1991 yılında fakülteyi bitirince öğretmen olarak
atanabilmek için girdiğim sınavdan yedeklerden bir sıra bulabildim kendime. Atanacaktım
ama. Ne zaman? Beklemeye tahammülüm yoktu. Zira fakülte
2.sınıfta iken evlenmiş, okul bittiği zaman hane sayım 5 olmuş ve çoluk çocuk
ekmek beklerdi evde.
Vekil öğretmenliğe müracaat ettim. Konya'ya 70 km
uzaklıktaki Kemerli Kolça'da göreve başladım. Asaleten atanamamıştım ama uzun
bir unvanım vardı: Müdür yetkili vekil öğretmen. Tek odalı birleştirilmiş bir
okulda; okulun hem hizmetlisi, hem öğretmeni, hem de müdürü oldum. Yaz
boyunca kırılan camların ölçüsünü alıp hafta sonu gittiğim Konya'dan ölçüye
göre cam kestirip kendim taktım. Teknisyenliğim de fena değilmiş hani. Kendi
kendime gıpta ettim. Sobayı yakmak ve külünü almak da zor değilmiş meğer. Yeter
ki iş başa düşsün. Kırık camdan giren kuşların tünediği soba borularındaki
kurumuş doğal gübreyi temizlemek ve geçen yıldan beri temizlenmeyen boruların
isini temizleme konusundaki maharetim de görülmeye değerdi bu arada.
İşin zor kısmı bitti, derse başlayalım derken turpun
büyüğünün heybede olduğunu anlamam uzun sürmedi. En zoru öğretmenlikmiş meğer.
Çünkü önümdeki öğrenciler ilkokul çocuğu. . . Seviyelerine inebilmek,
branşımın olmadığı bir alanda ders verebilmek. Üstelik her sınıf
seviyesinden öğrenciye aynı sınıfta ders vermek...
Dört ay müdür yetkili vekil öğretmenlik yaptıktan sonra Şubat
ayında Gaziantep Nizip İHL'de İHL Meslek Dersleri Öğretmeni olarak
asaleten göreve başladım. Sıra geldi eşya taşımaya. Güneysınır'dan bir kamyon
buldum. O da ne! İkizlerimden biri hastalandığı için hastaneye
yatırıldı. Eşim başında refakatçi idi. Eşya taşımak için 7 aylık çocuğun
başına refakatçi olarak kayın valideyi koyarak eşimi hastaneden aldım. 30-40
santim yağan kardan sonra meydana gelen dona aldırmadan toparlanmayan eşyamızı
kamyona yüklemeye gittik. Kimimiz kamyonla kimimiz de Aksaray otobüsüyle okulun
lojmanında buluştuk. Şoför, amca oğlum, kayın peder ve eşimin eline
ne geçtiyse kamyona doldurduk. Gaziantep'e gitmek için yola çıktık. Eşim ve kayınpeder
Konya'ya geri dönmek için Aksaray istikametine gitmekte olan otobüse bindiler,
akşamın ayazında yolda beklerken donmamak için.
Aksaray'a yaklaşırken yolda bekleyen sıra sıra araçları
görünce kaptana sordum, bu araçlar niye duruyor diye. "Yakıtları
donmuştur. Deponun altında piknik tüpü yakmışlar" deyince mazot
donar mı diyerek hayretimi ifade ettim. Yavaş yavaş Aksaray'a girdik.
"Hocam, bizim yakıtta donmak üzere, bir otel bulup burada
kalalım" dedi. Geceyi 'Özeller' tesislerinde geçirdikten sonra
sabahın köründe yola koyulduk. Kağnıdan biraz hızlıcaydı gidişimiz. Kışta, kıyamette
buna da şükür. Akşam ezanları okunduğu zaman Nurdağı'ndaydık. Şoföre,
akşam namazını kılmak için biraz mola verelim dedim. "Namaz
kılmam ama namaz kılanları severim, az sonra" dedi.
"Az sonra, az sonra" derken "Ağabey! Namaz
geçecek" der demez gördüğü ilk petrol istasyonuna kırdı arabayı.
"Çukur. . . " dememle beraber frene bastı şoför. Sendelemeyle
birlikte alnımı da vurmuşum arabaya. Arabanın sağ ön tekeri daha önce
açılmış bir çukura girmişti. Şoför mahallinden indik. Arabaya bir baktık.
Arabanın ne ön ön, ne de arka arka çıkması mümkündü. Yolda denetleme
yapan trafik polisinin yanına vardım, arabayı bir çektirelim diye. "En
yakın çekici Maraş'tan gelir. Buraya 50 km. Üstelik geç gelir,
aynı zamanda size pahalıya patlar. Buradan bir araç bulup gerisin geriye
çektir. Yalnız bulacağın araç ağır olsun. Çünkü çekmede zorlanırsa arabanız
çukura yuvarlanır" dedi. Yol işlek. Araba bulsak da akan trafikten
çektiremeyiz dedim. "Siz arabayı ayarlayın, ben şeridin birini
kapatırım" dedi. Biz ağır bir vasıta ararken bir kaç kişi traktörünü
getirdi, çekelim diye. Gelen amatör çekiciler hem hafif hem de yüksek
ücret istiyorlardı. Ne yapalım diye beklerken kereste yüklü bir kamyon geldi.
Arka arka çekiverdi, üstelik meccanen yapıverdi bu işi.
Uçuruma yuvarlanmaktan kurtulmuştuk. Bu arada yatsı ezanı
çoktan okunmuştu. Yol boyunca ben namaz kılarken bekleyen partnerlerim de
abdest almak için kollarını sıvadı. Birlikte akşam ve yatsıyı cemettik.
Namazdan sonra tesisin lokantasında karnımızı doyurduk. Yemek parasını vermek
için yarıştık. Hepimiz cömertleştik. Zira büyük bir kaza atlatmıştık. Belki de
önceden yaptığımız az sadaka büyük bir kazayı def'etmişti. Üstelik daha yolumuz
bitmemişti.
Yola koyulduk tekrar. 23.00 sularında Nizip'e vardık.
Gecenin bir yarısına kadar eşyaların bir kısmını çektik yukarı. Geri kalan
kısmını sabah gündüz gözüyle çekelim diyerek arabanın üzerinde bıraktık.
Güç bela sobayı kurduk, ateşledik. Üzerine yorgan, battaniye alan aynı odanın
içinde boş bulduğu bir yere kıvrıldı. Bir gün öncesi kar ve ayaz ortamında eşya
taşıma, bir gün boyunca da kamyonla yolculuk, yolda kaza geçirme ve eşyanın bir
kısmını çektikten sonra yorgunluktan mışıl mışıl uyumuşuz. Arka arkasına
çalan bir sese uyandık. Çalan zil sesiydi. Kim çalabilirdi ki? Kimseyi biz,
kimse de bizi tanımıyordu. Birbirimize baktık. Kalkmaya da takatimiz yoktu.
Yabancısı olduğum evin ev sahibi olarak bana "Zil çalıyor, baksana"
dediler. Pencereden baktım. Kapının önünde kimse yoktu. İn-s- midir, cin midir
dedim. Zil çaldıkça çalıyordu, hem de kafamızı zonglatırcasına. Aşağıya kadar
indim korka korka. Yine kimse yoktu. Zil hala çalıyordu. Üstelik orta yerde
zilin düğmesi de yoktu. Yukarı çıktım, tekrar indim. Nihayet zili buldum.
Sıvanın içinde birbirine değen zilin telleri sanki bize 'Hoş geldin' şarkısı
söylüyordu. Teli ayırınca dünya varmış dedim. Hele şükür derken yerlerin ve
arabamızın üstünün beyaza büründüğünü gördüm. 20 yıldır yağmayan kar yağmıştı
Nizip'e. Bereket dedikleri bu olsa gerek. Konya'da pişen Nizip'e de düşmüştü.
Kalan eşyalarımızı da evin içine attık üstün körü.
Şoför ve yanımda bana refakat eden amca oğlumu Konya'ya
uğurladıktan sonra ertesi gün okula başlayacağım. Fakat varınca aramayayım diye
ayırdığım elbiselerim eşimin elindeki valizde Konya'da geri gitmişti. Nizip
kapalı çarşısında Haydar Amca ile tanıştım. Ondan istediğim gibi olmasa da dar
kesim siyah bir pantolon aldım. Ertesi günü onu giyerek okulun yolunu tuttum.
İlk dersime girdim. Tir tir titriyorum. Hayatım boyunca hiç öyle heyecan
yaşamamıştım.
Çocuğumun birinin hastanede olması, mevsimin kış olması
nedeniyle eşim Konya'da, bense görev yerimde öğretmenlik yapmaya başladım. Bir
gün, iki gün, üç gün derken okula ve öğretmenliğe ısınmaya başladım. Fakat evi
otel gibi kullanıyorum. Yemek yok. Peynir, zeytin benim değişmez ana menüm oldu
her gün. Sabahleyin kalkma sorunum da var. Çünkü avrat yok, akıl yok
misali. Bir gün kalktım, okula gecikmişim. Hızlı bir şekilde eldeki mevcut ve
tek pantolonumu giydim, koşar adım okula vardım ilk derse girdim. Tahtada ders
işlemeye başladım. Öğrencinin biri yanıma geldi kulağıma bir şey fısıldadı.
Anlamadım. Bir daha tekrarlamasını söyledim. Tekrarladı ama nafile. Yine
anlayamadım. Nihayet üçüncü söyleyişinde anlayabildim. Meğersem öğrenci
"Fermuarın açık hocam" diyormuş. Yönümü tahtaya dönerek hızlıca
fermuarımı kapattım. Başımdan kaynar sular dökülmüştü sanki. Çiçeği burnundaki
öğretmenliğimin ilk günlerinde yaşadığım heyecana, mahcubiyet ve utanma da
eklendi böylece. Kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Dilim lal oldu. Ne diyeceğimi
de şaşırdım. O dersten sonra o öğrenciyi gördükçe, o sınıfa derse gittikçe
o mahcubiyeti hissettim. Yine o sınıfa derse girmeden önce kapalı
fermuarımı tekrar tekrar kontrol ettim hep.
Öğretmenliğimin 25.yılını çalışıyorum. Unutmak için içime
gömmüştüm. Unutmuştum da. Ne zaman ki "Öğretmenlikte unutamadıkları
anıları paylaşma" konusu gündeme gelince öğretmenliğimin ilk günlerindeki
yaşadığım, bir daha hatırlamamak için içime attığım bu anım depreşti. 06/11/2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder