Ana içeriğe atla

Yasak Herkesi Bağlamalı *

Salgını en aza indirmek amacıyla devlet, belli zaman aralıklarla bir dizi yasakları uygulamaya koydu. Salgının kontrol altına alındığı bazı zamanlarda normalleşme adımları çerçevesinde yasaklara bir yumuşama getirilse de artan vakalar sebebiyle tekrar kısıtlılık ve yasaklara geri dönüyoruz. Yani bir kapanıyoruz bir açılıyoruz.

Tüm yasaklara rağmen salgın kontrol altına alınamadığı gibi hasta ve vaka sayımız her geçen gün artıyor. Vaka sayısı 60 binleri geçerken yoğun bakım ve entübe hasta sayımız çoğalıyor. Ölü sayımız 300'lü rakamlara doğru gidiyor. Ülkemizdeki hasta ve vaka sayısının Sağlık Bakanının açıkladığı verilerden çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. Çünkü test yaptırmayıp ayakta veya evinde karantinada iken ilaç kullanmadan bu hastalığı hafif atlatan insanımızın sayısı da az değil ve bunlar kayda girmiyor. Beni düşündüren de bunca tedbir ve yasağa rağmen vakaların her gün artması ve bu durumun hiç hayra alamet olmaması. 

Ben açıkçası salgını önlemek amacıyla uygulanmakta olan kısmi kapanmanın yanında Bilim Kurulu Üyelerinin istediği tam kapanmanın da salgını önlemede çözüm olacağına inanmıyorum. Çünkü salgını ranta çevirmek isteyenler iş başında. Amaçlarına ulaşıncaya kadar bu salgın kah azalarak kah çoğalarak bizimle yaşamaya devam edecek. Ta ki devletleri ve insanımızı pes ettirinceye kadar. Doğrusu, salgın kaynaklı konan yasak ve kısıtlamaları yürürlüğe koyan devlet yetkililerinin de bunun altında bir Çapanoğlu olabilir mi diye kafa yorduklarını düşünmüyorum. Öyle zannediyorum, düşünmeye başladığımız zaman iş işten geçmiş, atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacak, bitmiş ve tükenmişlik içerisinde biz yine biz bize kalacağız. Ne zaman bu işte var bir şey dediğimiz zaman birileri hastalığa inanmıyor musun, bu ölüleri nereye koyacağız demeye başlıyor. Kimse hastalık yok, ölümlerin de aslı yok ve ölenlerin sayısı az falan demiyor. Zira hastalık bir gerçek olduğu gibi bu hastalık aynı zamanda hızlı bulaş özelliği olan ciddi bir hastalık. Birinci derecede ölümcül değilse de ölümler de bir hak. Öyle zannediyorum, böyle giderse bizi bu hastalıktan ziyade bu hastalık korkusu öldüreceğe benziyor. Çünkü bu kadar uzun bir kapalılığa devletlerin mali gücü ve kapalı esnaf ne kadar dayanır, bunu da zaman gösterecek. Neyse bu ayrı bir konu.

Salgının önlenmemesinde vatandaş konan kısıtlama ve yasaklara uymuyor mu sorusu akla geliyor. Gördüğüm kadarıyla kahir ekseriyet devletin koyduğu kurallara uymada hassas. Hatta çoğunluk hastalık derecesinde kurallara uyuyor ve çevresindeki insanları uyarıyor. İçimizde az sayıda kural tanımayan, aymazlar yok mu? Var elbet. Bunları hizaya getirme görevi de devletin kolluk görevlilerine kalmış.  Bu tiplere gerekli ağır cezalar verildiği takdirde bu kural tanımazlığa devam edeceklerini sanmıyorum. Ceza vermeyerek ekranlarda durmadan bu tipleri göstererek insanımız kurallara uymuyor şeklinde dert yanmak hiç çözüm değil. Zira bu tipler kimseye aldırmadan yollarına devam ediyorlar. Hayat bize zehir olurken bunlar rahatlarından ödün vermeden içimizde yaşamaya devam ediyorlar.

Salgını önlemenin yolunun ne kısmi ne de tam kapanma olduğuna inanamamakla beraber yasak ve kural koyucuların yürürlüğe koydukları bazı kuralları gereksiz bulup garipsesem de çevremdeki insanlara saygımdan ve vatandaşlık görevim icabı, konan kurallara azami gayret gösteriyorum. Aynı şekilde çoğunluğun da bu yasaklara riayet ettiğine inanıyorum. Ben ve çoğunluk salgın kaynaklı kurallara azami derecede gayret gösteriyorsak aynı hassasiyeti yasak koyuculardan da beklemek hakkımızdır. Örnek olarak ramazan dolayısıyla insanımız toplu iftar yapmasın ve birbirlerine gidip gelmesin diye 21.00 yasağını 19.00’a çekerken etkili ve yetkili sorumlu yöneticilerimizin de bu yasaktan azade olmaması lazım. Bunu bir vatandaş olarak hassaten istiyorum. Bize bu konuda talkın verilirken üzümlerin salkım salkım götürülmesi vatandaş nezdinde dikkat çekiyor. İstiyorum ki bu yasak herkes için bağlayıcı olsun. Herkes için bağlayıcı olan bu yasağa rağmen sorumlu kişilerimiz toplu iftarlara katılıyorsa, devletin kolluk kuvvetlerine düşen bu yasağı çiğneyenlere ceza yazmasıdır. Kendilerine ceza yazılan sorumlular da biz bunu hak ettik diyerek cezayı özümsemeleri gerekir. Bu ülkenin normalleşmesi için bu gerekiyor. Burada devlet 24 saat çalışıyor ve iş başında. Sorumlu kişiler iftar dolayısıyla yerinde denetim görevi yapıyorlar ve birlikte iftar yaptıklarına moral depoluyorlar denirse, bu durumda, iftar sofralarının görüntüsü basına servis edilmemeli diye düşünüyorum. Çünkü basına servis edilen bu tip her bir fotoğraf, vatandaşa “yasaklar sadece bizi mi bağlıyor” dedirtiyor. Bence kendimizi muaf tutacak ve uygulamayacağımız yasaklara hiç kapı aralamayalım ve yapamayacağımız şeyleri söylemeyelim. Çünkü bu durum devletle vatandaş arasında güven problemine yol açtığını düşünüyorum.   


*19/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde