30 Nisan 2025 Çarşamba

Vicdanlara Bırakılan Değerler

Deprem, sel baskını, yangın, dolu gibi doğal afetler olduğunda, ramazan orucunda ve kurban bayramında fiyatlar katlanır.

Böylesi durumlarda insanımız, "Bunlar fırsatçı. Ahlak, Allah korkusu ve vicdan yok" gibi serzenişlerde bulunur.

Bu durum yani fırsatçılık bildim bileli böyle.

Peki, insanımızda Allah korkusu, ahlak ve vicdan olduğunda fırsatçılık olmayacak mı?

Kanaatime göre yine olur. Çünkü insanımızın eline fırsat geçmeye görsün. Mutlaka değerlendirmek ister. Fırsatçılık yapan kimse de "Serbest piyasa değil mi? İstediğime satarım. Üstelik maliyetler arttı. Çoluk çocuğumun rızkını da düşünmek zorundayım. Sonra dövizin durumunu görmüyor musun" gibi gerekçeler üretir.

Durum bu iken "Ahlaklı nesil yetiştirmek lazım. Dindar nesli çoğaltmak lazım" demek suretiyle bireyin eğitilmesinin gerekliliğine vurgu yaparız.

Elbette çocuklarımız milli ve manevi değerlerle yetişsin. Dindar olmaları için gerekli çabayı gösterelim. Ama tek başına dini eğitim, dindar nesil, milli ve manevi değerlere bağlılık, barış ve huzurun gelmesi ve fırsatçılığın kalkması için yeterli olamaz. Çünkü kişilerin vicdanına ve insafına bırakılan bu değerlerin bir yaptırımı yoktur. Yaptırımı olmayan değerlerin ise toplumda çok bir etkisi olmaz. Herkes bildiğini okumaya devam eder.

Çocukların eğitimi için çaba sarf ederken bir taraftan da denetim ve yaptırımın olduğu müeyyideleri kanun maddesi haline getirmek gerekir. Kanuna koymak yeterli mi? Yeterli olmaz. Çünkü uygulanmayan kanun da tıpkı ahlak, Allah korkusu ve vicdan gibi olur. Bu yüzden konan kanun tavizsiz bir şekilde uygulamaya konmalıdır.

Kanunlar tavizsiz uygulansa, uymayanlara cezayı müeyyide uygulansa toplum düzelir. Değilse bir arpa boyu yol alamayız. Yine aynı konulardan şikayetçi olmaya devam ederiz.

Mesela ÖSYM her sınavın kılavuzunu her yıl yayımlar. Nelerin yasak olduğu kurallarını belirler. ÖSYM koyduğu kuralların uygulanıp uygulanmadığının denetimi yapar. Tüm kuralları tavizsiz uygulatır.

Kanunla belirlenen kurallar da tıpkı ÖSYM gibi olmalıdır.

Bir başka örnek vermek istersek, Zambaklar ülkesi diye bilinen Finlandiya halkı, bir zamanlar kaba, saba kişilerden oluşurken konan kuralların uygulamasıyla o kaba, saba diye bilinen halk kendine çekidüzen vermiştir. Devlet bu işi kanuna koyduğu ağır müeyyide ile çözmüştür.

Bizim ülke insanımızın Beyaz Zambaklar ülkesi gibi olmaması için hiçbir sebep yok. Devlet kanuna koyduğu kuralların denetim, uygulama ve müeyyidesini belli bir süre ÖSYM’ye bıraksa ya da ÖSYM benzeri bir mekanizma kursa, kısa zamanda büyük mesafe alırız.

Örnek Bir Dini Lider

Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa Francis, 21 Nisan Pazartesi günü 88 yaşında hayatını kaybetti.

Vefatının ardından hakkında yazılıp çizilenler şunlar:

12 yıllık papalık görevi için maaş almayı reddetmiş. Maaşını kilise fonlarına ve hayır işlerine harcamış.

Papalık Sarayı yerine misafirhanede kalmayı tercih etmiş.

Sade kıyafetler giymiş.

Üzerinde kayıtlı hiçbir mülk bırakmamış.

Kişisel banka hesabı da yokmuş.

Geride sadece 100-150 dolar para bırakmış.

Papa Francis inancı kendisine. Yalnız görünen o ki imkanlar içerisinde yoksulluğu seçmiş. Ne yer ne içersem kâr, günümü gün edeyim dememiş. 

Aldığı veya kiraladığı araba ile anılmamış. 

Kısaca Francis itibardan tasarruf olmaz dememiş.

İnancı kendisine Papa’nın. Yalnız mütevazı ve sade yaşantısı, başta din adamları olmak üzere devlet başkanlarına da örnek olacak türden.

Papa arkasında yüklü miktarda servet bıraksaydı, sağlığında tahsis edilen sarayda kalsaydı, öyle zannediyorum, bu kadar dikkat çekmezdi.

Ümit ediyorum ki Francis’in bu sade yaşantısı örnek alınır.

Gönlüm isterdi ki örnek verdiğim kişi Papa değil de bizden biri olsun. 

Ne diyelim, darısı bizdeki Diyanet İşleri Başkanına, tarikat şeyhlerine, devleti yönetenlere... 

29 Nisan 2025 Salı

Her Telden Kısa Kısa

"Biz Anaplaşmayız" diyenler farkına varmasa da hızla Anaplaşma yolunda ilerliyor. Sanırım iyice küçülünce anlayacaklar.

"Ben istesem sigarayı hemen bırakırım" diyenler aramızda çok sayıda varlar. Bugüne kadar pek azı hariç sigara içmeye devam etmektedir.

"Ben şununla asla görüşmem. Aynı masaya oturmam" diyenler bir bakmışsın oturup görüşme yapıveriyor.

"Ölürse cenazesine gitmem. Ölürsem de cenazeme gelmesin" deyip de sonra sarmaş dolaş olan niceleri vardır.

Bir üründe zam iddiası ortaya çıktığında, bir yetkili, "Zam yok. Bu tür haberlere itibar etmeyin" diyorsa bilin ki o ürüne zam gelecektir.

Bir sınavın son başvuru tarihi ile ilgili "Sınav tarihinde uzatma yapılmayacaktır" açıklaması yapılıyorsa bilin ki o sınavın tarihi uzatılacaktır.

"Kilo vermem lazım. Bugünden itibaren perhize başladım" diyenlerin çoğu, nefis bir yemek görünce daha başlamadan perhizi bozarlar. Göbekten belli değil mi perhize başlamadıkları.

"Verdiğim bu karardan dolayı kimseden emir almadım" diyen biri, mutlaka emir ve talimat almıştır.

Piyasada trolden dert yanan nicelerinin bir başkasının trolü olduğundan haberleri yok.

Fikri, zikri, düşüncesi ne olursa olsun, konuşmada herkes dürüst. Ama bu dürüstlük denenmemiş dürüstlüktür. Çoğumuzun eline fırsat ve imkanlar geçtiği zaman dürüstlüğü buzdolabına kaldırıyoruz. Bu demektir ki dürüstlüğümüz yokluktanmış.

Sevginin ve nefretin aşırısı gözleri kör eder. Haddinden fazla gösterilen sevgi kişiyi şımartır. Aşırı nefret de yapılan doğruları perdeler.

Kutuplaşmanın olduğu yerde barış, huzur ve güven olmaz.

Yapacak şeyi kalmayıp kendini tekrar edenlerin koltukta ve ayakta kalması düşman üretmesine bağlıdır. Düşmanla korkutarak koltuğunu sağlamlaştırır.

Başarısızlıklarına kılıf bulanların topluma zarardan başka verebilecekleri bir şey yoktur.

Hayatını oluşturduğu algılar üzerine kuranlar kadar tehlikelisi yoktur.

Başarı için her yolu mubah görenlerin hiç omurgası yoktur.

Zikzak çizenler el üstünde tutuluyorsa o toplumun vay haline.

Eleştiri kültürü gelişmeyen toplumlarda gelişme olmaz.

Yargının silah ve had bildirme aracı olarak kullanılan toplumlarda adalet olmaz.

Milli ve manevi değerleri ve dini kendi malı görenler o değerleri süfli emelleri için kullanarak değerlerin altını oyar. Bu değerlere en büyük zararı da bunlar verir. 

Çıt Çıt Çıt

“Çekirdek çitleyenlerin iş ciddiyeti, bu ülkenin hiçbir önemli sektöründe yok!”

Hepimiz çekirdeği ne şekilde çitlediğimizi iyi biliriz ama bunu tespit de çok önemli. İşte bu güzel ve yerinde tespiti Gökhan Özcan yapmış.

Şimdi gözümüzün önüne çekirdek çitleyenleri bir getirelim. Tespitin ne derece haklı olduğunu anlarız.

Çekirdek öyle bir şey ki başlandı mı bitinceye kadar çitlenir. Tadı damağımızda kalır. Olsa da daha çitlesek deriz. Çitlerken çenemiz yorulur ama çitlemede yine devam ederiz.

Çitlerken çoğu zaman muhabbet de olmaz. Sadece çıt çıt çıt ya da çit çit çit sesi gelir. Çitledikçe iştaha geliriz. Bir hızla alır, ağzımıza koyar, çitleriz.

Çitleme hızımıza kimse yetişemez. Aramızda çitleme yarışması yapılsa çoğu berabere biter. Yenişemeyiz.

Çitlediğimiz çekirdeğin kabuğu ise önümüzde saman yığını gibi yığılır kalır. Ah bir de yerlere atmasak çok iyi olur. 

Çekirdek bittiği için gözümüz biriken çekirdek kabuğuna kayar. Vay be bu kadar çitlemiş miyiz deriz.

Yeniden Gökhan Özcan'ın cümlesine gelirsek, çekirdek çitlemedeki iş ciddiyetini hayatın diğer alanlarında göstermediğimiz bir gerçek.

Çalışma tempomuzu değiştirmeye ve çekirdek çitlemedeki azim, gayret ve iştahımızı hayatın her alanına yaymaya ne dersiniz? İşte o zaman kim tutar bizi.

Düşünsenize, çekirdek çitlemede gösterdiğimiz çaba, gayret ve eforu, işimizde göstersek, bir fabrikanın seri üretimi gibi mal üretiriz. Ülkenin her bir yeri ihtiyaç fazlası ürünle dolar taşar. Ülkemiz ihracat rekoru kırar. Cari açık kapandığı gibi cari fazlası veririz. Ülkede ne enflasyon olur ne hayat pahalılığı. Ülkenin ekonomik sorunu diye bir sorunu kalmaz. Fert başına düşen milli gelirimiz çok yüksek olur. Ülke olarak gelişmekte olan ülkeler arasından gelişmiş ülkeler ligine yükseliriz.

Sığındığımız Mazeretlerin Kökeni

Başta siyaset ve spor olmak üzere hayatın her alanında bir başarısızlık söz konusu olduğu zaman çoğumuzun ilk başvurduğu şey, başarısızlığa kılıf bulmak, mazeretin arkasına sığınmak ve gerekçe uydurmaktır.

Ekonomik sıkıntılar için dış güçlere işaret edilmesi, futboldaki başarısızlık için yapı ve sisteme dikkat çekilmesi, sınavdan düşük not alan öğrencinin öğretmeni suçlaması, aklıma gelen örneklerdir.

Başvurduğumuz bu yöntem, topu taca atmak ve sorumluluğu almamaktır. Başarısızlığı halının altına süpürmektir. Suçu başkasının üzerine yıkmaktır. Parmağı kendimize yöneltmemiz gerekirken parmağımızla başkasını göstermektir. Benim bu konuda bir hata ve yanlışım yok demektir.

Bu yaptığımız günü kurtarmak ve kendimizi temize çıkarmak ve ego tatmininden başka bir şey değildir.

Başarısızlıkta türlü türlü gerekçe bulmak yerine "Biz şunları şunları eksik yaptık. Hata bizde" deyip sorumluluğu alarak özür dilemek bir erdemdir halbuki. Toplum da hata ve yanlışıyla yüzleşeni, özeleştirisini yapanı affettiği gibi takdir eder.

Durum bu iken kendimize toz kondurmama adına bin bir türlü mazeret ve gerekçe üretmek neyin nesi? Bu kadar bahaneyi biz nereden öğrendik? Neden öğrendiğimize dair aklıma çocukluğumuz geliyor. Sanki kökeni çocukluğa kadar uzanıyor.

Şimdilerde kaldı mı bilmiyorum. Eskiden çocuğumuz düştüğünde veya kafasını bir yere vurduğunda basardı ağlamayı. Anne ya da baba koşarak çocuğunu düştüğü yerden kaldırır. Ağlama sesi biraz kesilse de yine de devam eder. Çocuğumuz ağlamayı kessin diye "Ah seni ah seni" diye ayağıyla yeri tepeler. Bir bakmışsın, çocuğumuz ağlamayı kestiği gibi gülmeye başlar.

Niye gülmesin? Düşmenin ya da masaya vurma eyleminin suçlusu tespit edilip cezalandırılmıştır. Çocukta hiç suç bulunmamıştır. Bu yönüyle gülmek çocuğun hakkıdır.

Sadece çocuk değil, bizim de keyfimize diyecek yok. Çünkü bu yol ile çocuğumuzu ikna ettik. Hepimiz şu ya da bu şekilde ağlayan çocuğumuzu bu şekilde susturmuşuzdur.

Hepimiz biliyoruz ki çocuğumuzun düştüğü yerin bir suçu yok. Ama biz böyle yaparak suçu yere atıyoruz.

Bu yaptığımız, çocuğun belleğine işleyerek büyüdüğünde ortaya çıkar diye düşünmedik. Sadece günü ve o ânı kurtarmak istedik.

Daha bir şey anlamaz dediğimiz bu yöntem çok masum gibi görünse de çocuğumuzu bir kandırmacadır. Kısaca çocuğumuzu kandırıyoruz.

Çocuk bu yaşta anlamaz mı? Belki anlamasa da çocuklar fotokopi makinesi gibidir. O anda hafızaya alır. Yeri geldiği zaman kullanır.

Nasıl kullanır? Büyüyüp zorda kaldığında, herhangi bir alanda başarısız olduğunda mazeret üreterek, gerekçe bularak.

Siz ne dersiniz bilmiyorum. Ama mazeret ve gerekçelerin arkasına sığınmanın kökeni sanki çocukluğumuzda günü kurtarma ve bizi ikna etme adına yapılan ve masum bildiğimiz pansuman tedbirlerde gizli gibi.

28 Nisan 2025 Pazartesi

Tavafa Vakit Bulamayan Kulüp

Büyük takımları çalıştırmış. Kulüplere kazandırdığı birçok kupa ile nam salmış. 

İstenen başarı gelmeyince de kulüpler yol vermiş. Kaç kulüpten yüklü tazminat almış. Kazandığı kupaların yanında aynı zamanda aldığı tazminatlardan dolayı tazminatör diye anılıyor. 

Ünü dünyayı sarmış bu teknik direktörü, yıllardır şampiyonluğa hasret FB transfer etti. Transferi büyük ses getirdi. 

FB'nin istediği şampiyonluktu.

İstediği tüm futbolcular transfer edildi. 

Türkiye kamuoyu ve FB camiası bu yılı açık ara şampiyon kapatacakları umudunu taşıdı.

Para ve transfer sorunu olmayan bu kulübün başarılı geçmişi olan bir teknik direktörle şampiyon olmaması için hiçbir sebep yok. 

Gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymadı. FB, ligin bitmesine beş hafta kala GS'nin beş puan gerisinde. 

Aksi bir durum olmadığı müddetçe FB bu sene de hedefine ulaşamayacak görünüyor.

FB niçin şampiyon olamadı? 

Bence FB'nin başarısızlığının en büyük müsebbibi teknik direktör. Çünkü bu teknik direktöre helva yapacak her malzeme verildi. Bu teknik direktöre düşen, bu iyi malzemeden güzel bir helva yapmasıydı. 

Ama yapmadı ya da yapamadı. Çünkü kulübünden ziyade kulüp dışıyla uğraştı. Rakibini gündemde tuttu. Ülke futbolunu küçümsedi. İyi futbol ve başarılı sonuç alamamasına rağmen kendisiyle ilgili hiç özeleştiri yapmadı. Burnundan kıl aldırmadı. Bakışıyla, duruşuyla, konuşmasıyla herkesi küçümsedi. 

Kulüp yöneticileri de başarısızlığın nedenlerini teknik direktöre soracağı yerde onlar da oyun dışıyla uğraştı. Yapı var. Biz bu yapıyı kıracağız deyip durdular. İyi oyun oynayamıyoruz diyecekleri yerde yapıyla uğraştılar. Rakibimiz korunuyor dediler. Yabancı VAR dediler oldu. Yabancı orta hakem istediler. Bu istekleri de oldu. 

Görünen o ki kulübün yönetim ve teknik heyeti maçtan ziyade yapıya kafa yordular. Maça bir türlü gelmediler. Hep yenilgiye ve başarısızlığa gerekçe buldular. Seyircilerinin çoğunu da buna inandırdılar. 

Elbette bir haksızlık varsa dile getirilip mücadele edilecek. Ama oyun maçta oynanır deyip maçlara iyi odaklanmalıydılar. Ama görünen o ki tabir yerinde ise şeytan taşlamaktan tavafa vakit bulamadılar. Olan da Fenerbahçe taraftarına oldu. 

27 Nisan 2025 Pazar

Ne Günlere Kaldık!

Bazen rastgele kısa YouTube videolarını açarım. Önüme, sevgilin var mı diye kızlara mikrofon uzatıldığı videolar düşer.

Eğer sevgilim var derse, "Gel seninle bir bahse girelim. Sevgiline, ekibimizden bir kız arkadaş gönderelim. Sevgilinin seni aldatıp aldatmadığını test edelim. Sevgilin seni aldatmazsa, bizden on bin lira nakit kazanacaksınız" diyorlar.

10 bin hediyeyi duyan ve sevgilisinin kendini aldatmayacağından emin olan kızlar da "Tamam. Bir deneyelim. Ama beni aldatmaz. Çünkü biz birbirimizi çok seviyoruz. Bu vesileyle alacağımız on bin lira hediye ile de birlikte bir şeyler yaparız" deyip teste razı oluyorlar.

Sonra kız, sevgilisini bir yere buluşmaya çağırıyor. Erkek tamam deyip belirtilen yere geliyor. Kız telefonla arayarak gelemeyeceğini söylüyor.

Erkeğin olduğu yere ekipten bakımlı ve güzel bir kız gönderiliyor. Kız bir şekilde erkeğe yaklaşıp tanışıyor. "Sevgilin var mı" diye soruyor. Erkek, "Yok" diye cevap veriyor. "Kalacak yerim yok" diyor ekipten kız. Erkek, "Bizim evde kalırız" diyor.

Tüm bu olup bitenleri, erkek sevgilisini on bin lira karşılığında test eden kız da ekiple birlikte kameradan izliyor.

Sonuç, erkek kız arkadaşını kandırıyor, ihanet etmiş oluyor. Bu durumu gören kız da "Nasıl yapar? Hiç beklemezdim" gibi tepkiler veriyor.

Hasılı, sevgilisini on bin lira karşılığında test eden kızımız on binden de oluyor, sevgilisinden de.

8-10 kadar bu şekil video izledim. Bir kişi dışında hanımını ya da sevgilisini aldatmayan görmedim. Aldatmayan da ekipten kızı görmeden telefonla reddetti. Öyle zannediyorum, bu şekilde hazırlanmış videoların kahir ekseriyeti aldatma ile son buluyor.

Aynı kanal mı bilmiyorum. Bir başkası da eşini ya da sevgilisini ortak arkadaşla test ediyor. Ortak arkadaşları erkeği arıyor. "Senden çok hoşlanıyorum. Ama bunu bugüne kadar itiraf etmedim. Bundan X'in haberi olmasın. Buluşalım mı" diyor. Erkek de ben de sana karşı boş değilim" deyip buluşmaya karar veriyorlar.

YouTube'da yer verilen bu tür testlerin gerçekliği var mı yoksa bir kurgu mu bilmiyorum. İster gerçek ister kurgu olsun, bu tür videoları hiç doğru karşılamadığımı söylemeliyim. Çünkü burada erkeğe bir kumpas kuruluyor. Erkek milleti değil mi? Hepsi aynı, imajı verilmek suretiyle erkeklerin sevgililerine sadık olmadığı algısı oluşturuluyor. Bir diğer husus, bir, iki yıl sevgili olan ve evlenmeye hazırlanan kişilerin evlilikleri başlamadan bitiyor. Burada, "Bu tür testler iyidir. Evlendikten sonra aldatacağına, kızlar evlenmeden önce sevgililerinin gerçek yüzünü görüyor denebilir. Buna bir başkası ile sevgili olduktan veya evlendikten sonra o erkeğin aldatmayacağının bir garantisini kim verebilir diyebilirim.

Her şeyden önce erkeğin sadakatini test üzerine yapılan bu tür çekimler teşbihte hata olmasın, eşeğin aklına karpuz kabuğu getirmeye benzer. Çünkü eşek tok da olsa çok sevdiği karpuz kabuğunu tokum diyerek reddetmez ise erkeğin de hiç aklında yok iken güzel ve bakımlı kızı kumpas olarak erkeğe göndermek hiç doğru değil.

Yavru Vatan Üzerinde Ne Pişiriliyor? *

Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan'ın, Güney Kıbrıs Rum devletine elçi ataması, bir ortaokul öğrencisinin başını örterek derslere girmesi, epeydir gündemimizde olmayan KKTC'yi kısacık da olsa gündemimize girdirdi.

Açtığım TV kanalında da bu konu konuşuluyordu. Konuşmacılar arasında Rauf Denktaş'ın oğlu Serdar Denktaş ve Sabahattin İsmail adında Kıbrıslı bir gazeteci de vardı.

Erol Mütercimler ile Nevzat Çiçek sordu. Serdar Denktaş ile Sabahattin İsmail cevapladı.

Aklımda kaldığı kadarıyla söylenenleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Serdar Denktaş, "Türkiye'de başörtüsü yasağı varken KKTC'de okuyan başörtülü kız çocukları vardı. Kimse de bir şey demedi. Ne zaman ki bir ortaokul öğrencisi daha önce başı açık iken okulların kapanmasına az bir zaman kala başını örtmeye kalkınca başörtüsü siyasallaştırıldı. Kız çocuğu başörtüsünün serbest olduğu okul türüne de geçmeyi kabul etmedi. KKTC yasalarına göre 18 yaşın altındaki kız öğrenciler okullarda başını örtemez. Tartışma bu şekilde oldu” dedi.

Üç Türki Cumhuriyetin Kıbrıs'ta elçilik açması konusunda ise "1955 doğumluyum. Küçüklüğümde Kıbrıs sorunu vardı. Bu yaşıma geldim. Hala bu sorunla uğraşıyoruz. Bu mesele çözülmeli artık. Güney Kıbrıs'ı dünya Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıdı. Bizi ise Türkiye dışında tanıyan Türki Cumhuriyetleri bile yok. Denktaş zamanında ayrı bir Cumhuriyet kurarak tavır ortaya kondu. Bir gelişme yok. Kıbrıs Cumhuriyeti denmek suretiyle bizi yok kabul ediyorlar. Türkiye Kıbrıs'ı tanıdığını BM'ye deklare etmeli. Türk askeri olmazsa Rumlar bize saldırır. Bizim dışımızda bizimle ilgili bir şeyler pişiriliyor. Biz de bunu anlamaya çalışıyoruz" türünden açıklamalar yaptı.

18-24 yaş aralığındaki gençler arasında yapılan bir araştırma sonucunu büyükelçiliğe gönderdiğini, gençlerin yüzde 60-65 oranında ateist olduklarını" ifade ettiklerini söyledi.

Gazeteci Sabahattin İsmail ise "Başörtüsü tartışmaları üzerinden bizi 'Rumluktan kurtaramadık' şeklindeki açıklamalar bizi üzüyor” dedi. Ayrıca” KKTC'nin geçim kaynağı olarak 20-25 kadar gazino, bir o kadar gece kulübü, bir de turizm geliri var. Kumar bizim yasalara göre burada yasal. Kumarhane ve gazinolara Kıbrıslıların ve öğrencilerin girmesi yasal olarak yasak olmasına rağmen bir gerçek var. Giriyorlar, yasak dinlenilmiyor. Hafta sonu Türkiye, Rusya ve İsrail'den çok sayıda turist gelerek turizme katkı sunuyorlar. Gazino, pavyon, kumarhane dışında gece kulüplerinin kapatılması gerektiğini, çünkü konsomatris (bar, gazino gibi eğlence yerlerinde müşterinin masasına çağrılabilen, müşteriyle birlikte yiyip içerek çalıştığı yere kazanç sağlayan kadın) adı altında başka ülkelerden bu gece kulüplerine kadınların getirildiğini ve bunların pazarlandığını” söyledi.

Hem Serdar Denktaş'ın hem de gazeteci İsmail'in verdiği bilgileri ağzım açık dinledim. Özellikle gece kulüplerinin işlevi konusu mide bulandıran türden. KKTC'nin geliri de bar, gazino, pavyon, kumar, turizm ve gece kulüplerinden elde edilen gelirmiş.

Bu derece küçük bir ülkenin gelirini buralardan elde etmesi ahlaki ve dini yozlaşmayı da beraberinde getirdiği bir gerçek. Ne yapıp ne edip KKTC için üretime dayalı başka gelir kaynakları bulmak gerek.

Bir diğer husus, Güney Kıbrıs'ın Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanınmaya başlanması, Türki Cumhuriyetlerinin bile KKTC'yi tanımadan bu ülkeyi tanıması, bir zamanlar Mavi Vatan doktrininin şimdilerde pek dillendirilmemesi, Güney Kıbrıs'ta ABD'nin üs kurması, İngiltere'nin daha önceki iki üssünü yenileme gayretleri, Türk askerinin işgalci görülmesi, Güney Kıbrıs yönetiminin Mısır dahil birçok ülke ile deniz sınırı anlaşması yapması, tüm bu gelişmelere rağmen sessizlik düşündürüyor.

Sahi, KKTC için ne düşünülüyor? KKTC için dışarıda ne pişiriliyor? Pişirilen bu yemekten haberi ve bilgisi olan var mı?

*30.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

26 Nisan 2025 Cumartesi

Atıyorum

Elinde telefon konuşarak yanımdan geçti bir kadın.

Atıyorum dediğini duydum. Ama herhangi bir şey atmadı. Acaba ben geçtikten sonra mı atacak, olur ya belki telefonu atarsa alırım, kısa günün kârı olur deyip geri baktım. Herhangi bir şey atmadan konuşa konuşa yoluna devam etti.

Haliyle telefon sevinci kursağımda kaldı.

O zaman atıyorum neyin nesi idi?

Düşünmem fazla uzun sürmedi. Meğer kadın, karşıda konuştuğuna örnek veriyormuş.

Duymuştum birkaç kişiden atıyorum sözünü. Kadınımız da kullanıyor, erkeğimiz de. Ne kadar kullanılsa da önce ne atacak diyorum. Sonra örnek verdikleri aklıma geliyor. Jeton geç düşüyor anlayacağınız.

Bu atıyorum nereden çıktı, bunu kim uydurdu da tüm millet kullanır oldu, çok anlamış değilim. İlk uyduranı bulsam, demediğimi bırakmam.

Gören de bu alanda Türkçemizde kelime kıtlığı var sanır. Halbuki bu milletin yediden yetmişi bir örnek vermek isterse; misal, mesela, örnek, örneğin, bir örnek vermek istersem, söz gelişi veya söz gelimi gibi kelimeleri, eskiler de bunlara ilaveten faraza, farzımuhal gibi kelimeleri kullanır. Gördüğümüz gibi bu konuda dilimizde bir kıtlık yok. Buna rağmen “atıyorum” hepsinin önüne geçti.

Bu atmasyon ve uydurmaca kelimeye TDK yer vermiş mi diye sözlüğe baktım: “varsayımlı örnek veriyorum” anlamında kullanılan bir söz şeklinde yer vermiş.

Bir an için en azından sözlükte yer almış. Birileri de kullanıyor diyeceğim. Ama bu söz argo imiş.

İçimi ve kulağımı tırmalayan bu sözcüğün argo olduğunu görünce, ne de çok argo kullanmayı seviyor bizim insanımız dedim kendi kendime.

Argo veya değil. TDK yer vermiş. Biz de kullanabiliriz derseniz, siz bilirsiniz ama argo sözcüğüne, TDK’nin verdiği anlamları buraya yazmakla yetineceğim:

Argo, Fransızca argot kelimesinden dilimize geçmiş. Anlamı da “Her yerde ve her zaman kullanılmayan veya kullanılmaması gereken, çoklukla eğitimsiz kişilerin söylediği söz veya deyim”.

Bir diğer anlamı da “Serserilerin, külhanbeylerinin kullandığı söz veya deyim” anlamlarını vermiş TDK.

TDK’nin argoya verdiği anlamları da görünce, içimizde ne de çok eğitimsiz, serseri ve külhanbeyi varmış diyeceğim geldi ama bu sözü kullanan o kadar eğitimli, beyefendi ve hanımefendi gördüğümü söylemeliyim. Demek ki argo kullanmak içimize işlemiş ya da kullanıla kullanıla hepimizin belleğinde yer etmiş.

Bu arada nerede bir “atıyorum” diye söze başlayan olursa, “Atma Recep, din kardeşiyiz” deyimi aklıma gelmiyor da değil.

Atıyorum demek sizin tercihiniz. Bana kalırsa demeyin. Yerine, yukarıdaki verdiğim karşılıkları kullanın. Ağzım alışmış derseniz, hiç örnek vermezseniz, ölmezsiniz. Sizin örneğinizi duymazsam ben de ölmem.

Yurtiçi ve Yurtdışı Kurbanlık Bedelleri *


Diyanet İşleri Başkanlığının açıkladığı 2025 yılı yurtiçi ve yurtdışı vekaletle kurban kesme bedelleri dikkatimi çekti. Buna göre yurtiçi bedelini 13.500 lira, yurtdışını ise 5.450 lira olarak açıkladı.

Diğer yardım kuruluşlarının kurban bedellerine bakmadım.

Diyanet her kıtada keseceği kurbanlık bedeli için her kıtada tek fiyat belirlerken diğer yardım kuruluşlarının her bölge için farklı kesim ücreti belirlediğini görmek mümkün.

Diğer yardım kuruluşlarının kesim bedellerini bir tarafa bırakarak Diyanetin belirlediği kesim ücreti üzerinden değerlendirme yapalım.

Kurban bayramına bir aydan fazla bir zaman olduğu için yurtiçinde kurban bedellerinin nerelerde olacağını şimdiden kestirmek mümkün değilse de 13.500 liraya normal bir küçükbaş almanın zor olacağını söyleyebilirim.

Esas değinmek istediğim, yurtiçi kurban bedeli ile yurtdışı kurban bedeli arasındaki uçurum. Yurtiçi bir kurban bedeli ile yurtdışında yaklaşık üç kurban kesmek mümkün. Garipsediğim nokta da burası.

Normal şartlarda yurtiçi kurban bedeli daha uygun, yurtdışı daha pahalı olması gerekirken tersi bir durum söz konusu.

Bu durum sadece bu yıla mahsus bir fiyat farkı değil, bildim bileli böyle.

Nedense bizde kurbanlıklar cep yakarken yurtdışında ise uygundan da öte çok ucuz.

Yurtiçi ve yurtdışı kurban kesim ücretleri arasında bu şekil uçurum varken, keseceği kurbanlığı bağışlamak isteyenler arasından, kaç kişi yurtiçi için vekalet verir? Yurtdışına gönderirim. Aynı fiyata iki hatta üç kurban keserim diye düşünmesi kadar normal bir şey olamaz.

Elbette kurban bağışçısı, kurbanını istediği yerde kestirme hakkına sahip ise de bu fiyat uçurumu, kişiyi ister istemez yurtdışını tercihe yöneltir. Yurtdışındaki insanlar daha fazla ihtiyaç sahibi olabilir. Yalnız bu ülkede de azımsanmayacak ihtiyaç sahibi olduğu bir gerçek. Çünkü bu ülkede askıda ekmek, askıda süt, askıda sebze ve meyve uygulaması var.

Yeniden yurtiçi ve yurtdışı kurban bedelleri arasındaki uçuruma dönersek, bu uçurum, ülke ekonomisindeki vahim tabloyu göstermesi bakımından üzücüdür. Paramızın pul olduğunun bir göstergesidir. Bu ülkede fiyatların normal olmadığına bir örnektir. Hayat pahalılığının yine bel bükmeye devam ettiğine dair acı bir tablodur.

Bir gün yurtiçi kurban kesim bedelinin, yurtdışı kurban bedelinden daha düşük olduğunu görürsem, bu ülkede ekonominin normalleştiğine ve iyiye doğru gittiğine inanacağım. Bekleyip göreceğiz. Yurtiçi ile yurtdışı kurban bedeli aynı olursa, bu da kabulümdür.

*02.05.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

En Büyük Özlemim

Rekabetin olduğu yerlerde rakiplerimizle korkutma gibi bir hastalığımız var: Onlar geçmişte şöyle yaptı. Onlar tekrar gelirse daha beterini yapacaklar türünden şeyler söylemek suretiyle taraftar kazanmaya ve kazandığımız taraftarı tutmaya çalışırız. Yani rakibimizi öcü gösteririz.

Rakipten korkan bizim şemsiyemize sığınır. Biz de işimizi, aşımızı ve statümüzü kaybetmeden ayakta dururuz.

Kısaca bu topraklarda ayakta kalmanın, söz sahibi olmanın yolu, rekabette bir düşman bulmaktır. Korkutacak düşman bulamazsak başarılı olamayız.

Bir yerde korku varsa kutuplaşma da olur. Korku ve kutuplaşmanın olduğu toplumda huzur ve barış olmaz. İnsanların birbirine güveni kalmaz. 

Halbuki her türlü rekabet fazilet ve erdem yarışı olacak şekilde yapılmalı. Rakiplere belden aşağı vurmamalı. Rakibe karşı algı oyunlarına girilmemeli. İyi olan kazanmalı.

Bunun için rakibi kötülemek, rakibi düşman görmek ve göstermek hakkaniyete sığmaz.

Yarışa giren kendini, yaptıklarını, yapamadıklarını anlatmalı. Vizyon ve misyonunu ortaya koymalı. Şunları yapamadım. Bunları da yapacağım demeli. Her türlü kötülüğün anası olarak rakibini hedef göstermemeli. Akşam sabah rakibiyle yatıp rakibiyle kalkmamalı. Kısaca insanları rakibiyle korkutmamalı.

Rekabetin sonunda insanımız rakibini tercih ettiği zaman sonuca saygı duymalı. Tebrik edip başarılar dilemeli.

Köşesine çekilip niçin kaybettiğinin sorgulamasını yapmalı. Hata ve yanlışlarını tespit etmeli. Yeni bir rekabete hatalarından arınmış bir şekilde çıkmalı.

Rakibine çalışma süresi ve imkanı vermeli. Rakibi hata ve yanlış yaptığı zaman eleştirip yol göstermeli.

Kısaca bu ülkede her alanda rekabet olmalı. Her rekabette alternatif olmalı. Rakibi alt etmek birinci önceliğimiz olmamalı. Ülkenin kazanacağı bir erdem mücadelesi yapılmalı. Kazanan hep ülke olmalı.

Kendimizi bulunmaz Hint kumaşı göstermekten vazgeçilmeli. Her alanda yeterince görev yapmalı. Yapacak şeyi kalmadığı, kendini tekrarlamaya başladığı ve hep rakibiyle korkutmaya başladığı zaman tadında ve kıvamında koltuğu bırakabilmeli.

Rakip de baktı ki alternatif olamıyor. Hep mağlup oluyor. Benle olmuyor deyip koltuğu boşaltabilmeli.

Hülasa, bu ülkenin her alanda gelişmesi ve ilerleme kat edebilmesi her türlü rekabetin, kişilerin sadece kendini anlatması, kendi süfli emellerimizi ülkenin ulvi meselesinin önüne geçirilmemesi ile mümkündür.

Rakibini aziz bildiği her türlü rekabet en büyük özlemimdir.

25 Nisan 2025 Cuma

Tanıdık Sima

ABD Başkanı Trump'ın;

Külhanbeyi konuşması,

Diplomatik dil kullanmaması,

Ülke devlet başkanlarını küçümsemesi,

Sosyal medya aracılığıyla faizi indir talimatı vermesi,

Akşam sabah hep gündemde olması,

Ülkelere meydan okuması ve ayar vermesi, gerilimi, kavga ve atışmayı sevmesi, mangalda kül bırakmaması,

Sözünü dinlemeyen kurum ve kuruluşları alenen eleştirmesi,

Başkan seçilmesi iki dönemle sınırlı olmasına rağmen üçüncü döneme hazırlık yapması,

Akla gelebilecek her şeye çomak sokması,

Kurulu düzene aykırı konuşmaları,

Teamülleri hiçe sayması,

Serbest ticaretten ve piyasadan gelmesi,

Her gün ekranlarda dünyayı etkileyen kararlara imza atması,

Aldığı kararlardan bir müddet sonra U dönüşü yapması, akşam aldığı kararı sabahında değiştirmesi,

Kendisini dünya lideri görmesi,

Kendisine aşırı özgüveni,

Ölümüne destekleyicilerinin olması,

Anayasayı pek dinlememesi,

Egosunun tavan yapması,

O bunu, bu da onu çok sevmesi, birbirlerine dostum diye hitap etmeleri,

Uzun boylu oluşu vs.

Bana hiç yabancı gelmiyor. Hem de tanıdık bir simayı hatırlatıyor. İnsanlar bu kadar mı benzer olur. Boşuna dememişler. İnsanın ikizi var diye. 

Tek farkları, Trump hem ülkesini hem dünyayı, öbürü ise ülkesini etkiliyor. Bir de biri sarışın, diğeri esmer. Bu kadar fark da olsun değil mi?

Yan Gel Yat Osman Dönemi

Resmi İnternethaber sitesinden aldım. 

Sitenin verdiği habere göre mevduat faizi, 25.04.2025 tarihi itibariyle adı sanı duyulmamış bankalarda % 49-52 aralığında.

250 bin, 500 bin ve 1 milyonu olduğu halde parasını mevduat faizinde değerlendirmek isteyenler için İnternet sitesi; vade, oran ve net getirisine yer vermiş. Buna göre; 

Kenarda, köşede 250 bin lirası olan biri, bu parasını mevduata yatırdığı takdirde 32 gün vade sonunda net 9.688 TL gelir elde ediyor. 


500 bin lirası olan ise 19.375 lira gelir elde ediyor. 


1 milyon lirası olan ise 32 gün vade sonrasında 38.750 lira gelir elde edebiliyor. 

Bugüne kadar mevduatla hiç işim olmadı. Zaman ne gösterir bilinmez ana bundan sonra da işim olsun istemem. Yalnız paranın aylık net geliri yabana atılır cinsten değil. 

Bu haberi yazı konusu ederken de insanımıza teşvik olur mu diye tereddüt etmedim değil. Çünkü hem bu haber hem de benim bu yazım maalesef teşvik içermektedir. Yalnız cazip gelse de teşvik gibi bir niyetim yok. Faiz konusunda geldiğimiz noktayı işaret etmek için kaleme aldım. 

Kenarda, köşede parası olup da yakın vadede bu parasını kullanmayacak insanımız için risksiz, temizinden bir getirisi var bu yüksek faiz oranlarının. Bu oranları, kısa vade zamanını ve net getirisini görünce, "Yan gel yat Osman" dönemi dedim içimden. Bu dediğimi de yazıma başlık olarak koydum. 

Eskiden bu tabir, geçmişte Aydın tarımının zenginliğini ifade etmek için "On dönüm bostan/yan gel yat Osman" şeklinde tekerleme olarak kullanılırmış. O devirde, ön dönüm sulak arazin varsa artık sana karada ölüm yok anlamında söylenirmiş bu tekerleme. Yalnız sulak arazi zenginliği 1975'lerde bitmiş. Bugün sulak tarlası olanlar için bu tabir pek kullanılmıyor. Bu tabir kullanılsa kullanılsa bugün için 250/500 bin ve 1 milyonu olup da faiz duyarlılığı olmadığından, parasını mevduatta değerlendirmek isteyenler için kullanılabilir ve "Varsa 1 milyon/yan gel yat Osman" denebilir ve cuk oturur. Üstelik sulak da olsa bostandan daha net getirisi var. Bostandan gelir elde etmek için sulayacaksın, bakacaksın, ekip dikeceksin. Bu ekini kaldırıncaya kadar soğuk, don vurmayacak, sel baskını olmayacak. Çünkü bir doğal afette harcadığını alamama riski de var. Üstelik işçi de çalıştırmak zorundasın. Yani bir emek var, risk var. Halbuki parayı mevduata yatırmanın hiçbir riski olmadığı gibi bir emek de sarf edilmiyor. Nasılsa bankanın batması durumunda devlet garantisi de var. Bu durumda parasını mevduata yatıran için yan gelip yatmanın dışında bir seçenek kalmıyor. Çünkü yattığı yerden bir emekli maaşı gibi temizinden para gelecek. Ne eli ağrıyacak ne de başı. 

Yazık gerçekten yazık. Maalesef bu yüksek faiz oranları üretimi teşvik etmiyor, ticaret yap riske gir demiyor. Hatta yok ediyor: Sen paranı bize getir. Gerisini merak etme sen. Yan gelip yat. Biz sana aylık net kâr verelim. Paradan para kazan, diyor. 

Eve Lazım Olan Camiye Haramdır

Ömrü boyunca doğru dürüst ne yemiş ne de yedirmiştir.

Ucuz ve adi şeylerle yetinmiştir. Çünkü onun için en uygun olanı kaliteden ziyade bir şeyin ucuz olmasıdır.

Çocuklarına doğru dürüst harçlık bile vermemiştir. Torunlarını söylemeye gerek yok. Onlara da eli pek cebine gitmez. Ne normal zamanda ne de bayram ve seyranda.

Torunlar içerisinde oğlandan olma torunları ile kızdan doğma torunları arasında ayrım yapar. Çünkü ona göre ne de olsa oğlandan olma torunların yeri bir başka. Belki onlara harçlığı nasip oluyordur. Kıskandığım yok. En azından oğlan torunlarının cebi para görmüş olur.

Adam kendi harcamıyor ki çocuklarına ve torunlarına harcasın. Ayrıca torunlarına zırnık koklatmamasında "Nasılsa babalarının işi var. Harçlığı babalarından alsın" diye düşünüyor olmalı.

Harçlığı nasip olmasa da torunlarından sevgi ve saygı bekler. Gelip ziyaret etmelerini ister. Vermeden almak Allah'a mahsus ise de bu muhterem de vermeden alma üzerine hayatını kurmuş. Böyle geldi, böyle gidiyor.

Böyle böyle yaşı kemale erdi. Her ne kadar yaşlılığı kabul etmese de dizleri sıkıntılı. Yürümekte zorlanıyor. Hanımı da bakıma muhtaç hale geldi.

Yatalak durumundaki annelerine sırası ile beş yıldır çocukları bakıyor. Çocuklarına "nöbetçi" diye hitap ediyormuş duyduğuma göre.

Annelerine bakıma giden çocukları babalarını da ihmal etmezler. Onun da yemeğini yaparlar, sofrasını hazır ederler.

Vermeden alma üzerine hayatını deruhte etmesine rağmen çocukları babalarına kıyamazlar. Annelerinden çok babalarını düşünürler. Şunu pişirelim, bunu yedirelim der dururlar. Böyle vermeden almayı ben de becermek isterdim. Kıskanmıyor değilim kendisini.

Çocukları annelerinin bakımında babalarına sorumluluk vermediler. Çünkü çocuklarına göre babaları yürümede zorlanıyor. Ama babaları o ayaklarla camiye gidip geliyor. Çarşıya çıkıp maaşını çekiyor. Köye gidip geliyor.

Bu arada ehlikeyif biri. Yemesi de iyi. Akşamın kaçı olursa olsun kendine özel çayını da demletir.

Yedirmemesine, harçlık vermemesine rağmen maaşını ne yapıyor dersiniz? Hakkını yemeyelim. Beşinci senesinde annelerine ve ev işlerine bakan çocuklarına ayda üç yüz, beş yüz vermeye başlamış.

Evin zaruri ihtiyaçlarını aldırdıktan sonra geri kalan maaşını ne yapıyor? Duyduğuma göre altın biriktiriyormuş. Bir ayağı çukurda zaten. Ne yapacak altını demeyin. Yoksa çocuklarına mı biriktiriyor demeyin. Sağlığında zırnık koklatmayan öldükten sonra çocuklarına niye bir şey bıraksın.

Çocuk ve torunları dahil kimseye göstermediği parasından arta kalanla hayırseverliğe soyunduğunu işittim. Çocukları pek razı olmasa da köyündeki kuşun ve kervanın pek geçmediği bir yere çeşme yaptırmayı kafaya koymuş. Yapacağım da yapacağım diyor. Yapılacak çeşme kaça mal olur, buna parası yeter mi, çeşme yapıldıktan sonra bu çeşmeye birileri gelip de bu çeşmeden su içer mi bilinmez ama görünen o ki çeşme yaptırmak suretiyle sadakayı cariye işlemeyi, öldükten sonra da amel defterinin kapanmamasını niyetine almış. Para onun değil mi? İstediğini yapar.

Yalnız bana kalırsa, yapacağı çeşmeyi şehir merkezindeki bir okul bahçesine yapsın. Böylece daha fazla öğrenci bundan faydalanmış olur. Torunlarına harçlık verebilir. Beş yıldır annelerine yani hanımına bakan çocuklarını gönülleyebilir. Her ne kadar çocuklarının bir beklentisi olmasa da annelerine karşılıksız baksalar da çocuklarını gönüllemesi daha elzemdir. Üstelik çocuklarını durumu o kadar da iyi değil. Çocukları, babamızın hatırası dese fena mı olur? Ama olmaz. Çünkü bugüne kadar vermeden geldi, vermeden gidecek. Yalnız şunu unutmasın ki vermeden almak, Allah'a mahsustur. Bir de eve lazım olan camiye haramdır. Aman ne yaparsa yapsın. Tasası bana düşmez. Para onu değil mi? İstediği şekilde, istediği yere harcar. 

Şu var ki yemeyenin parasını yerler. Bildiğim kadarıyla emekli olduktan sonra tüm emekli ikramiyesini altın üzerinden yüzde otuz kâr veren bir holdinge yaptırmıştı da o holding de diğer holdingler gibi batınca emekli ikramiyesinin üzerine bir bardak su içmişti.

24 Nisan 2025 Perşembe

Deprem Gerçek Yüzümüzü Gösteriyor *

6.2 şiddetindeki İstanbul depremini İstanbul ucuz atlattı. Bunda, deprem merkez üssünün İstanbul'a uzaklığı ve sarsıntının 13 saniye gibi kısa süreli olmasının payı büyük.

Herhalde bu şiddetteki depreme milletçe hiçbir zaman sevinmemişizdir. İnşallah tüm depremlerimiz bu şekil yıkıcı olmaz, binalarımız yıkılmaz, enkaz kurtarma çalışmalarına gereksinim duyulmaz.

Kartalkaya'da Çıkan Yangının Ardından
                           Yangın Tüpleri (Haberet) 

Sevindiğimiz bu depremin üzücü yanları da vardı. Mesela fırsatçılığımız ortaya çıktı. Ajansların haberine göre deprem öncesi ve deprem sonrasında fiyatlardaki astronomik yükseliş dikkat çekti.

Daha önce 800-1000 fiyat aralığındaki İstanbul-Ankara tek yön uçak fiyatları 8.859 liraya kadar çıkmış.

İki odalı, on kişilik çadırlar, depremden önce 8.711 lira iken deprem sonrası 9.480 liraya yükselmiş.

Rakamlara boğmayayım. Deprem çantasından tutun da deprem esnasında ihtiyaç olan ne varsa hepsinin fiyatı uçmuş.

Ulaşım ve çadıra dair verdiğim rakamlarda arz talep durumuna göre makul yükselişi bir yere kadar normal görürüm. Ama verdiğim örneklerdeki rakamlar normal değil. Kazığın kazığı fiyatlar.

Yıkıcı olmayan bir depremde bile gereksinim duyulan fiyatlar bu şekil uçuyorsa, bir de yıkıcı deprem sonrası ihtiyaç maddelerinin oluşabilecek fiyatlarını düşünmek bile istemiyorum. Gerçi Kızılay bile 6 Şubat depreminde depremzedenin çadır beklediği bir ortamda çadır satıyorsa vatandaşa ne diyeceksin.

Fiyatlardaki bu ani yükseliş tek kelimeyle fırsatçılığımızı gösteriyor. Belki de gerçek yüzümüzü ortaya koyuyor. Bu demektir ki mutluluğumuz başkasının mutsuzluğu ve mecbur kalmasına bağlı.

Fiyatlardaki bu ani değişiklik sadece depremle sınırlı değil. Bir öğretmen anlatmıştı. "Millet olarak fırsatçıyız. Ben bile yaptım bunu. Öğretmenlik öncesi pazarlarda sebze sattım. Pazara varırken domatesi kaçtan satacağımız belli iken pazara vardıktan sonra bizim gibi sebze satan pazarcının gelmediğini görünce aniden fiyatı yükseltir, yüksek fiyata satmaya başlardık. Az sonra sebze satan diğer esnaf gelince tekrar fiyatı aşağıya çekerdik" dedi bir konuşmasında.

Deprem sonrası fiyatlardaki bu ani yükselişi gören vatandaş, denetim yok serzenişinde bulunuyor. Elbette denetim şart. Ama her bir esnafın yanına bir maliyeci koyamazsın ki.

Sattığı ürünü makul fiyata satması esnafın vicdanına da bırakılamaz.

Fırsatçılığımız önüne geçmek için ne yapılabilir? Her yıl bir hafta kutladığımız ve yere göğe sığdıramadığımız esnaf kuruluşu ahilik pekala işlevsel hale getirilebilir. İlla ahiliği yeniden diriltmemiz gerekmiyor. Bugün her meslek grubunun meslek odası var. Odalara ahiliğin görevi verilebilir. Böylece her meslekte bir iç denetim olmuş olur. Odalar sadece üst fiyat sınırı belirleyen ve üyesinden aidat alan, birilerinin keyif çattığı yerler olmamalı. Her oda hile, hurda ile satış yapan, ürününe tağşiş yapan ve fahiş fiyata satan meslek üyesini tebdili kıyafet ile denetleyebilmeli, tüketicinin şikayetlerini yerinde inceleyip ağır müeyyideler verebilmeli. Kısaca odalara sorumluluk ve yetki verilerek bu işe başlanabilir.

Bunun dışında satışa sunulan hangi ürün olursa olsun, her ürünün üzerine ikinci, üçüncü etiket yapıştırmadan perakende satış fiyatı yazılabilir. O ürüne zam gelse bile o posta ürün bitinceye kadar üzerindeki fiyatla satılır. Bu, zorunlu olmalıdır. Deprem de olsa vatandaş çadır alacaksa üzerinde yazılı fiyat ne ise onu öder. Yeni posta çadırın fiyatı ile eski ürünün fiyatı farklı farklı satılır. Bunun uygulamasını Turgut Özal tekel ürünlerinde bir ara uygulamıştı. Bu uygulama ile çoğu esnaf zarar etti. Tanıdığım biri, sigaraya zam gelecek diye arabasını satarak sigara stoku yaptı. Sigaraya zam geldi ama esnaf sevinemedi. Çünkü eski ürünler üzerindeki fiyatla satılacak dendi. Esnaf mecburen stok ettiği sigaraların üzerinde yazan eski fiyatla sigarasını sattı. O zaman bakkallarda eski ürün, yeni ürün farklı farklı fiyatlarla satıldı. Bence Özal'ın bir dönem uyguladığı bu sistemi bugün uygulamamızda hiç sakınca olmaz. Bu şekil satış denetimden de odaların takibinden de daha etkilidir.

Sözün özü, ürünlerin üzerine fiyat yazmakla ve ürünü, üzerinde yazılı fiyatla sattırarak fırsatçılığımızın önüne geçebiliriz.

*28.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Depremi Meteorolojiden Almak

TV100 kanalında 6.2 olarak ölçülen İstanbul depremi konuşuluyor. İşin uzmanları davet edilmiş. Ekranda bir Japon deprem uzmanı bir de Kocaeli Üniversitesinden yine deprem uzmanı bir akademisyenin görüşlerine başvuruldu. Gazeteciler soru sordu. Uzmanlar da açıkladılar. Konuşulanları burada paylaşacak değilim.

Bir ara inşaat mühendisi olarak Japonya'da bulunan bir insanımızı da bağladılar. Japonya'da bulunan inşaat mühendisinin şu konuşması dikkatimi çekti. "Japonya'da depremle ilgili bilgileri meteoroloji haber veriyor. Çünkü burada deprem afet olarak görülmez. Tıpkı yağmur ve kar gibi bir doğa olayı olarak görülür. Biz de depremleri afet olarak görmekten vazgeçmemiz lazım" türünden bir şeyler söyledi. Programın sonrasını izlemedim.

İnşaat mühendisinin bu açıklamasını değerli buldum. Üzerinde düşünmeye değer. Belki de Japonlarla bizim aramızdaki en büyük fark bu. Çünkü Japonlar depremi bir doğa olayı görürken bizler bir afet olarak görüyoruz.

Kim haklı? Japonlar mı, biz mi?

Japonlar haklı. Çünkü bizden daha şiddetli depremlere maruz kalmalarına rağmen Japonya'da ne ev yıkılıyor ne can kaybı oluyor ne de mal kaybı. Deprem hayatlarını etkilemiyor, işlerini aksatmıyor. Hepsi deprem anını evinde ve işinde geçirmeye devam ediyor. Panik yok, pencereden atlama yok, binayı boşaltma ve geceyi günlerce dışarıda geçirme yok. Çünkü her Japon bilir ki oturduğu bina yıkılmayacak. Enkazında kalmayacak ve depremden dolayı ölmeyecek. Anlık bir doğa olayı geçip gidiyor. Bu durumda telaşa da gerek yok. Belki deprem sonrası oluşacak tsunami hayatlarını biraz olumsuz etkiliyor, hepsi bu kadar.

Bizde ise bakmayın son İstanbul depreminden ucuz kurtulduğumuza. Son Maraş depreminde olduğu gibi bizde depremler can ve mal almaya devam ediyor. Yıllarca yaralarını sarmaya devam ediyoruz. Bizde depremler binlerce evin yıkılmasına ve göçük altında insanlarımızın can vermesine mal olduğu için depremleri afet olarak görmemiz normal.

Ne zaman ki depreme dayanıklı evlerimiz olur, depremlerde evlerimiz yıkılmaz, insanımız enkaz altında kalmaz ise bizim için de depremler bir doğa olayı olur. Deprem haberlerini meteoroloji vermeye başlar.

Bu mümkün mü? Maalesef depreme hazırlıklı olmamız için milletçe daha çok fırın ekmek yememiz gerekir. Ekmeği çok severiz. O kadar fırın ekmeğini yeriz ama biz depremlere insanımızı kurban vermeye devam ederiz. Çünkü bizim için depremler "asrın felaketi"dir. İşimizi tam ve düzgün yapmadıkça her bir yıkıcı deprem bizim için asrın depremi olmaya devam edecek. Bu doğa olayını gözümüzde büyütmeye devam edeceğiz.

Japonlar doğa olayı demiş. O doğa olayına uygun bir yaşam geliştirmişler. Gül gibi yaşayıp gidiyorlar. Biz ise depremleri felaket ve afet gördükçe depreme uygun bir yaşam geliştirememişiz. Çünkü felaketlerle başa çıkılmaz. Ölen ölür, kalan sağlar bizim olur. 

Biraz birbirimizi suçlar, birkaç kişiyi içeriye atarız. Sonra doğru dürüst ceza alan olmaz. Bizler de bir müddet sonra unutur gideriz. Bu Depremi atlattık. Bir sonrakine Allah kerim deriz. Kurbanlık koyun gibi can vermeyi bekleriz.

Deprem İstanbul'u Yokladı *


23 Nisan 2025 günü öğle saatlerinde merkez üssü Marmara Denizi ve Silivri olan, yerin 6.92 km derinliğinde, 6.2 şiddetinde bir deprem meydana geldi. 127 artçı deprem ölçüldü.

Depremin 13 saniye sürdüğü belirtiliyor.

Depremin ardından İstanbul halkı sokaklara döküldü. Park ve bahçeleri mesken edindi. Deprem riski ortadan kalkıncaya kadar İstanbul halkı daha kaç gün dışarıda sabahlar, bekleyip göreceğiz.

Yetkililerin bildirdiğine göre Fatih'te üç katlı metruk bir bina dışında yıkılan bir meskenin olmadığı, panik nedeniyle yüksekten atlamalar sonucu 151 kişinin hafif yaralandığı belirtiliyor.

6.2 şiddetindeki deprem küçük bir deprem değil. Yıkıcı etkiye sahip. Buna rağmen yıkılan binanın olmaması, can kaybının olmaması bu depremin sevindirici yanı.

Depremin yıkıcı, mal ve can kaybına sebep olmamasında, depremin merkez üssünün Silivri'ye 24 km uzakta olmasının ve depremin 13 saniye sürmesinin payı büyük. Öyle zannediyorum, Merkez üssü meskûn mahallere daha yakın olsaydı ve depremin süresi de daha fazla olsaydı, bugün enkazda kalan insanları kurtarmak için uğraşacaktık.

Görünen o ki deprem İstanbul'u yokladı ve metropol şehir depremi ucuz atlattı. Verilmiş sadakamız varmış demek lazım. Herhalde toplum olarak 6.2 şiddetindeki bir depreme bugüne kadar böyle hiç sevinmedik. Keşke tüm depremlerimiz böyle olsa.

Bu deprem, deprem uzmanlarının yıllardır dikkat çektiği gelmekte olan büyük deprem mi? Dinlediğim deprem uzmanlarının kahir ekseriyeti, beklenen depremin bu olmadığını, 7'nin üzerinde bir deprem beklendiğini ifade ediyorlar.

Bu demektir ki bu deprem atlatıldıktan sonra İstanbul halkı yine rahatlamayacak. Hep gelmekte olan ve yıkıcı etkisinin olacağı depremi beklemeye devam edecek.

Peki, geleceği dikkat çekilen büyük İstanbul depremine İstanbul hazır mı? Maalesef hiç kimse buna evet diyemiyor. İstanbul'daki binaların yüzde otuzunun 99 öncesine ait olduğu, bu binaların risk oluşturduğu ifade ediliyor.

Deprem uzmanları bu eski binaların yenilenmesi için kentsel dönüşüme dikkat çekiyor. Nedense bugüne kadar kentsel dönüşüm ne İstanbul'da ne de Anadolu şehirlerinde gerçekleştirilebildi. Sadece İstanbul'a kentsel dönüşüm için 25 milyar dolara ihtiyaç olduğundan bahsediliyor. Bu para da olmayınca kentsel dönüşüm sadece dillerde kalıyor. Merkezi idarenin desteği olmadan bir belediyenin de bu parayı bulabilmesi mümkün değil.

Bu demektir ki bu deprem, "Ey İstanbul halkı! Bu deprem, gelmekte olan depremin bir provasıydı. Bakalım büyük bir depreme hazır mısınız uyarısıydı. Ucuz atlattık diye sevinmeyin, rehavete kapılmayın, lütfen tedbirlerinizi alın. Şakam yok, bilesiniz" dedi.

Ahmet Ercan'ı dinledim. "İstanbul'un variyet sahibi insanları depreme dayanıklı evler satın aldı ya da sağlam evlere kiraya çıktı. Depreme dayanıklı olmayan evlerde fakir insanlar kalıyor. Yıkıcı bir depremde ölecek olanlar da onlar. Bir ara kameralar eşliğinde İstanbul mahallelerini dolaşırken dışarıda oturan yaşlı bir teyze gördüm. Teyze, evine bakabilir miyiz dedim. "Evladım, evime bakmanıza gerek yok. Çünkü bir depremde evimin yıkılacağını ve enkazında kalacağımı biliyorum ama elimden gelen bir şey yok. Çünkü ben akşam eve ekmek alabilme hesabı yapıyorum" demiş. Öyle ya eve girecek ekmeği alıp alamayacağını düşünmek zorunda kalan biri evini nasıl yenilesin, öyle değil mi?

Can, mal ve yıkıcı etkisi olmayan bu depremden dolayı İstanbul'a ve tüm Türkiye'ye geçmiş olsun derken, yazımı, depremin ardından beş saat sonra bize dönüş yapan, İstanbul'da yaşayan bir arkadaşın şu yazısıyla noktalama istiyorum:

“Arkadaşlar! Kusura bakmayın. Hemen geri dönemedim. Merak eden arkadaşlar için biz iyiyiz. Hem aile hem iş arkadaşları olarak bina ve insanlarda sorun yok.

Okulumuzun binasını ve bahçeyi toplanma alanı olarak vatandaşa açık hale getirdik.

Hiçbir yıkım ve can kaybı olmamasına rağmen 2,3 km’lik yolu 22 dakikada aldım. Üstelik okula gelmeden dışarda uygun bir yere (aracımı) park ettim.

Allah korusun, biraz daha uzun süreli ve şiddetli bir deprem olursa, İstanbul’daki depremin etkisinden, daha çok insan kaynaklı bir yıkım olacağı kesin.

Bu kadar plansız bir topluluk bir araya toplanmaz. Buraya şehir denmez maalesef.

Durum benim penceremden budur.

Selametle.

Not: Gece 03.00'de daha şedit bir deprem olur ve biz evimizin altında kalırsak veya bir yakınınız (enkazda kalırsa), oradan yola çıkmanıza gerek yok. Sakince oturun ve gönülden bir Fatiha’yı bize, böyle saçma bir şehir planlayanlara da okkalı bir kunut (duasını) yöneticilere gönderin. Arkanıza yaslanın. Elinizdeki kumandayla bir o kanal bir bu kanalda haberleri izleyin."

*25.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

23 Nisan 2025 Çarşamba

Trump Bizim Yolda

Hep ABD ve Batı'yı kıskanır. Ne zaman onları taklit etmekten kurtulup lider ülke olacağız dedim durdum.

ABD başkanının FED başkanına faizi indir sözünü görünce keyfim yerine geldi. Hah şöyle dedim. Arkaya yaslandım.

Hayıflanmadım da değil. Nasıl hayıflanmam. Boşuna hep Batı'yı taklit ediyor bu ülke diye suçlamışım.

Geldiğimiz nokta itibariyle bırakın Batı'yı taklit etmeyi, dünyaya meydan okuyan koskoca Trump faizi indir. Ekonomi kötüye gider bak diye talimatla faizi indirmeye çalışıyor. Hem de bunu kaç defa tekrarladı.

Görüyorum ki Trump bizi taklit ediyor.

Böyle derken de hiç olmadığı kadar ciddi. İnadım inat diyor. Çünkü inandırmış kendisini buna. Faiz inerse ekonomisi düze çıkacak. Bir bildiği var belli ki. Belki de ekonominin kitabını yazdı Bay Trump. Değilse durduk yere niye faizleri indir desin. Öyle ya kendisi gayrimenkul zengini. Yıllar yılı emlakçılık yapmış. Piyasanın içinden geliyor. Bu konuda kendisine özgüveni tam.

Yalnız dünyayı titreten Trump'ın talimatını FED başkanı dinlemiyor. Sanırım Trump inat. FED başkanı ondan inat. İndirmedi hala faizi.

FED başkanı söz dinlemediği gibi istifa etmeyi de düşünmüyor.

Bu durumda söz dinlemeyen bu asiyi görevden almaktan başka yol kalmıyor. Fakat Trump görevden alamıyor. Çünkü ABD Merkez Bankası bağımsızmış. Bakalım bu iki inadın inatlaşmasından nasıl bir sonuç çıkacak?

Trump'ın emri altındaki bir memuruna söz geçirememesine hayret ettim. Düştüğü duruma üzüldüm. Koskoca Trump dünyaya ayar versin. Bir sözüyle borsa çöksün, diğer bir sözüyle borsa uçsun. Çin ile girdiği ekonomi savaşı dolayısıyla altın tarihi rekor kırsın. Rusya ve Ukrayna'yı barış masasına oturtmasına ramak kalsın. Akşam sabah şu ülkeye bu kadar vergi koydum desin. Dünya bu işin sonu nereye varacak diye endişeli bir bekleyiş içerisine girsin. Böyle bir figür ülkesindeki merkez bankası başkanına sözünü geçiremesin.

Diyeceğim şu ki Trump dünyaya hükmediyorum. Bir FED başkanına sözüm geçmiyor diye üzülmesin ve pes etmesin. Yapacağı tek şey bizi izlemeye ve bizi taklit etmeye devam etsin. Çünkü biz o yollardan geçtik.

Ne yapabilir Trump? Başkanlık sistemine geçsin diyemiyorum. Zaten başkanlık sistemi var ABD'de. Pekala bir anayasa değişikliği ile FED başkanını görevden alma yetkisini elde edebilir. Şayet bunu yaparsa, FED başkanı sözünü dinlemesin de göreyim. Baktı söz dinlemedi mi? Alır görevden sözünü dinleyecek bir merkez başkanı atar. O da dinlemezse onu alır, bir başkasını getirir. Herhalde Trump için bu zor olmasa gerektir.

Aman neyse ne. Ne halleri varsa görsün. Sadece kayda geçsin diye söylüyorum. Görüyorum ki Trump bu konularda acemi. Böyle böyle pişecek. Çünkü o gelirken biz gidiyorduk.

Ha talimatla faiz indirmenin sonu faiz yükseltmek olurmuş. Olsun. Faiz değil mi? İner de çıkar da. Dünyanın sonu değil ya. Baksın bize. Çünkü biz faizler indiğinde de ayaktaydık. Çıktığında da ayaktayız. 

Suda Belediye Desteği

Nisan ayında gelen su faturam 605,50 TL geldi. 33 günde 16 ton su kullanmışım.

Faturayı yüksek görünce bir önceki ayın tüketim miktarına ve fatura bedeline baktım. 27 günde 13 ton kullanmışım. Fatura bedeli de 458 lira gelmiş.

İkinci kademeye geçmiş olabilir miyim diye göz attım. Her iki ayda da ikinci kademeye geçmemişim. 

Nisan ayı itibariyle suya zam geldi mi bilmiyorum. Yalnız nisan ayında kullandığım sarfiyatın tonu 37,84 TL iken mart ayı sarfiyatın tonu ise 35,23 lira. Başka bir hesap yoksa öyle görünüyor ki suyun tonunda 2,61 TL bir fark ortaya çıkıyor.

Gelen yüksek su faturasının üzüntüsünü paylaşmak için faturayı edi, büdü ve tekne kazıntısından ibaret grubumuza gönderdim. Bilinçaltımda da fazla kullanmışsınız. Eserinizle gurur duyun demek vardı. Hiç oralı olan olmadı. Nice sonra içişleri bakanı, "çok fazla gelmiş. Her zamanki gibi kullandığımız" yazarak ne üzerine aldı ne de kimseyi suçladı. İçişleri bakanı üzerine almayınca belki halı saha maçına ve spora giderken bir banyo bir de dönüşte banyo yapan tekne kazıntısı sorumluluğu üzerine alan bir şeyler yazar dedim. Tek kelime yazmadı. Vay be, bu ne demedi. Eve girdikten sonra da bu ay çok gelmiş demedi. Belli ki baba olarak işin ne? Bir zahmet ödeyiver. Babalar bugünler için var diye düşündü.

Son kez bir umut faturaya bir kez daha göz attım. Acaba belediye de MEDAŞ ve Enerya'nın yaptığı gibi "Sayın abonemiz, bu ay kullandığınız su sarfiyatının bedeli şu kadar. Bunun şu kadarını belediyemiz karşılayacak. Sizin payınıza düşen pay bu kadar" şeklinde bir not yazarak belediye desteği vermiş olabilir mi dedim. Böyle bir nota rastlamadım. Haliyle sevincim kursağımda kaldı.

Halbuki devlette devamlılık esastır. Devlet nasıl ki elektrik ve doğal gazda yüzde 60-65 devlet desteği veriyorsa devletin bir kurumu olan belediye de bir "belediye desteği" verebilirdi. bu Böyle bir mesaj görmediğime göre belli ki belediyeler ayrı birer cumhuriyet.

Burada, yağış yok, barajlar boşaldı. Zaten susuzluk ve su kesintisi kapıda. Bunu düşüneceğine senin dert edindiğine bak denebilir. Haklısınız. Yalnız ben de bütçemi düşünmek zorundayım. 

Belediye de sudan tasarruf edin diye su fiyatlarını yüksek tutuyoruz diyebilir. Elbette kuraklıktan kaynaklı su sıkıntısından herkes gibi ben de bu endişeyi taşıyorum. Sudan tasarruf etmeye gelince, ne kadar özen göstersek de sudan tasarruf etmek mümkün değil. Çünkü su da tıpkı doğal gaz ve elektrik gibi ihtiyaç. Ne kadar ihtiyaç duyuluyorsa o kadar kullanılacak. 

Yine de bu su sarfiyatını aşağıya çekmek için düşünmeye başladım. Ama şu ana kadar aklıma bir şey gelmedi. 

Sakın ola. Sana yine az gelmiş. Bize şu kadar geldi demeyin. Kırarım. Çünkü hiç havamda değilim. Şunu derseniz, gönlümde ayrı bir yeriniz olur: "Bu fatura bedeli benden". 

22 Nisan 2025 Salı

Gökhan Özcan'dan

Gökhan Özcan, bildim bileli Yenişafak gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta. Farklı bir üslubu var. Çizgisini hiç değiştirmedi. Kırmadan dökmeden yazmaya devam ediyor. Türkçemizi o kadar güzel kullanıyor ki her bir cümlesi vecize mesafesinde. Yazıları hep insan manzarasına dair gözlem ve tespitler olunca bugünden yarına eskiyecek ve gündemden düşecek yazılar değil.

Bu yazımda Gökhan Özcan’ın köşe yazılarından kısa kısa bazı alıntılara yer vereceğim.

"Çekirdek çitleyenlerin iş ciddiyeti bu ülkenin hiçbir önemli sektöründe yok!" 

"Birbirini hiç tanımayan insanların birbirleri hakkında ne kadar keskin kanaatleri var." 

Gerçekten vücut dili diye bir şey varsa, itiraf edelim ki o dil bütün gün dışarıda!”

“Eskiler, hallerinin kendilerine yakışıp yakışmadığıyla ilgiliydi, biz giysilerin yakışıp yakışmadığıyla ilgiliyiz daha çok!”

“Kendini aşırı ciddiye aldığı için kimsenin ciddiye almadığı ne çok insan var.”

"Büyüyünce ne olacaksın?” diye sordular. “Asırlardır aynı soru, siz büyükler kendinizi hiç geliştirmiyorsunuz!” diye çıkıştı onlara hiç de oralı olmayan çocuk!”

“İnsanlık elindeki son kafiyeyi de tükettiği için, mecburen serbest şiire geçilmiştir diye düşünüyorum.”

“Bugün artık pek çok insan etkileyici sözler söyleyebiliyor, nadir olan şey 'etki'nin kendisi.”

“Dünyanın en derin sözlerini suskunlar söyler, dinleyin görün!”

“Kameranın üzerimize çevrildiği her yerde kaçınılmaz olarak her şey bir kurgudur; insanlar orada en fazla 'gerçek insan'ı oynayabilirler.”

“Her şeyi olduğu gibi görebilmemiz için, herkesin bize bakmadığı bir yerden bakmamız gerekir.”

“Dünyada görmeyi arzu ettiğimiz değişimin kendisi olmazsak, değişim hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Hepimiz maalesef hep önce diğer kişinin değişmesini bekleriz. Eğer kendimizi değiştirebilirsek dünyayı da değiştirebiliriz; kendimizi değiştirmek, dilimizi ve iletişim yöntemlerimizi değiştirmekle başlar” diyor ‘Şiddetsiz İletişim’ kitabında Marshall B. Rosenberg.”

“Görünen o ki, herhangi bir maksada ulaşmak için imaj sahibi olanlar, bir gün vazgeçip geri dönseler de gerçek kimliklerini yerinde bulamıyor.”

“Tefekkürü hep mütefekkirlere bıraktığımız halde, her konuda fikir sahibi olmaktan vazgeçmiyoruz. Tefekkür her şeyden önce haddini bilmeyi öğretir insana, bu sebeple pek talibi yok bu devirde!”

“Allah rızası için günde en az bir vakit, insanlığını içine sığdıramayıp dışına taşıranlardan olmaya niyetlenen var mı?”

“Eskiden bir incitenler vardı, bir de incinenler vardı. Şimdi incinenlerin de incitmeyi öğrendiği bir zamandayız.”

21 Nisan 2025 Pazartesi

Merinos Halı'ya İtibar Suikastı mı Yapılıyor?

Ne zamandır Merinos Halı ile ilgili bu paylaşım sosyal medyada dolaşımda. Bazen paylaşımlara bir ara verilir, sonra yeniden paylaşımlar yapılır.

Genelde bu tür paylaşımları dindar, mütedeyyin, dini eğitim almış, dini hassasiyeti yüksek kişiler paylaşıyor. İçlerinde din görevlileri ve ilahiyat eğitimi almış kişiler de çoğunlukta.

Güya, Merinos Halı'nın sahibi, fabrikasında çalışan personelin cumaya bile gitmesine izin vermiyormuş. İşyerinde de mescit açılmasına izin vermemiş.

Merinos Halı ile ilgili iyice kabak tadı veren bu tür paylaşımların aslı astarı var mı diye o değilden sanal aleme göz gezdirdim.

Yaptığım araştırmada hem namaz yasağına dair hem de bırakın yasağı, fabrikada mescit olduğu gibi civar camilere cuma için işçi taşıyan servis konduğuna dair haberlere rastladım.

Aşağıda kısa kısa bu açıklamalara ve parantez içinde de kaynağına yer vereceğim.

"Merinos halının sahibi İbrahim Erdemoğlu, işçilerin ibadet hassasiyetine sağduyulu bir şekilde yaklaşarak, fabrikada 11 mescit açtı. Fabrikanın çeşitli bölümlerinde bulunan işçi sayılarına göre büyük ve küçük mescitler açan Erdemoğlu, ayrıca Cuma günleri işçilere özel olarak en yakın camiye servis kaldırıyor. İşçiler artık rahat bir şekilde vakit ve Cuma namazlarını kılabiliyor". (Yeni Akit, Risale Haber)

Dün Merinos Halı’nın sahibi, Erdemoğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sayın İbrahim Erdemoğlu’nun “Biz inançlı ve dini bütün insanlarız. Kesinlikle çalışanlarımıza namaz kılmayı yasaklamadık. Değil bir işçinin inançlarından ötürü ibadetini engellemek, dilini, dinini, mezhebini, ırkını, siyasi görüşüne hayatta ayrıcalık yapılmamıştır. Bir tane çalışanım da bize böyle bir saygısızlık yapıldı derse işletmenin tamamını kapatırım” şeklinde yapmış olduğu açıklama yine her türlü izahtan varestedir. (Adıyaman Ses)

Erdemoğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu, kurumda cumaya gitmenin yasaklandığı ile ilgili olarak da şunları kaydediyor: “Merinos ülkemize camiler, okullar, yurtlar, sağlık ocakları yaptırmış bir kurumdur. Merinos kurumunda kesinlikle cuma namazına yasak koymamız söz konusu olamaz. Tüm çalışan arkadaşlarımızın cuma namazı ibadetlerini sağlıklı ifa edebilmeleri için fabrikamızdan servis konulmuştur. Tüm inançlara saygılıyız.” (Yenişafak)

Gaziantep'te 20 sivil toplum örgütü, işçilerine namaz yasağı koyduğu için Merinos Halı'nın merkez fabrikasının önünde basın açıklaması yaptı. (Habername)

Merinos Halı'ya dair dört kaynağa yer verdim. Verdiğim dört kaynak da 2010 yılına ait.

Üç tanesinde işçilerin cumaya gitmesinin engellenmesi bir tarafa, fabrikada mescitler açıldığından, civar camilere cuma için servis kaldırıldığından bahsederken bir haber sitesi cumaya yasak konduğundan bahsediyor.

Yıl 2025 olmasına rağmen 2010 yılında belki de bir yanlış anlaşılmadan kaynaklı haberlere, hala günümüzde sosyal medyada yer verilmesi ilginç. Üstelik Yenişafak hariç diğerleri küçük siteler. Merinos'a ait olumlu ve olumsuz haberler dijital ortamda varken araştırılmadan firmaya itibar suikastı yapılması ya cehalet ya da kasıt ve art niyetin bir göstergesidir.

Durum bu iken "bir fâsık size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın" ayetini iyi bilenlerin, firmaya ait bu paylaşımları ne Müslümanlığa sığar ne de insanlığa. Bu konularda dikkatli olmak lazım. Önümüze düşen her şeyi doğru diye paylaşmayalım. Her gördüğümüzü ve önümüze düşeni paylaşmak bize günah olarak yeter.

Aslı astarı olmayan bu paylaşımları görünce şu anekdot aklıma geldi. Bir arkadaş bir vaizin FETÖ'cü şikayeti üzerine uzun süre açıkta kaldı. Sonunda mahkemeye çıktı. Hakim mahkemede "Bu arkadaşın FETÖ'cü olduğunu nereden biliyorsun" diye şikayetçiye sorar. Şikayetçi, "Ben bunun FETÖ'cü olduğunu duydum. Başka da hakkında bir şey bilmiyorum" deyince, şikayetçiye ne iş yaptığını sorar hakim. Vaizlik yaptığını öğrenince, "Sen Hucurat süresi 6.ayeti kürsüde nasıl açıklıyorsun? Ayıp bu yaptığın diyerek vaizi azarlar ve arkadaşın göreve iradesine hükmeder. Burada duyularla iftira atanın bir vaiz olduğu gerçekten düşündürücü değil mi? 

Gördüğüm ve anladığım kadarıyla Merinos Halı'ya ait paylaşımlar da birer duyumdan ibaret ve bu duyum 2010 yılından beri dolaşımda. Tek kelimeyle sözün bittiği noktadayız. Vah yazık bize. 

Not: İlgi gösterenler için alıntı yaptığım sitelerin adresini yazıyorum:

https://www.risalehaber.com/merinos-namaz-kilmak-isteyen-isciyi-duydu-124123h.htm

https://www.yenisafak.com/gundem/5-bin-calisana-patronluk-firsati-326099

https://adiyamanses.com.tr/rPJTepzi

https://www.habername.com/haber-gaziantepten-merinosa-sert-tepki-50201.htm

20 Nisan 2025 Pazar

Devletin Tüketim Lütfu

Elektrik ve doğal gaz tüketim bedeli bu ay farklı geldi. Gelen mesaj ilginç idi. Ödemem gereken elektrik bedeli 865 lira imiş. 485 lirasını devlet karşılamış. Benim ödemem gereken ise 380 lira imiş. 

Doğal gazda da 770 lira ödemem gerekirken 433 lirasını devlet karşılamış. Ben ise 340 lirasını ödeyeceğim nisanda. 

Görünen o ki devlet tüketimin, doğal gazda yüzde 65'ini, elektrikte ise yüzde 60'ını karşılıyor. Devlet destek vermese vay halimize dedim bu mesajları görünce. 

Önceki aylarda ne kadar doğal gaz ödemişim diye mart itibariyle üç aylık faturaya geriye dönük baktım. 390, 340, 310 şeklinde devam ediyor. 

Devlet ne zamandır bu desteği veriyor bilmiyorum. Yeni mi başlattı bunu da bilmiyorum. Devlet desteği şeklinde gelen mesajla, gelmeyen ayları karşılaştırınca arada fazla bir farkın olmadığı görülmekte. Doğal gaza yeni zam gelmediğine göre öyle zannediyorum, bu devlet desteği önceden beri var. 

Önceki aylarda da devlet desteği olduğuna göre ilgili firma niçin önceki aylarda da tüketiminin şu kadarında devlet desteği var şeklinde bir mesaj göndermiyordu da nisan ayından itibaren devlet desteğini belirtmek zorunda kaldı? 

Devlet desteğini belirtme gereği, firmanın tasarrufu mu yoksa devletin bir isteği mi? Aynı devlet desteği yüzde 25 yapılan zam yapılan elektrik tüketim bedellerinde de belirtildiğine göre devlet desteğini belirtme gereğini devlet istemiş görünüyor. 

Devletin bu desteğine, eksik olmasın devlet derim. Yükümüzü alıp bize destek olmuş. Yalnız bu mesajları pek sıcak karşılamadığımı belirtmek isterim. Çünkü yapılan bir iyiliği başa kakmak gibi geldi bana. Sanki devlet bu mesajlarla şunu demek istiyor: "Gelen bu tüketim bedelleri sana yüksek gelmesin. Benim desteğim olmasaydı, sen şu kadar ödeyecektin. Desteğim sayesinde ödemen gereken miktar düştü geldi. Sakın devlet bir iş yapmıyor diye düşünme. Gördüğün gibi ısınma ve aydınlanma desteği veriyorum. Yoksa halin haraptı. Bu iyiliğimi unutma". 

Devletin bu yaptığı, tanıdık bir esnaftan alışveriş yapınca, iş ödemeye gelince, esnafın, "Normalde şu kadar ama sen bu kadar ver" demesine benzer. 

Devletin elektrik ve doğal gaza bu şekilde destek vermesi doğru mu? Devletin borcu olmaz. Fazladan parası olur. Bu fazla parayla vatandaşına destek olur. Buna kimse bir şey diyemez. 

Yalnız bildiğimiz kadarıyla devlet borçlu. Bu borcu daima faizle ödüyor. Nakit ihtiyacı için sürekli borçlanıyor. Durum bu iken yani borç paçadan akarken devletin bu yaptığı ağalığı anlamak zor. Şayet devletin elinde bize destek olacak fazla parası varsa önceliği borcunu ödemek olmalıdır. Böylece fazladan faiz ödemiş olmaz. 

Bir diğer husus, devletin en önemli gelir kaynağı vergilerdir. Madem böyle destek olacak. Destek yerine vergileri düşük tutabilir. Mesela doğal gaz ve elektrikten aldığı KDV'yi sıfırlayabilir ya da oranı düşürebilir. Vergileri yüksek alıp bu şekilde destek vermesi, kepçeyle alıp kaşıkla vermesine benzer. 

Bir diğer husus, öyle zannediyorum devlet zengin, fakir her tüketiciye aynı desteği veriyor. Devletin bu yaptığı eşitlikçi anlayıştır. Devlet illa destek verecekse, geliri giderini karşılamayan ihtiyaç sahiplerine yapmalıdır. Geliri yüksek olana destek vermemelidir. Unutmayalım ki eşit davranmak adil değildir. Adil olmak, gelire göre vergi almak, gelire göre destek olmaktır. 

18 Nisan 2025 Cuma

Faizle İmtihanımız

Bu ülkenin ekonomisi yalancı baharlar dışında her daim sorunlu olmuştur.

Döviz karşısında paramızın değerini koruyamıyoruz.

Paramız değerli olunca problem, değeri düşünce problem. Çünkü değerli olunca ihracatçı ihracat yapamıyor. Paramızın değeri düşünce alım gücü zayıflıyor, maliyetler artıyor, bu da hayat pahalılığı olarak bize geri dönüyor.

Enflasyonla başımız dertte.

Hayat pahalılığı belimizi bükmeye devam ediyor.
Ülkemizde uygulanmakta olan faiz oranları başlı başına bir sorun. Bunda yanlış ve zamansız faiz oranlarının etkisi büyük.

Covid 19 salgınının ardından, dünya faiz oranlarını yükseltirken, sebebi hikmeti bilinmez, biz indirdik. Şimdi dünya faiz oranlarını düşürürken biz yükseltmeye devam ediyoruz.
Faiz oranı en yüksek ülke olan Venezuela'nın (59) ardından, nisan ayı itibariyle dünyada % 46 ile faizi yüksek ikinci ülkeyiz.

Güya faizi sıfırlamak için epey uğraşmıştık. Bu politika yanlış diyenlere büyük çoğunluk, faizle mücadele ediliyor, faiz belasından kurtulacağız savunması yapmıştı. Bunların sesleri de yüksek çıkınca her ay faizi indirdik.


Geldiğimiz nokta itibariyle her ay indirdiğimiz faizi kendi elimizle yükselttik. Bir ara yüzde elliyi bulmuştu.

Sonuçta faizi yok edemedik. Üstelik içimizde faizden beslenen büyük bir kitle oluştu. Çünkü yüksek faizi gören parasını mevduata yatırdı. Risk yok nasılsa. Ana parasına dokunmadan faiziyle geçinmek çok cazip olsa gerek. Köşede kenarda parası olanın çalışmasına hiç gerek yok.
Bugüne kadar mevduata para yatırmamış biri olarak bu yüksek faiz oranı bana da cazip gelmiyor değil. Ne kadar cazip gelse de bugüne kadar işim olmadı, inşallah bundan sonra da olmaz.

Uygulanan faiz politikasına ne umduk ne bulduk denir. Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olduk denir. Bir beladan kurtulacağız derken bu belanın daha fazla kucağına düştük denir. Yağmurdan kaçarken doluya tutulduk denir. Çünkü ceremesini bir avuç paradan para kazanan dışında toplum olarak bizler çekiyoruz, çekmeye de devam edeceğiz.

Rasim Hutbesi

Ergenekon operasyonlarında tetikçi bir gazetede yazarlık yaparak sonradan "Ergenekon diye bir şey yokmuş, milli ordumuza kumpas kurulmuş" denip dava düşse de o sürece katkısı küçümsenemez.

Halk TV yetkilileri büyük bir başarıya imza atarak kendisiyle röportaj yapınca, Halk TV'den altı gazeteci birden istifa etti.

Spor programlarında yaptığı bilimsel skor tahminleri görülmeye değer.

Tartışma programlarında ortamı germede, sesini yükseltmede üstüne tanımam.

Bildim bileli bir şöhrete sahip. Şöhretinden hiç eksilme olmadı. Şöhretinde bir düşme sezdiği zaman yeniden gündeme gelmeyi de çok iyi becermekte.

En sonunda da "CHP'ye kayyum atanacak" paylaşımıyla gündeme oturdu. Bu haberle borsa yüzde 6 değer kaybetti.

Görünen o ki yaptığı iş ne ise ağırlığı olan biri. Siyaset, spor her alanda var. On parmağında on marifet.

Sayesinde gazeteciler işini kaybediyor, borsa düşüyor, ses getiriyor, infiale sebebiyet veriyor. Kısaca hep ses getiriyor.

Sonunda kayyum iddiasından dolayı yalan haberi alenen yaydığı için savcılık resen soruşturma başlattı. Göz altına alındı. Ama yapacak çok işi olmalı ki tutuklamaya gerek görülmedi. İfadesinin ardından adli kontrol şartı ile salıverildi. Sadece yurtdışı yasağı kondu kendisine.

İşin içine yalan haberi alenen yaymak girince Diyanet de topa girdi. Bu konuda bana da söz düşer dedi. Bu haftanın konusunu bu şöhret sahibine ayırdı. Hucurat süresinden bahsetti. Kısaca ahlak süresi olarak da bilinen süre özetlendi. Ayetlerin hem orijinali hem de mealine yer verildi. "Ey iman edenler! Size bir fâsık haber getirirse onun doğruluğunu araştırın…” emridir. Ayet-i kerime, bizleri; yalan haber ve yanıltıcı bilgilere karşı dikkatli olmaya çağırmaktadır. Zira ister gerçek hayatta isterse dijital mecralarda yalan haberleri yaymak, doğruluğu teyit edilmeyen bilgileri paylaşmak; insanlar arasında fitne ve fesadın ortaya çıkmasına, toplumda huzur ve güven ortamının zedelenmesine sebep olmaktadır. Nice insanların hayattan kopmasına, nice yuvaların dağılmasına, nice dostlukların bozulmasına yol açmaktadır. Asla unutmayalım ki, doğruluğundan emin olunmayan bir bilgiyi ve haberi paylaşmak, büyük bir günah, ağır bir vebaldir." kısmıyla adeta adına hutbe okundu. Yaptığın fasıklık dendi. Bize de bir fâsık bir haber getirirse doğruluğunu araştırın mesajı verildi.

Hasılı bu haftanın hutbesine Rasim hutbesi dense yeridir. 

Bu durumda Rasim Ozan Kütahyalı'yı kıskanmaktan başka bir yol kalmadı bana. Öyle ya adıma bugüne kadar bir hutbe irat edilmedi. Kimsenin ekmeği ile oynayamadım. O kadar yıldır yazıp paylaşım yaparım. Rasim Ozan Kütahyalı kadar yazı ve paylaşımlarım ses getirmedi. Savcılık harekete geçmedi ve hiç gündeme oturmadım.

Not:Dikkatimi çeken hatibin hutbeyi bağıra bağıra okumasıydı. Hep mi böyle okur yoksa Rasim'e kızgınlığından mıydı bilemedim.