Ana içeriğe atla

Bir medeniyet tasavvurumuz var mı bizim?



"Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümüne" medeniyet denir biliyorsunuz. Biri: ‘İslam dünyasının ve Müslümanların oluşmuş bir medeniyeti veya medeniyet tasavvuru var mıdır’ dese ne deriz acaba?

Vereceğimiz cevap bir zamanlar vardı, ama iki asırdır yokuz demek olur sanırım. 04/04/2016 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşesinde “Kültür ve Medeniyet” başlıklı yazısında Taha AKYOL: Prof. Salim el-Hassani’nin ‘Müslümanların bilim ve teknolojiye katkısını anlattığı ‘1001 icat’ isimli eserinde   geçen 115 bilgin ve mucitten 88 tanesinin  12. asrın sonuna kadar olduğunu, geriye kalan 27 tanesinin 13.yüzyıldan sonra olduğunu, 19.ve 20.asra ait bir katkısının olmadığını” belirtir. Bilimde, teknolojide iki asırdır esememiz okunmuyor gördüğünüz gibi.

İslam Medeniyeti üzerine anlattığımız her şey geçmişimize ait maalesef. Bugün iliklerimize kadar işlemiş Batı Medeniyetinin tasallutu altındayız. Biri: "Efendim, Batı Medeniyeti şöyle iyi, böyle gelişmiş" diye konuştuğu zaman biz hemen geçmişimizden örnekler vererek Batı'nın kazanımlarının gerisinde bizim medeniyetimiz var. Onlar bizden aldı. Ya da onların medeniyeti kan ve gözyaşından ibarettir deyip işin içinden sıyrılmaya çalışırız. Tespitim yanlış olabilir ama bizim bu yaptığımız suçluluk psikolojisi içerisindeki bir insanın savunma refleksidir. Geçmişten örnekler vererek topu taca atıyoruz. Hiç kimse kusura bakmasın dünyaya dair yeni bir şeyler söylemiyoruz. Bu durum bazı insanların yaşlanınca yeni bir şey söylemeyip hep kovanın içerisinden konuşmasına benzer. Hani Rumi: " Yeni şeyler söylemek lazım cancağızım" diyor ya. Biz de şanlı geçmişimizle övünmeyi bırakıp yeni, farklı şeylere kapı aralamamızın zamanı geldi, geçiyor bile.

Günümüze ve yarınlara inşa edebileceğimiz plan ve programımız yok. Saldım çayıra Mevlam kayıra mantığı çerçevesinde yuvarlanıp gidiyoruz. Kültürden sanata, bilimden teknolojiye kullandığımız hep başka medeniyetlere ait. Ne bir icadımız var ne de üretimimiz. Başka milletlerin pazarı olmuşuz, hep satın alıp tüketiyoruz. Günümüzde şu da bize ait diyebileceğimiz bir övünç kaynağımız yok. Haydi teknolojide, bilimde yokuz. Peki diğer alanlarda? Maalesef yok oğlu yokuz. Kendisi bir hazine olup inananlarının ortaya çıkarmasını beklediği İslam, elimizde oyuncak olmuş, yerlerde sürünüyor. Biri İslam’ın ve Kur’an’ın kendisine değil de Müslümanlara bakarak Müslüman olmak istese mümkün değil İslam’a girmesi. Çünkü özellikle günümüzde her türlü melanet, pislik, hırsızlık, adam kayırmacılık, emanete ihanet, sahtekarlık, üretmeden tüketmek, birbirimizi öldürmek, haksız kazanç elde etmek, emaneti ehline vermemek, birbirimize güvenmemek, alnımızı terletmeden kazanmak, Allah ile aldatmak…vb dendi mi İslam dünyası akla gelir.

İslam dünyasının 13.yüzyıldan itibaren bilim, teknoloji vb alanlarında yapmış olduğu katkılarından sonra yaptıklarımız maalesef bir elin parmaklarını geçmiyor. Eğer bir medeniyet tasavvurumuz olacaksa -ki olmalıdır- her şeyden önce enine boyuna düşünüp milletçe bir seferberlik ilan etmemiz gerekecektir.  Yeniden özümüze dönmeliyiz. Zihinlerimizdeki geri kalmışlık sendromundan kurtulmalıyız. Kendimize güvenimiz gelmelidir. Kültürümüzü başka kültürlerin etkisinden kurtarmalıyız. Milletçe üretmeyi hedef almalıyız. AR-GE’ye daha fazla önem vermeliyiz. Dünyanın ihtiyacı olan maddi ve manevi varlıkları icat etmek, üretmek ve diğer toplumlara pazarlamak için ilgili ciddi birimler kurulmalıdır. Türkiye ve İslam dünyasında iyi bir saha çalışması yaparak üretici zekaları tespit etmekle işe başlayabiliriz. İcat edilen her şeyin patenti için devlet gerekli kolaylığı sağlamalıdır. İnsana yatırım yapmalıyız. Zihnen, fikren ve bedenen kirlenmişliğimizden arınmalıyız. Çalışmaya ve üretmeye kendimizi hazırlamalıyız. Kendi kültürümüzle bağımızı koparmadan geçmiş zengin ve özgün farklılıklarımızın farkına vararak geleceğe ve insanlığa örnek ve faydalı olacak bir inşa süreci başlatmamız lazım… 11/09/2016

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde