Oturmuş kâr marjı da yok.
Burada ticaret kolay değil. Bu işin elektriği, suyu, çalışan elemanın maliyeti, kirası vs. gibi giderleri var diyebilirsiniz.
Elbette ticaret zordur. Kim dedi ticaret kolay diye. Her şeyden önce riski vardır. Yönetimden veya piyasadan tutunamama durumu söz konusu. Bunun elektriği, suyu, kirası gibi sabit giderleri var. İşçi çalıştırıyorsa işçi maliyeti de işin içine giriyor. Yerinde saydığın gibi zarar etmek durumun da var veya kârın haddi hesabı yoktur.
Yalnız ne kadar zor ve riskli olursa olsun ticarette oturmuş bir kâr marjı olmalıdır. Toptan ile perakende satış arasında yüzde 10, 20, 30 veya 40 gibi bir oran olmalıdır.
Esnaf ve ticaretçi olmadığım için bilmiyorum. Bir tüketiciyim. Her ne kadar bazı esnaflar bana şu fiyata gelişi var dese de kâr marjı ticari bir sır tüm esnaf nezdinde. Zaten sormam da.
Dışarıdan biri olarak benim bu yaptığım hariçten gazel okumak. Belki dışı beni, içi de esnafı yakar.
Yine de toptanı 40 olan bir ürünün perakendesi yüzde yüzün üzerinde bir fiyat olmamalı diye düşünüyorum.
Bu manzarayı görünce esnaf olmak varmış şu dünyada demek geldi içimden.
Toptan ve perakende ya da aynı marka ürünün fiyatının dükkandan dükkana fark edişi öyle zannediyorum, mevcut yüksek enflasyonlu durumla alakası olsa gerek. Öyle ya kurt puslu havayı severmiş.
Yapılır mı bilmiyorum ama aynı marka ürünlerin, şehir şehir ve bölge bölge toptan ve perakende satış fiyatlarının İnternet ortamına aktarılması, hem esnafın fahiş fiyata satmasının önüne geçer hem de tüketiciyi bilgilendirmiş ve bilinçlendirmiş olur. Bu demek değildir ki aynı marka ürün tüm Türkiye'de aynı fiyata satılsın. Aynı ürünün asgari ve azami fiyat aralığı belirlenebilir. Elbette ürünün üretildiği ve imal edildiği yer ile uzak mesafe yer arasında fiyat farkı olabilir. Hatta esnaf bu fiyatın üzerinde veya altında satabilir. Yayımlanan ve sürekli güncellenen liste bir tavsiye niteliğinde olur. Böyle yapılırsa, evinden çıkmadan alacağı ürünün fiyat aralığına bakan tüketici, gittiği yerdeki fiyatı fahiş bulursa almaz.
Tüketicinin bilinçlendiğini gören esnaf ürünü satarken fahiş fiyat çekmez.
Tüm ürünlerin alfabetik sıralı satış listesini hazırlamak zor denebilir. Geçmişte böyle bir şeye kalkışmak elbette zor ve imkansız idi. İnternet çağında böyle bir programı hazırlayıp dijital ortamda yayımlamak hiç zor olmasa gerek.
29 Temmuz 2025 Salı
Dilimizin Durumu
24 Temmuz 2025 günü yazıp paylaştığım “Parkur Kültürü” başlıklı yazıma bir okuyucum şöyle bir yorum yazarak yazıma katkıda bulunmuştur. Önce Okuyucu unun bu yorumuna, altına da verdiğim cevabi yazıya yer vererek bu konu üzerinde kısa bir değerlendirme yapacağım.
“Parkur ve kültür kelimeleri zannedersem öz Türkçe olmadığı için insanımız benimseyemedi. Bir muallim olarak sizler bu kelimelerin karşılığını açıklarsanız aydınlanır ve benimseriz. Selamlar ve saygılar. Hoşça kalın”.
As. Saygılar bizden. Hem parkur hem de kültür Fransızcadan dilimize geçmiş kelimeler. Sanırım Arapçadan kurtulmak için 1930'lu yıllarda ortaya konan Güneş Dil Teorisi ile Fransızcadan adeta kelime ithal etmişiz.
Kültürün kullanımı çok eski olmalı ki dilimize iyice yerleşmiş. Bugün kültürün eş anlamlısı olarak Arapça hars ve Türkçe ekin kelimeleri veriliyor. Hem hars hem de ekin sönük kalıyor ve pek kullanılmıyor. Türkçe ekin kelimesini kullansak kültür anlamında kullanıldığı çok sonra aklımıza gelir. Hatta kültür yerine ekin kullanan kişinin kendisi, ekin dediğim kültür demese, elinin kültür olduğu kolay kolay aklımıza gelmez. Sözlüler kültüre şu anlamı vermiş: "Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde oluşturulan her türlü değerlerle bunları kullanmada, sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümüne” deniyor. Gel gör ki derin anlam içerek kültürün yerine TDK herkesin kullanacağı, dilden düşürmeyeceği bir kelime üretememiş. Belki de üretmedi.
Kısaca yürüyüş yolu diyebileceğimiz parkurun kullanımı ise yakın zamanlara ait olsa gerek. Özel yaya yolu, özel bisiklet vs. yolu anlamında çoğu yer için bu kelime kullanılıyor. Parkuru ifade edecek tek kelimelik bir kelimeyi ne toplum ne de TDK üretebilmiş. Zannedersem dil üretmede diğer alanlardaki üretim gibi olsa gerek ki doğru dürüst üretim yapamadığımız için haliyle kelime de üretemiyoruz. Nice sonra TDK bir kelime önerse de toplumda karşılığı olmuyor.
Hassasiyetinizi anlıyorum. Ben de isterim ki tüm kelimelerimiz kendi öz Türkçemiz olsun. Ne kadar özen göstersek de yabancı kelimelerden kurtulamıyoruz. TDK'nin ürettiği kelimelerin çoğunu da kullanamıyoruz. Üretilen onca kelimeler sadece Büyük Türkçe Sözlükte yer kaplıyor.
Bir an için sizin yorumunuzdaki kelimelere göz attım. Cümleleriniz içinde geçen "kıymet, hoca, kelime, zan, muallim, selam, hoşça" kelimeleri ağırlıklı olarak Arapçadan, hoca, hoş kelimeleri de Farsçadan dilimize geçmiş. Baki selam”.
Okuyucuma kısaca bu şekilde cevap yazdım. Okuyucu, yerden göğe haklı. Fakat biz de haklıyız. İki haklıdan ortaya bir haklı çıkmıyor maalesef. Çünkü zengin bir dile sahip dediğimiz dilimizin, yazı ve konuşma diline bakarsak, çok da zengin olmadığını görürüz. Yazılarında öz Türkçeye yer veren belli başlı yazar, çizer ve akademisyenin ne demek istediğini anlamak için elimizin altında sözlük olması gerek. Çünkü bunların cümlelerinde kullandıkları öz Türkçe kelimeler, dilimize Arapça ve Fransızcadan geçen kelimelerden daha yabancı. Anlayabilene aşk olsun. Çünkü ne yazı dilinde ne de konuşma dilinde karşılığı var.
Yeni kelime üretme konusunda Türk Dil Kurumu (TDK) nasıl bir yol izliyor bilmiyorum. Bildiğim ürettiği çoğu yeni kelimenin toplumda bir karşılığının olmadığı. Acaba TDK üyeleri masa başında mı kelime üretiyor diye aklıma gelmiyor değil. Eğer böyle yapıyorsa, bunun yerine Anadolu’nun yedi bölgesinde halkın konuştuğu yöresel kelimeleri önerse daha faydalı bir iş yapmış olur.
Aslında hem halkın hem TDK’nin cuk diye oturacak yeni kelime üretememesinin temelinde, hiçbir alanda doğru dürüst üreten bir toplum olmayışımız yatmaktadır. Marka değeri olan, patenti bize ait yeni şeyler üretmedikçe, bu ihtiyacı ithal etmek suretiyle giderdikçe onların verdiği isim dilimize geçecektir. Bir nevi dilimize kelime ve sözcük de ithal ediyoruz demektir. Maalesef başkasında olmayan bir şeyi üretemeyen bir millet kendi dilini de geliştiremez, kendi diline yeni bir kelime de kazandıramaz, başka ülkeye de dilinden kelime ve sözcük ihraç edemez. Bence bizim dil konusundaki en büyük açmazımız bu. Ne zamanki yeni şeyler üretiriz, işte o zaman dilimiz de zenginleşir, gündelik hayatta ve yazı dilinde o kelimeleri kullanırız, başkasına da ihraç ederiz. Değilse fakir bir dil olarak kalırız.
Ne demek istediğim, Türkçe sözlüğe bakarak daha iyi anlaşılır. Çünkü bugün gündelik hayatta kullandığımız Türkçe diye bildiğimiz çoğu kelimenin başta Arapça ve Fransızca olmak üzere başka dillere ait olduğu görülecektir.
27 Temmuz 2025 Pazar
Ne Müşteriler Varmış Meğer!
Bakkal ve marketten ekmek almam. Her fırının ekmeğini de.
Ekmeğini beğendiğim fırın varsa evime uzak demem. Gelip geçerken ya da yolumu değiştirerek bazen de sırf ekmeğini almak için giderim.
Evimin yakınında da var bir tane fırın. Buranın da ekmeğini beğenirim. Sadece ekmek değil ayaklarımı bu fırına götüren:
Ekmeğe çıplak elin değmeme durum ve hassasiyeti, kasalarla gelen ekmeği tereklere yerleştirirken de gözlerden kaçmıyor.
İşletmeye ait fırın bir başka yerde. Fırında imal ettiklerini bu küçücük dükkanda satmaya devam ediyor esnaf.
Ne zamandır tandır ekmeğine yöneldiğim için bu işletmeden ekmek almıyordum. Dün geç vakit ekmek almak için gittiğimde ekmek kalmamıştı. Gelir mi dedim. "Gelmez" dedi.
Sabahleyin tekrar ekmek almaya gittim. "Kredi kartı ile ekmek satışımız yoktur" ve "Ekmek için görevliden yardım isteyiniz" yazısının dışında dış cama yapıştırılmış bir yazı daha dikkatimi çekti: "31.07.2025 tarihinden itibaren ekmek satışımız yoktur" yazısı.
Dükkanın ismine yer vermeyeceğim.
Ekmek alıp giderken dikkatimi çeken bu yazı için tekrar içeriye girdim. O anda çalışan iki kız çocuğu vardı. Kızım, bu yazı neyin nesi? Ekmek niye satmayacaksınız" dedim. "Şikayetlerden dolayı böyle bir karar alındı" dedi. Ne şikayeti dedim. "Kredi kartı ile ekmek satışı yapmayışımız. Bir diğeri de ekmeği bizim vermemiz" dedi. Ciddi olamazsınız dedim. "Maalesef ciddiyiz" dedi. Bu kararınızdan dönersiniz inşallah dedim. "Dönülmeyecek" dedi. Çıkarken, bu arada biz müşteriler olarak ekmeği seçmeyi, dokunup dokunup bırakmayı çok severiz. Bunun mutluluğu başka. Siz bilmezsiniz deyip ayrıldım.
Kızın anlattığına göre şikayetlerin ardı arkası kesilmemiş. Artık Cimer'e mi yapıldı şikayetler, fırıncılar odasına mı, belediye ya da valiliğe mi ya da işletme sahibine mi bilmiyorum. Belki de günde birkaç kez müşteri ile papaz oldu işletme. Belli ki şikayetler işletme sahibine gına getirmiş. Kredi kartı ile ekmek satışı yapmadığı için belki de ceza yemiş bile olabilir.
Kredi kartı ile ekmek satışı kar marjını düşürüyor mu, tümden kârı götürüyor mu bilmiyorum. Belki niye satış yapmıyor diye kızabilirsiniz. Alınan üç beş ekmeği de kredi kartına çektirmemek gerektiğini düşünüyorum. Esnafın böyle yaparak vergi kaçırdığını da düşünmüyorum. Belki de esnafın belini büken ve onu böyle bir çözüme iten kredi kartlarındaki vade olsa gerek.
Müşterinin kredi kartı ile ekmek satışı yapmadığı için şikayetini belki haklı görebilirim ama ekmek için görevliden yardım istenmesini yani kendi ekmeğini kendisinin almasına izin verilmemesi, müşterinin şikayet konusu yapmasını anlamıyorum. Vatandaş elini değdiği ekmeği poşetinin içine koysa eh diyeceğim. Ama çoğumuz terekteki ekmeğin altını üstüne getiriyoruz. Çıplak elimizle dokunup dokunup bırakıyoruz. Çoğu fırın ve markette böyle müşteriyi çok gördüm. Ben mecbur muyum başkasının dokunup bıraktığı ekmeği almaya?
Hasılı, 1989'dan bu yana 36 yıldır muhitinde ekmek satışı yapan esnafın bundan sonra ekmek satmayacak olmasına üzüldüm. Çarşıdan gelirken ekmek ihtiyacımı zaman zaman karşıladığın bu fırından bundan sonra ekmek alamayacağım. Ekmeği bir şekil başka yerden bulurum ama vatandaşın olur olmaz şikayetini de asla müşteri memnuniyeti olarak görmem. Hele ekmeğe dokunarak almak müşteriyi memnun edecekse, varsın bu tür müşteriler "Müşteri memnuniyeti esastır" prensibinin dışında kalsın.
Görünen o ki esnafın bu aşamadan sonra ne haliniz varsa görün, kendi ekmeğinizi kendiniz alın dese, inanın, bu sefer de ekmeğe herkes elini dokunuyor şikayetleri gelecek ve esnaf kimseye yaranamayacak. Haliyle esnafın işi zor. Herkesi memnun etmesi mümkün değil. Sonunda pes deyip çareyi ekmek satmamada bulmuş.
Şu var ki pireye kızıp yorgan yakmamak lazım. Ekmek satışı bir şekilde devam etmeli. Çünkü ekmek satışının sona ermesi, birkaç şikayetçiyi memnun etmekten ve egosunu tatminden başka bir amaca hizmet etmez.
Çifte Kumrular
Evliya Çelebi Parkı yürüyüş yolunda yürüyüşümü yaptıktan sonra 00.00 sularında evimin yolunu tuttum.
Mahallem ıssız ve tenha. Normal saatlerde de pek insan yoğunluğu olmaz. Hele gece insi cin top oynar.
00.30 olmuştu ki evimin köşesine döndüm. Köşenin sol tarafında bir dikilen gördüm. Hayır ola bu saatte bu kişi niye dikilir ki dedim. Kimin nesidir diye alıcı gözle baktım. Meğerse iki kişilermiş dikilen. Aynı boyda biri erkek biri kız. Sarmaş dolaş olmuşlar. Kumrular gibiydi diyeyim ki anlayın. Bildiğiniz çifte kumrular. Sarmaş dolaş olmuşlar. Bir sarılmışlar ki ayırabilene aşk olsun.
Kedinin damdan dama atlarken donduğu eski kışlardan bir kış olsa bunlar soğuktan donmuş kalmış diyeceğim. Ama mevsim yaz. Sıcaklar ise gece bile bana mısın demiyor. Adeta yakıyor.
Onlar hareketsiz sarılmaya devam ededursun. Ben yoluma devam ettim.
Belli ki bu çift birbirine aşık. Kız bu mahallenin çocuğu. Oğlan ise başka mahalleden. Akşam akşam gezip tozmuşlar. Gezme bitince, oğlan evine kadar bırakmak için eşlik etmiş. Yürüyerek mi yoksa arabasıyla mı bilmem.
Artık ne kadar dolaştılarsa, nereleri gezip tozdularsa, şura senin, bura benim dolaşırlarken kaç defa sarıldılar bilmiyorum. Aşklarına bir virgül koyup gecenin son sarılmasını yapıyorlar. Ama bilin ki bu buluşma ve sarılma ne ilk olacak ne de son. Birliktelikleri devam ettiği müddetçe devam edecek.
Görünen o ki ciddiler. Bu iş evliliğe gider. Evlilikleri ne zaman olur, ana babaları bu görüşmelerden haberdar mı, bu görüşmeye rızaları var mıdır, bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla siz de bilmiyorsunuz.
Tüm bunları ve daha fazlasını soramıyorsun tabi.
Evlenmeye kalkarlar da bu devirde düğün masrafının altından kalkabilirler mi? Yakında köşebaşında bir yoğunluk ve ardından konvoyu görürsem, tamam bu iş diyeceğim. Bekleyip göreceğiz.
Bu durumda yaptığım tek şey gördüğümü okumak, senaryo yazmak. Gördünüz gibi. İster beğenin ister beğenmeyin ister başka işin yok mu deyin. Ben senaryoyu yazdım bile.
26 Temmuz 2025 Cumartesi
Sultandağı'nın Ülke Ekonomisine Katkısı
24 Temmuz 2025 Perşembe
Afyon Sucukları
Yazın ne yapalım, denize mi gidelim kaplıcaya mı dedim hanıma. Der demez elimden düşmeyen telefonuma, sahil ve kaplıca otellerinin reklamları önüme düşmeye başladı.
Teknolojinin biri bizi gözetliyor türünden hızı ve saniye geçmeden beni dinlemesi hayretime gitmedi değil. Öyle ya ta nereden beni dinliyor ve takip ediyor. Öbür odadaki çoluk çocuğumla bu hızla iletişim kuramadığıma hayıflanmadım değil.
Önüme düşen reklama tıklar tıklamaz Messenger'den, "Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz Ramazan Bey, size nasıl yardımcı olabiliriz" türünden mesaj düştü hemen.
Sonrası sökün etti. Arka arkaya önüme sahil ve termal reklamları gelmeye başladı. Onu beğenmedi isen bu var, aha şu da var der gibi.
Gerek sahil gerek termal yetkililerinin Messenger'den hızına hayran kaldım.
Kaplıcaya gitmeye karar verdikten sonra tümden kaplıca reklamları gelmeye başladı. O kadar reklam önüme düştü ki daha kaplıcaya gitmeden içim dışım kaplıca oldu.
Kaplıcaya gittikten sonra içim dışım, önüm arkam termal oldu. Gidip geldim. Hala reklamlar gelmeye devam ediyor. Belli ki bir daha bir daha gel, bize de gel mesajları bunlar ya da gidip geldiğimden, termalde sıcak su marifetiyle çektiğim çileden haberdar değiller.
Kaplıcada iken Afyon lokumlarına bakayım diye yine kaplıcasıyla maruf komşu beldeye uğradım. Dükkanların önünde lokumdan fazla sucuğun teşhir edildiğini gördüm. Adeta dükkanların önü boy boy sucukla doluydu. Çoğu da önündeki tezgahta pişirdiği sucukları ikram ediyor gelip geçene.
Meraktan da olsa hiç fiyatlarını sormadığım sucukların bu şekil çok olmasını görünce, Afyon, sucuğuyla ünlü Kayseri'yi geçmiş dedim. Görünen o ki Afyon Kayseri'nin pabucunu dama atmış.
Sucuk pahalı falan demeyin. İnanın sudan ucuz. İşte fiyatlardan birkaçı. "5 kg dana sucuk sadece 990 lira". Bitmedi. "3 kilo ve üzeri alımlarda kargo ücretsiz". Bitmedi. "5 kg alımlarda tava, bıçak, çatal, kaşık hediye".
Yorumlara bakılırsa, hiç olumsuz yoruma rastlamadım. Alanın hepsi memnun.
Tek tük analiz raporu isteyen olursa DM'den dönüş yapıyorlar. İyi ki var bu DM.
İki yüz liraya sucuk olur mu diyenlere, firma özene bezene cevap veriyor. "Biz hem üretici hem yetiştiriciyiz. Aradaki komisyonları çıkardık. Ürünlerimizin yüzde 65'i dana eti, % 30'u dana iç yağı, % 5 baharat kullanıyoruz" açıklamasına yer veriyor.
Aha bir örnek daha: "5 kg sucuk alana, Afyon lokumu veya bir kangal sucuk bedava. Ücretsiz kargo, yüzde yüz dana eti".
"Beğenmiyorsanız geri iadeli" yazmayı da ihmal etmiyorlar.
Beş kg sucuğa 890 lira fiyat veren firma bile var.
Hepsi de sipariş hattı oluşturmak için iletişim numarası bile veriyor.
Sucuk siparişi için acele etmeyin. Şimdi önüme düştü. "5 kilo sucuk alana çelik, paslanmaz bıçak hediye. Üstelik 850 lira" reklamı düştü.
Gördüğünüz gibi Afyon sucukların hepsi böyle mi bilmem ama sosyal medyada reklamı verilenler sudan da ucuz ekmekten de. Ülkede hayat pahalılığı var diye felaket tellallarının bu fiyatlardan haberi yok galiba. Ucuzluğu görmek istemiyorlar belli ki.
Etin kilosunun market ve kasaplarda 800 lira olduğu günümüzde, 200 hatta 200 TL'nin altında sucuk inandırıcı değil. Firma ister yetiştirici ve üretici olsun. Yorumlara bakılırsa, eğer bu olumlu yazanlar kendileri değilse, alan memnun, satan memnun. Gördüğünüz gibi tasası da bana düştü.
Var bir anormallik ama bu anormalliği anlayabilmiş değilim. Kapasitem ve çapım el vermiyor.
Devletin, ürünlerinde tağşiş yapan firmaları günlük duyurduğu bir ortamda bu ucuz sucuklarla ilgili duyurusu var mı bilmiyorum. Ama devletin Afyon adına satışı yapılan bu ucuz sucukları mercek altına almasında fayda var hem de ivedilikle. En azından bu sucuklardan yiyen ya da yemek isteyen vatandaş ne yediğini bilsin.
Bu arada toptancı olmayayım. Tüm Afyon sucukları böyledir demiyorum. İçlerinde kaliteyi tutturmuş, marka olmuş ve makul fiyatla ürünümü satan firmalar vardır. Eğer 200 ve altı fiyata sucuğun kilosunu veren ürünlerde bir hile yoksa bu insanları da tebrik etmek lazım.
Parkur Kültürümüz
Pandemide başladığım hızlı, tempolu ve uzun mesafeli yürüyüşlerim sayesinde fazla kilo ve göbekten kurtulmuştum. Bu şekil tempolu yürüyüşlerim için tercihim genelde şehir dışı ve rampa yerler olmuştu.
Günlük yine yürüyorum ama bu sefer şehir içinde ve tempo düşürerek yürüyorum. Terlemeden yürüyüşlerimi de 8-12 bin adımla sınırlandırdım. İki yıldır böyleyim.
Gel gör ki dört günlük yarım pansiyon kaplıca seyahatim hem kilomu artırdı hem de göbeğimi çıkardı.
Göbekteki anormalliği gördüm. Tartıya bir çıkayım dedim. Ne zamandır 74-75 bandında olan ben terazide kendimi 78,80 gördüm. Yanlışlık olmalı deyip inip inip çıktım. Yanlışlık yoktu. Basbayağı kilo almıştım.
Ne yapayım ne edeyim, bu kilo ve göbekten nasıl kurtulayım demedim. Çünkü ne yapacağımı biliyordum.
Hemen o günün akşamında eşofmanımı giyip çıktım evden. En yakın Evliya Çelebi Parkı parkuruna yöneldim. Yürümüyorum. Adeta koşuyorum. Tıpkı eski günlerdeki gibi.
2000 adımlık mesafeyi kısa zamanda aldım. Park, akşamın serinliğinde kalabalıktı. Hiç oyalanmadan parkura attım kendimi. Hem öyle böyle yürümüyorum. Tempo namına Allah ne verdiyse tepiyorum. 800 metrelik parkuru bir turladıktan sonra ikinci tura başlarken turu kaç dakikada tamamlayacağımı öğrenmek için kronometreyi çalıştırdım. 6 dakika 50 saniye sürdü. 2,5 yıldır hamlığa rağmen iyi sayılırdı bu tempo. Gördüm ki eski tempodan bir şey kaybetmemişim. Bu da benim adıma sevindiriciydi. Az daha gayret edersem ayaklar açıldıkça eski tempomu yakalamam an meselesiydi.
Üçüncü turu yürürken ikinci süremi egale etmek gerekir deyip iştaha geldim. Ama bir önceki altı dakika elli saniyeyi yakalamak ve bu süreyi egale etmek ne mümkündü. Çünkü genişliği dar parkurda yok yoktu. Yürüyüşünü ters yapanı mı ararsın, köpeğini gezdireni mi, ağır ağır yürüyeni mi, mesire yeri gibi volta atanı mı, yolun ortasında dikilip sohbet yapanı mı, senin hızlı hızlı geçtiğini gördüğü halde önünden yavaş yavaş dikey geçeni mi, bisiklet ve BinBin süreni mi, çocuğunu o kadar boşlukta çocuk arabasına yerleştirmeyip yürüyüş yolunun ortasında bindireni mi, dört kişinin yürüyebileceği yolu iki kişinin, yanından ve arasından kimseyi geçirmeyecek şekilde parkura yayıldığını mı ararsın. İnan yok yoktu. Tam önünde yürüyenleri sollayıp gitmek istiyorsun. Karşıdan ters gelenler ve anlattığım örnekler ister istemez tempomu düşürdüğü için 3.4. ve 5. turlarımda ilk süreyi yakalayamadım. Ya bekledim ya parkurda çıkıp çimlerin üzerine basarak kah solladım kah sağladım. Şu var ki eski zamanlardaki gibi bir iyi terledim. Yalnız gördüm ki bizim insanımızda parkur kültürü yok. Her yürüyüş yapan kendi kural, kuralsızlık, kültür ve kültürsüzlüğünü parkurda sergiliyor. Hoş, hangi alanda oturmuş kültürümüz var ki parkur kültürümüz olsun. Benimki de laf yani. Hakkını yemeyeyim. Bir hızla geldiğini gören ve hisseden yürüyüş severler de vardı. Hemen çekidüzen verip ya da yanındakini kendine doğru çekerek yol açanlar vardı. Ama sayıları azdı.
Güzel ve yürümeye elverişli parkurdaki onca olumsuzluğa rağmen parkurun bir iyi yönü vardı. Hızlı ve tempolu yürümeye trafik cezası yoktu. Çünkü hız limiti konmamış. Araç trafiğinde ben böyle araç sürseydim, azami hızdan dünyanın cezasını öderdim. Çünkü her yerde radar, her yerde TEDES ölçümü var.
Beş turun ardından sırılsıklam olup aynı tempo eve gelirken tempomdan hiçbir kaybetmediğimi hissedince kendime öz güvenim geldi. Benim Hakan Çalhanoğlu ve İlkay Gündoğdu'dan nerem eksik dedim. Onların jübile öncesi çocukluk aşkı olan Galatasaray'da top koşturma özlemi depreşti ise ben ne güne duruyorum. Bende de var GS aşkı. Üstelik ben Hakan ve İlkay gibi transfer ücreti falan istemem. Fahri olarak GS'de top koşturmak isterim. Her ne kadar yaşım onlardan biraz fazla olsa da gençlere taş çıkartacak şekilde tempoma güveniyorum. Yeter ki sarı kırmızı formayı giyeyim. Yeter ki bana top şu desinler. Top nere, ben ora koşar dururum. Barış Alper bile hızıma yetişemez. Bakmayın yaşımın 62 olduğuna dedim durdum kendi kendime yol boyunca. Bu arada formayı İlkay'dan da Hakan'dan da kapacağıma inancım tam. Bildiğim kadarıyla yaş sınırı da yok. Bu durumda çocukluk aşkım GS'de oynamamam için hiçbir sebep yok. Belki futbolcu lisansım eksik olabilir. Onu da köklü kulübüm halleder diye düşünüyorum.
Gülmeyin bana. Bu kadar da değil demeyin. Yarın yaşını, başını almış kişileri ilk on birde gördüğünüz zaman bizim Ramazan bunlardan iyiydi dersiniz de iş işten geçmiş olur. Çünkü alındıktan sonra çıkmam sahaya.
Derdim parkur kültürüne değinmekti. Gördüğünüz gibi nerelere girip çıktım. Kimlere göz kırptım. Ne diyeyim, huyum kurusun. Bir de parkurlara parkur kültürü gelsin. Hele herkes bir yöne yürürken o tersinden gelenleri ve bunda inat edenleri Allah bildiği gibi yapsın.
Bu arada parkurlarda parkur kültürü yok diye köşeme çekilmeyeceğim. Göbekteki bu arızi durumu gidermek için ben yine yürümeye devam edeceğim. Ama parkurlarda ama başka sokak ve caddelerde.
23 Temmuz 2025 Çarşamba
Market Önündeki Dondurmacılar Niçin Yok?
Büyük marketlerin önünde Kahramanmaraş'ın farklı dondurmalarını satan sezonluk dondurmacılar vardı.
Gecenin geç vaktine kadar kiloyla ya da külahla dondurma satardı bunlar.
Evinde, gecenin sıcağında bunalmış, serinlemek isteyen insanımız evine yakın marketlerin önüne giderek dondurma alırdı.
Marketler önünde satılan bu dondurmalar gördüğüm kadarıyla ağzı kapalı dolaplarda satılıyor. Satış yapanlar da işinin ehli. Temizlik ve hijyene de azami gayret gösteriyordu.
Buralarda satılan dondurmalar merdiven altı üretim de değil. Kahramanmaraş’ın marka ürünleri. Pastanelere göre kilo satış fiyatları da makul seviyedeydi.
Buralarda çalışanlar da büyük ihtimalle sezonluk iş yapan insanımızdan başkası değildi. Sezonu değerlendirip evine üç beş kuruş katkı olsun diyen insanlardı. Belki de ek iş yapıyorlardı.
Marketler 23.00'de kapanmasına rağmen bu dondurmacılar geç vakte kadar insanımızın dondurma ihtiyacını gideriyordu.
Hangi marketin önünde tezgah açıyorlarsa büyük ihtimalle market sahiplerine bir miktar işgaliye veriyor olsalar gerek.
İnsanımızın işini gören bu market önündeki dondurmacıları bu sezon göremedim. Belki bizim marketin önündeki dondurmacı bu sezon açmamıştır diye daha önce başka yerde satış yapan yere baktım. Orada da yoktu aradığım dondurmacılar.
Nereden dondurma alayım derken bir ekmek fırınının önündeki kapalı yerde dondurma satışı yapan dondurmacı aklıma geldi. Oraya doğru giderken bir marketin önünde bekleşen market çalışanlarını gördüm. Belli ki marketi kapatmışlar. Kendilerini gelip götürecek bir akrabalarını bekliyor bu kız çalışanları.
Selam verip, hanım kızlar burada sizin marketin önünde geçen yıl dondurma satan biri vardı. Göremiyorum. Neden dedim. "Yasaklandı amca. Sattırmıyorlar artık. Burada satış yapana geçen sene kaç defa ceza yazdılar" dedi bir tanesi. Kim yasakladı? Valilik mi, belediye mi dedim. "Belediye" dedi. Sebep dedim. "Bilmiyoruz. Bundan sonra marketlerin içinde satış yapılacak. Bizim marketin içinde yer olmadığı için bizde satış yok" dedi.
Belediye dışarıda market önünde dondurma satışını niçin yasakladı?
Kaldırım ve yer işgali gerekçe gösterilmiş olabilir mi?
Dışarıda yapılan dondurma satışı temiz, hijyen ve sağlıklı görülmediğinden olabilir mi?
Belediye kaldırım işgaliye parası istedi de vermediler mi?
Bu dondurma satışından dolayı devlete vergi ödemedikleri için mi?
Marketler bu durumdan rahatsız olduğu için mi?
Gelip geleni rahatsız edecek şekilde kaldırım işgali ise çoğu marketlerin önü geniş. Hiçbiri gelip geçeni rahatsız etmiyor.
Temizlik ve hijyen yönünden sokakta satılan dondurmalar gibi değildi bu dondurmacılar. Temizliğe azami gayret sarf ettiklerini düşünüyorum.
Devletten vergi kaçıran kimseler de değil. Hepsinde nakit satışın yanında post makinesi de vardı.
Önünde satış yaptıkları marketlerin bu dondurmacılardan rahatsız olduklarını düşünmüyorum.
Eğer kaldırım ve yer işgali ise belediye, dükkan dışında kaldırıma sarkmış hiçbir ürünün teşhir edilmesine izin vermemeli. Bunu sadece dondurmacılara değil, her esnafa uygulamalı.
Dışarıdaki dondurma satışları mikrop riskini barındırıyorsa, belediye dışarıda hiçbir ürünün satışına izin vermemeli. Mesela cadde, sokak, park, bahçe ve cami önlerinde aşure ikram edenlere de izin vermemeli. Öyle ya madem halkın sağlığı düşünülüyor. Pekala aşure ikramları da temiz ve hijyen olmayabilir.
Her ne sebeple yasaklandı ise sebep ve gerekçesini bilmiyorum. Yasağı da çok mantıklı görmüyorum. Belediyenin bu yasağı gözden geçirmesinde yarar görüyorum.
22 Temmuz 2025 Salı
Nasıl Poz Vereceğinizi Görün!
Eller cepte verdiği bu poz dikkatimi çekti.
Bu görüntüsüyle başkan daha dün ben de sizin gibiydim. Başkan olun siz de böyle yapın, böyle poz verin der gibi.
Bir poz nasıl verilir, görmedi iseniz görün diye sizler için bu fotoğrafı seçtim. Olur ya bir gün belediye başkanı olursunuz, nasıl poz vereceğinizi bilemezseniz, acemilik çekmeyesiniz diye sizler için fotoğrafladım. Unutmayın, ellerin cepte olmasına dikkat edin.
Bir de belde belediye başkanı olduğunuz zaman böyle eller cepte poz vereceksiniz. Bir ilçeye, ile veya büyük şehire belediye başkanı seçilirseniz, inan nasıl poz verilir, bunu şimdiden kestiremiyorum. Sadece sizler için yorum yapabilirim. Bir belde başkanı böyle eller cepte poz veriyorsa, diğer başkanlıklarda yine eller cepte bir iyi gamıdır mısınız, ayakkabıların arkasına mı basarsınız, ceketi omzunuza mı atarsınız, onu siz daha iyi bilirsiniz. Ama nasıl poz verileceğini bence en iyi bu başkan bilir. Bunu bilmek için de bu genç başkanı bir büyük şehire başkan yapmak lazım.
Bu arada pozu veren vermiş, fotoğrafı çeken çekmiş, otobüs durağına yapıştıran yapıştırmış. Bu muhteşem üçlüyü (çekinen, çeken ve yapıştıran) tebrik etmek lazım.
Bir de belediye başkanı olursanız, pozdan sonra fotoğrafınızı yapıştırdıttığınızda "Hoşgeldiniz" derken bunun " Hoş geldiniz" şeklinde ayrı yazılmasına dikkat edin. Lütfen Türkçemizi katletmeyin.
20 Temmuz 2025 Pazar
Termal ve Oruç
19 Temmuz 2025 Cumartesi
Beş Litrelik Su ile Banyo
Sureti Haktan Görünen Bir Profil
16 Temmuz 2025 Çarşamba
Tek Tip Kıyafet Israrımız
Milli Eğitim Bakanı'nın açıklamasına göre 2025-2026 öğretim yılından itibaren ilk, orta ve lise öğrencilerine okul forması zorunluluğu getirilecek. Şayet bir erteleme söz konusu olmazsa.
Şimdiye kadar nasıldı, zaten öyle değil mi idi derseniz, okullarda okul forması vardı. Fakat bu forma tercihi, velilerin yüzde 51'inin serbest kıyafet ya da okul forması tercihine bağlı idi. Artık bu karara göre veliye görüşü sorulmayacak.
Gerçi velilere sorulduğu zaman velilerin kahir ekseriyeti zaten okul forması tercihinde bulunuyordu.
Okullarda tek tip okul formasını, öğrenciler dışında veliler, öğretmenler, idareciler, forma ticareti yapan firmalar ve vatandaşlar istiyor.
Forma olsun diyenler, okullarda düzen olsun, güvenlik sağlansın, öğrenci absürt kıyafetle gelmesin, zengin ve fakir çocuğu ayrımı olmasın düşüncesindeler.
Forma ticareti yapan firmalar da forma olsun ki bizim işimiz yürüsün. Bu sektörde çalışan az sayıdaki firma okul sezonunda para bassın düşüncesindeler.
İşin garibi beden öğrencinin, formayı öğrenci giyecek, zevkler ve renkler tartışılmaz dense de öğrenciye söz hakkı yok. Öğrenciler de son raddeye kadar bu formayı giymemek için direniyor. Kaçak göçek içeri girerim düşüncesiyle okula gelen öğrenci, idareciye yakalandığı zaman formam çantamda deyip gösteriyor. Derse girmeden elbise değişikliği yapıyor. Çoğu öğrencinin çantasında ya okul forması ya da sivil kıyafet var. Okul çıkışı okuldan çıkmadan sivilleri wc'ye girip değiştiriyor.
Okul idarecileri ve öğretmenlerin giriş ve çıkışlarda, teneffüs aralarında kıyafet kontrolü yaygındır. Okul müdürleri ise Allah'ın günü eline mikrofonu alır, şu günden itibaren okul kıyafeti olmayanı okula almayacağım uyarısı yapar.
Gören de veli, firma, müdür, öğretmenler ve üst düzey yöneticilerin gözünde eğitim ve öğretimin sorunu okul kıyafeti sanır. Şu öğrenciler direnmeyip okula okul formasıyla gelseler eğitimin hiçbir sorunu kalmayacak. Forma satışı yapanlarla birlikte anneler de çok sevinecek. Çünkü okul forma zorunluluğu olunca, çocuğu sabah sabah "Anne ne giyeyim" diye kendisini tatlı uykusundan uyandırmayacak. Çocuk kalkıp dolaptaki formasını giyip sessizce evden çıkacak.
Çocuk sessizce nasıl çıksın, daha kahvaltı yapacak demeyin. İstisnalar hariç evlerde kahvaltı yapan pek çocuk kalmadı. Ekseriyeti kahvaltıyı okul yolunda ya da sınıfta yapıyor. Aslında okul formasından önce okullardaki en büyük sorun kahvaltı sorunu. Herkeste mazeret hazır. Efendim, o saatte kahvaltı yapasım gelmiyor deniyor. Aslında sınıf ortamında simit, poğaça, dengesiz ve sağlıksız beslenmenin başlıca iki atıştırmalığı. Okula aç be aç gelen çocuk yol üzerinden aldığı bu iki ana menüyü ya teneffüste ya derste hocanın karşısında gizli ya da alenen yiyecek. Yarı gevip yutacak. Başka da yolu yok bunun. Gerçi bu sorun sadece çocukların değil, çalışan anne ve babaların çoğunun bir sorunu. Onlar da çocuklarından farklı değil. Çoğu işyerinde ya da arabasıyla giderken simitle geçiştiriyor kahvaltıyı.
Neyse görünen o ki ülkenin kahvaltı diye bir sorunu yok. Boşu boşuna gündeme getirmeyeyim. Biz dönelim en önemli görülen okul forması sorunumuza.
Bu konuda çok yazdım. Çok üzerinde durmayacağım. Ama şunları da yazmadan edemeyeceğim. İster milli eğitim camiası ister veliler, okul formasıyla ilgili ne sebep söylerlerse söylesinler, bilsinler ki öğrenciler tek tip kıyafetten hoşnut olmuyor. Tiksinti duydukları formaların içine onları hapsediyoruz. Hepimizin amacı çocuklarımızın mutluluğu ama serbest kıyafetle gelme mutluluğunu onlardan esirgiyoruz. Aslında her tek tip kıyafet tek tip insan yetiştirmek gibidir. Bir sürü psikolojisidir, kolaycılığa kaçmaktır. Onlardan birey olmasını esirgemektir. Daha küçük yaşta özgürlüklerini kısıtlamaktır.
Kimse kusura bakmasın, okul forması adı altında forma ticareti yapan firmalara teslim olunuyor. Abarttın demeyin. İlk serbest kıyafet uygulamasını Bakan Ömer Dinçer getirmişti. Öğrenciler serbestçe okullara gelmeye başlamıştı. Böyle bir zamanda forma satışı yapan bir firma sahibi, "Ramazan abi, serbest kıyafetle birlikte bizim satışlar bıçak gibi kesildi. Sinek avlamaya başladık. Olmayacak böyle dedik. Ankara'ya gidip gele veli tercihi kararını çıkarttık. İşler tekrar yoluna girdi şükür" demişti. Bu anekdot bile firma sahiplerine boyun eğmenin bir örneğidir. Burada forma konusunda firmaların baskısı var. Milli eğitim de buna boyun eğiyor anlamı çıkmasın. Herkesi tenzih ederim. Ama bilerek veya bilmeyerek firmaların dediği oluyor. Bu arada forma satışı yapan firmalara kızıyor değilim. Onlar da ekmeğinin peşinde.
Okul formaları da ah bir iş görse. Görselliğinin dışında çok bir işlevi yok. Çünkü kış geldi mi okul formalarının üzerine mont veya kalın bir şey giymek zorunda kalıyor öğrenci. Okuldan biri nerede senin forman dediği zaman gömleğin altındaki formayı gösteriyor. Bu durumda ne anladım ben formadan. Sadece giydirmiş olmak için galiba. Çünkü triko türü okul formaları yazın yakıyor, kışın donduruyor. Yani hiç sağlıklı değil. Bir iyi yönü var, diğer kıyafetler gibi pahalı değil, çabuk eskimiyor. Yıka yıka, giy. Ütü derdi de yok.
Bir de forma giydin, giymedin yüzünden niye hep okul idarecileri ve öğretmenler durmadan forma kontrolü yapmak zorunda olsun. Çünkü bu, bir nefreti beraberinde getiriyor.
Neyse karar verilmiş, benim dediğim olmayacak. Bari forma zorunlu olacaksa,
Okul idarecileri, lütfen kıyafetin üzerine okul arması işletmeyin. Rengin dışında yazı, çizi olmasın. Olur ya bazı çocuklar okul dışında da bu formayı elbise niyetine giymek isteyebilir.
Her okul ayrı ayrı okul forması belirleyeceğine, tüm Türkiye'de veya her şehirde her okul kademesi için tek tip okul forması belirlensin. Çünkü nakiller çok oluyor. Çocuk okul değiştirdikçe yeni forma almak zorunda kalabiliyor.
Biliyorum, katılmadınız bu düşünceme. No problem. Ama şu var ki bu ülke insanı kaportadan pardon kıyafetten çok çekti. Gelin şu çocuklara çocukluklarını zehir etmeyelim. Denetimli serbestlik çerçevesinde onları hayata hazırlayalım.
15 Temmuz 2025 Salı
Genç İşsizlerde Derecemiz
Avrupa ülkeleri arasında 2024 yılına ait işsiz üniversite mezunları istatiği önüme düştü. Saydım. 34 ülke içerisinde Türkiye'yi bulmada zorlanmadım. Çünkü 9,2 ile ilk sırada yer bulmuşuz. En yakın takipçimiz Bosna Hersek'e 1,4 fark atmışız. Daha yakın zamanda battı diye duyduğumuz Yunanistan 7,3 ile üçüncü sırada. Bu ülkeye bile neredeyse 1,9 fark atmışız. İşsizlik yüzdesi en düşük ülkelere baktım. 1,4 ile Polonya ve Çekya'yı gördüm.
Gönül isterdi ki bu istatistik sıralamasında ülkemiz en altlarda olsun. Gel gör ki bu iş gönül ile olmuyor.
Şu var ki bu tablo üzücü. Her türlü işsizlik kötü ve istenen bir durum değil ama üniversite mezununun işsiz kalması en kötüsü. Çocuğumuz 22-24 yaşına kadar okusun. Ondan sonra da işsiz kalsın. Kendi bitirdiği sahasında iş bulamazsa, bu üniversite mezunlarına iş bulmak çok zor. Ne bu gençler gidip bir yerde çalışabilir ne de bir işyeri gel burada çalış der. Öyle ya bu gençler nerede çalışır, kim iş verir.
Üniversite mezunları arasında bu yüksek işsizlik oranı, bir zamanlar okumadığıma eşekler gibi pişmanım pişmanlığından, okuduğuma eşekler gibi pişmanım pişmanlığını şimdiki gençler dillendirirse hiç şaşırmam.
22-24 yaş aralığında mezun olduktan sonra işsiz kalacağını bilen bir genç hayata dolu dolu bakamaz. Önünü göremez. Ne yapıp ne edeyim diye ancak kara kara düşünür ve bir karamsarlık hakim olur. Kolay kolay ev-bark sahibi olmaya yanaşmaz. Haliyle bu işsizlik oranı gençleri geleceğe umutla bakmaya sevk edemez.
Bu yüksek işsizlik oranı ülkemizde her alanda olduğu gibi insan kaynağı yönünle de bir planlamamızın olmadığının bir göstergesidir. Halbuki devletin ilgili kurumu her yıl hangi branş, meslek ve okul mezunlarının önümüzdeki beş yıl sonra kamu ve özelde ne kadar istihdama ihtiyaç olduğunu pekala açıklayabilir. Ama yapılmıyor. Çünkü devlette, "Ben gençlerin okumadı için üniversite ve fakülte açarım. Okumalarının önünü açarım. Gerisine karışmam" anlayışı hakim. Bu anlayış teşbihte hata olmasın şuna benzer. Bir anne babanın çocuğunu doğurduktan sonra ben ona bakmak zorunda değilim demesine benzer. Bu durum yine “Saldım çayıra, Mevla kayıra” sözüne benzer.
Yeniden işsizlik oranına dönersem, Avrupa ülkeleri arasındaki üniversiteli işsiz şampiyonluğumuz tek şampiyonluk değil. Enflasyonda, hayat pahalılığında, faiz oranında, telefonla konuşma ve mesajlaşmada, sosyal medya kullanmada, çay ve sigara tüketiminde, değil Avrupa’da, dünyanın en başlarındayız.
Tüm bu durumumuz plansızlığımızdan mıdır, ihmallerimizin bir sonucu mudur, beceriksizliğimizin bir göstergesi midir bilinmez.
Ne edersin ki biz buyuz. Başka da bir şey beklenmesin bizden. Böyle gelmiş böyle gideceğiz. Sanırım bize biçilen rol bu. Bu rolde altta kalanların canı çıksın, kalan sağlar bizim anlayışı maalesef içimize işlemiş. Hem öyle işlemiş ki biz geldik gidiyoruz. Bizim çocuklarımız ve torunlarımız da aynı sorunlarla boğuşmaya devam edecek. Gündem çabuk değişse de bu gündem bizden bir parça olarak nesilden nesile aktarılacak. Gözüm iyi görmediğinden midir, burnum koku kalmadığından mıdır, önümü göremiyorum. Benim zaviyrmden durum bu. Siz nasıl görüyor ve okuyorsunuz bilmem.