23 Kasım 2016 Çarşamba

Kışta kıyamette taşınma

1991 yılında fakülteyi bitirince öğretmen olarak atanabilmek için girdiğim sınavdan yedeklerden bir sıra bulabildim kendime. Atanacaktım  ama.  Ne zaman?  Beklemeye tahammülüm yoktu. Zira fakülte 2.sınıfta iken evlenmiş, okul bittiği zaman hane sayım 5 olmuş ve çoluk çocuk ekmek beklerdi evde.

Vekil öğretmenliğe müracaat ettim. Konya'ya 70 km uzaklıktaki Kemerli Kolça'da göreve başladım. Asaleten atanamamıştım ama uzun bir unvanım vardı: Müdür yetkili vekil öğretmen. Tek odalı birleştirilmiş bir okulda; okulun hem hizmetlisi, hem öğretmeni,  hem de müdürü oldum. Yaz boyunca kırılan camların ölçüsünü alıp hafta sonu gittiğim Konya'dan ölçüye göre cam kestirip kendim taktım. Teknisyenliğim de fena değilmiş hani. Kendi kendime gıpta ettim. Sobayı yakmak ve külünü almak da zor değilmiş meğer. Yeter ki iş başa düşsün. Kırık camdan giren kuşların tünediği soba borularındaki kurumuş doğal gübreyi temizlemek ve geçen yıldan beri temizlenmeyen boruların isini temizleme konusundaki maharetim de görülmeye değerdi bu arada.

İşin zor kısmı bitti,  derse başlayalım derken turpun büyüğünün heybede olduğunu anlamam uzun sürmedi. En zoru öğretmenlikmiş meğer. Çünkü önümdeki öğrenciler ilkokul çocuğu. . . Seviyelerine inebilmek,  branşımın olmadığı bir alanda ders verebilmek. Üstelik her sınıf seviyesinden öğrenciye aynı sınıfta ders vermek...

Dört ay müdür yetkili vekil öğretmenlik yaptıktan sonra Şubat ayında Gaziantep Nizip İHL'de İHL Meslek  Dersleri Öğretmeni olarak asaleten göreve başladım. Sıra geldi eşya taşımaya. Güneysınır'dan bir kamyon buldum.  O da ne!  İkizlerimden biri hastalandığı için hastaneye yatırıldı. Eşim başında refakatçi idi. Eşya taşımak için  7 aylık çocuğun başına refakatçi olarak kayın valideyi koyarak eşimi hastaneden aldım. 30-40 santim yağan kardan sonra meydana gelen dona aldırmadan toparlanmayan eşyamızı kamyona yüklemeye gittik. Kimimiz kamyonla kimimiz de Aksaray otobüsüyle okulun lojmanında buluştuk. Şoför,  amca oğlum,  kayın peder ve eşimin eline ne geçtiyse kamyona doldurduk. Gaziantep'e gitmek için yola çıktık. Eşim ve kayınpeder Konya'ya geri dönmek için Aksaray istikametine gitmekte olan otobüse bindiler, akşamın ayazında yolda beklerken donmamak için.

Aksaray'a yaklaşırken yolda bekleyen sıra sıra araçları görünce kaptana sordum, bu araçlar niye duruyor diye. "Yakıtları donmuştur.  Deponun altında piknik tüpü yakmışlar" deyince mazot donar mı diyerek hayretimi ifade ettim. Yavaş yavaş Aksaray'a girdik. "Hocam,  bizim yakıtta donmak üzere, bir otel bulup burada kalalım" dedi. Geceyi 'Özeller'  tesislerinde geçirdikten sonra sabahın köründe yola koyulduk. Kağnıdan biraz hızlıcaydı gidişimiz. Kışta, kıyamette buna da şükür. Akşam ezanları okunduğu zaman Nurdağı'ndaydık. Şoföre,  akşam namazını kılmak için biraz  mola verelim dedim. "Namaz kılmam  ama namaz kılanları severim,  az sonra"  dedi. "Az sonra,  az sonra"  derken "Ağabey! Namaz geçecek" der demez gördüğü ilk petrol istasyonuna kırdı arabayı. "Çukur. . . " dememle beraber frene bastı şoför. Sendelemeyle birlikte alnımı da vurmuşum arabaya.  Arabanın sağ ön tekeri daha önce açılmış bir çukura girmişti. Şoför mahallinden  indik. Arabaya bir baktık.  Arabanın ne ön ön, ne de arka arka çıkması mümkündü. Yolda denetleme yapan trafik polisinin yanına vardım, arabayı bir çektirelim diye. "En yakın çekici  Maraş'tan gelir.  Buraya 50 km. Üstelik geç gelir,  aynı zamanda size pahalıya patlar. Buradan bir araç bulup gerisin geriye çektir. Yalnız bulacağın araç ağır olsun. Çünkü çekmede zorlanırsa arabanız çukura yuvarlanır" dedi.  Yol işlek. Araba bulsak da akan trafikten çektiremeyiz dedim. "Siz arabayı ayarlayın,  ben şeridin birini kapatırım" dedi. Biz ağır  bir vasıta ararken bir kaç kişi traktörünü getirdi,  çekelim diye. Gelen amatör çekiciler hem hafif hem de yüksek ücret istiyorlardı. Ne yapalım diye beklerken kereste yüklü bir kamyon geldi. Arka arka çekiverdi, üstelik meccanen yapıverdi bu işi.

Uçuruma yuvarlanmaktan kurtulmuştuk. Bu arada yatsı ezanı çoktan okunmuştu. Yol boyunca ben namaz kılarken bekleyen partnerlerim de abdest almak için kollarını sıvadı. Birlikte akşam ve yatsıyı cemettik. Namazdan sonra tesisin lokantasında karnımızı doyurduk. Yemek parasını vermek için yarıştık. Hepimiz cömertleştik. Zira büyük bir kaza atlatmıştık. Belki de önceden yaptığımız az sadaka büyük bir kazayı def'etmişti. Üstelik daha yolumuz bitmemişti.

Yola koyulduk tekrar. 23.00 sularında Nizip'e vardık. Gecenin bir yarısına kadar eşyaların bir kısmını çektik yukarı. Geri kalan kısmını sabah gündüz gözüyle çekelim diyerek  arabanın üzerinde bıraktık. Güç bela sobayı kurduk, ateşledik. Üzerine yorgan, battaniye alan aynı odanın içinde boş bulduğu bir yere kıvrıldı. Bir gün öncesi kar ve ayaz ortamında eşya taşıma, bir gün boyunca da kamyonla yolculuk, yolda kaza geçirme ve eşyanın bir kısmını çektikten sonra yorgunluktan mışıl mışıl uyumuşuz.  Arka arkasına çalan bir sese uyandık. Çalan zil sesiydi. Kim çalabilirdi ki? Kimseyi biz, kimse de bizi tanımıyordu. Birbirimize baktık. Kalkmaya da takatimiz yoktu. Yabancısı olduğum evin ev sahibi olarak bana "Zil çalıyor, baksana" dediler. Pencereden baktım. Kapının önünde kimse yoktu. İn-s- midir, cin midir dedim. Zil çaldıkça çalıyordu, hem de kafamızı zonglatırcasına. Aşağıya kadar indim korka korka. Yine kimse yoktu. Zil hala çalıyordu. Üstelik orta yerde zilin düğmesi de yoktu. Yukarı çıktım, tekrar indim. Nihayet zili buldum. Sıvanın içinde birbirine değen zilin telleri sanki bize 'Hoş geldin' şarkısı söylüyordu. Teli ayırınca dünya varmış dedim. Hele şükür derken yerlerin ve arabamızın üstünün beyaza büründüğünü gördüm. 20 yıldır yağmayan kar yağmıştı Nizip'e. Bereket dedikleri bu olsa gerek. Konya'da pişen Nizip'e de düşmüştü. Kalan eşyalarımızı da evin içine attık üstün körü.

Şoför ve yanımda bana refakat eden amca oğlumu Konya'ya uğurladıktan sonra ertesi gün okula başlayacağım. Fakat varınca aramayayım diye ayırdığım elbiselerim eşimin elindeki valizde Konya'da geri gitmişti. Nizip kapalı çarşısında Haydar Amca ile tanıştım. Ondan istediğim gibi olmasa da dar kesim siyah bir pantolon aldım. Ertesi günü onu giyerek okulun yolunu tuttum. İlk dersime girdim. Tir tir titriyorum. Hayatım boyunca hiç öyle heyecan yaşamamıştım.

Çocuğumun birinin hastanede olması, mevsimin kış olması nedeniyle eşim Konya'da, bense görev yerimde öğretmenlik yapmaya başladım. Bir gün, iki gün, üç gün derken okula ve öğretmenliğe ısınmaya başladım. Fakat evi otel gibi kullanıyorum. Yemek yok. Peynir, zeytin benim değişmez ana menüm oldu her gün.  Sabahleyin kalkma sorunum da var. Çünkü avrat yok, akıl yok misali. Bir gün kalktım, okula gecikmişim. Hızlı bir şekilde eldeki mevcut ve tek pantolonumu giydim, koşar adım okula vardım ilk derse girdim. Tahtada ders işlemeye başladım. Öğrencinin biri yanıma geldi kulağıma bir şey fısıldadı. Anlamadım. Bir daha tekrarlamasını söyledim. Tekrarladı ama nafile. Yine anlayamadım. Nihayet üçüncü söyleyişinde  anlayabildim. Meğersem öğrenci "Fermuarın açık hocam" diyormuş. Yönümü tahtaya dönerek hızlıca fermuarımı kapattım. Başımdan kaynar sular dökülmüştü sanki. Çiçeği burnundaki öğretmenliğimin ilk günlerinde yaşadığım heyecana, mahcubiyet ve utanma da eklendi böylece. Kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Dilim lal oldu. Ne diyeceğimi de şaşırdım. O dersten sonra o öğrenciyi gördükçe, o sınıfa derse gittikçe  o mahcubiyeti hissettim. Yine o sınıfa derse girmeden önce  kapalı fermuarımı tekrar tekrar kontrol ettim hep.

Öğretmenliğimin 25.yılını çalışıyorum. Unutmak için içime gömmüştüm. Unutmuştum da. Ne zaman ki  "Öğretmenlikte unutamadıkları anıları paylaşma" konusu gündeme gelince öğretmenliğimin ilk günlerindeki yaşadığım, bir daha hatırlamamak için içime attığım bu anım depreşti.  06/11/2016


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder