14 Nisan 2016 Perşembe

Kopya Çekmek

Okullu olup da sınavlarda kopya çekmeyenimizin sayısı yok denecek kadar azdır. Hele yıllar geçer, iyi bir iş yapmışçasına bu işi ballandıra ballandıra anlatanları da görürsünüz.
Kopya çekmekle iyi bir şey mi yapmış oluruz? Burada kul hakkı ve aldatma yok mu? Ya da hırsızlıkla arasında fark var mı?
Kanaatimce bu iş gizlice yapıldığına göre kopyanın iyi bir şey olmadığında hepimiz hem fikiriz. Niçin iyi bir şey değildir? Çünkü;
1.Kopya çeken kişi hak etmediği bir notu haksız yere almıştır.
2.Aldığı notla yarıştığı emsallerinin önüne geçerek kul hakkına sebebiyet vermiştir.
3.Emsalleri sınav öncesi harıl harıl ders çalışırken o, cırcır böceği gibi gününü gün etmiştir.
4.Sınavını okuyanı “Ben bu sorduğun soruları biliyorum. Hafızama yerleştirdim. İşte cevaplar” diyerek aldatmıştır.
5. Başkasının eşyasını çalmaya hırsızlık diyorsak burada da bilgi hırsızlığı vardır. Hatta hırsızlığı kişi, belki ihtiyacından dolayı yapmış olabilir. Kopya çekmede ise bir mecburiyet yoktur. Çünkü her sınavın mutlaka telafisi vardır. Birine çalışamayan diğer sınava hazırlanabilir.
Kopya çekmenin olumsuz yönlerini çoğaltabiliriz. İşin garibi maddi hırsızlığı ayıp karşılarız. Fakat kopya çekmeyi masumane bir durum gibi değerlendiririz. Haydi çekildi. Bakıyorsun kopyacı yıllar sonra anlatıyor. Dinleyenlerden hiçbir tepki de olmuyor. Anlatan kişi de iyi bir şey yapmışçasına döktürüyor. Halbuki Allah Teala; “ Zulüm dışında kötülüğün anlatılmasını Allah sevmez.” buyurmaktadır. Mazeretimiz de hazır: “Efendim çekmeyen mi var. Herkes çekiyor. Çalışamamıştım vs.” gibi gerekçelere sığınırız. Ortaokul ve lise sıralarında kopyaya zaman zaman başvuran çoğu insan bugün bazı kopya skandallarına tepki gösteriyor. Haksız kazanç diye değerlendiriyoruz. Haksızlığa tepki göstermek en doğal hakkımız. Fakat eğri oturup doğru konuşalım. Bu konuda hepimiz ne kadar masumuz.
Hırsıza nasıl ki kilit çare değilse kopya çekmeye de çare yoktur. Çekmek isteyen gözünün içine baka baka çekebiliyor, insanın zaaflarından faydalanarak. Aslında uyuttum, kandırdım diye düşünüyor. Ah bir bilse ki kendisini kandırdığını.
Bir de kopya çekmek isteyenlere teşne olanlar var. Bunlara da yazık. Devlet adına, kamu adına, başkasının adına görev yapıyorlar. Keşke bilseler ki, yaptıkları görevin bir emanet olduğunu. Emanete ihanet ettiklerini. Güneydoğu’nun bir ilinde  2001 yılında önemli bir sınava girmiştim. Sınavın son 15 dakikasına gelinceye kadar kimseden çıt yoktu. Sadece gözetmenlerin kendi arasında fısıldaşmaları rahatsız ediyordu. “Biraz susar mısınız” deyince sustular. Hatta biri özür diledi. Diğeri kinli kinli sınav boyunca beni dikizledi. Son 15 dakika kala, “ 65.soruyu kim, ne işaretledi?” sorusu kulağıma geldi. Soruya cevap verenler birbirini izledi. Gözetmenler; “Sınavdayız, ne oluyor” dese belki de konuşanlar susacak. Maalesef öyle bir ses işitmedim.
Masum kabul ettiğimiz kopyalardan iş, çete ve rant işine döndü. Yetkililer merkezi sınavlarda tepeden tırnağa yoklayarak alıyorlar sınava. Cebimizdeki parayla bile almıyorlar içeri. Dışarıdaki emanetçileri kazandırıyoruz. Sonra da basıyoruz çığlığı: Olmaz ki bu kadar diye. Artık kimse kimseye güvenmiyor. Ceremesini de masum insanlar çekiyor.
Kopya çekmeyi de hırsızlık gibi hatta daha ilerisi kabul etmek için daha nelerin olması gerekir, ey aklı selim sahipleri? 14/12/2015

13 Nisan 2016 Çarşamba

Zaman hırsızlığı

                                     
İnsanoğlunun zaafları vardır. Saymakla da bitmez. Zamana riayet etmeme de bizim eksikliklerimizin başında gelir.

Devlet dairesinde çalışıp da zamana riayet edenlerimiz vardır. Fakat bir çoğumuzun  zaman zaman bu konuda aksatmalar meydana getirdiği görülmektedir: İşe geç gitme, erken ayrılma, devamsızlık, rapor, izin vb durumlarımız olabiliyor. Bunlar yapılıyor yapılmasına da acaba hiç düşündük mü? Bu yaptıklarımız doğru mudur? Aynı gecikme veya devamsızlığı acaba özel sektörde çalışan biri yapabilir mi? Yaptığı takdirde başına neler gelebilir? Zamana riayet ve görev bilincimizi kaybetmeye başladık maalesef.

Konumuzu bir fıkra ile süsleyelim isterseniz: Farklı milliyetten üç çocuk kendi aralarında “Kimin babası daha hızlı” tartışması yaparlar.

İngiliz çocuk: -“Benim babam daha hızlı. Çünkü 100 metreyi 3 saniyede koşar. “ der.
Fransız çocuk:-“ Benim babam daha hızlı. Çünkü bir eliyle silahı ateşler. Mermi hedefine varmadan diğer eliyle yakalar.” der.
Türk çocuk: -“ Bunlar da bir şey mi? Benim babam devlet hastanesinde çalışır. 17.00’de mesai biter. Babam 15.00’ da evde olur. Bu yüzden benim babam daha hızlıdır.” der.

Fıkra bizi acı acı gülümsetmiştir sanırım. İstisnalar kaideyi bozmaz ama genel itibariyle devlette çalışma şeklimiz maalesef bu şekildedir. İşin garibi bu yaptığımızı sorgulamıyoruz bile. Özel sektörde çalışanın canı çıksın, devlette çalışanlar keyif sürsün.

Dışarıdaki maddi hırsızlığı hiçbirimiz tasvip etmeyiz. Hatta hırsızlara karşı mesafe bile koyarız. Doğrudur yaptığımız. Pekiyi, işimize geç gitme, erken ayrılma vb durumlarımızı nereye koyacağız. Bu yaptığımız zaman hırsızlığına girmez mi? Hırsızın yaptığı hoş karşılanmaz ama belki mecbur kalmıştır. Bizim yaptığımızda bir mecburiyet var mı? Özel durumu olanlar hariç genelde bu konuda keyfi davranıyoruz. Hırsız ileride pişmanlık duyarsa belki gider çaldığı adamdan helallik diler.  Küçük yerlerde gençler bayramlarda büyükleri ziyaret edip ellerini öperler. Araya da utana sıkıla bir şey sıkıştırılar. “Teyze ben küçükken sizin tavuğu, hindiyi çalmıştım. Ya da bahçenizden erik koparmıştım. Hakkını helal eder misin” gibi. Bu tür davranış büyüklerin de hoşuna gider. “Yerden göğe kadar helal olsun” diyerek helalleşme meydana gelir. Helallik dilemezse de bir kişiye karşı hak- hukuk geçmiş olur. Öbür dünyada bir kişiyle muhatap olacaktır. Peki, devlette çalışırken zaman hırsızlığı yaptığımız zaman biz  kiminle helalleşeceğiz.  Biliyorsunuz biz 78 milyon adına hizmet yapıyoruz. Bize verilende tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Yetimi nereden karıştırdın derseniz. Ben devlet malını yetim malı olarak görürüm. Dinimizde yetim malını yiyenleri Allah Teala Nisa süresi 10. ayette “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.” diyerek şiddetli bir şekilde uyarmaktadır.

İşimizi doğru dürüst yapmayı, işimize gidişte ve dönüşte zaman riayet etmeyi, helal işimize haram karıştırmamayı Rabbimin hepimize nasip etmesi temennisiyle. 15/12/2015

Yüzümüzdeki maskeleri ne zaman çıkaracağız?


İnsanoğlu tüm gizemliliklerinin yanında kendini gizleyen, olduğundan farklı gösteren bir varlıktır aynı zamanda. Günlük hayatta  “Ya göründüğün gibi ol. Ya da olduğun gibi görün” sözünü söylemeyi çok severiz hepimiz. Ama gel gör ki, olduğundan farklı görünme çabası bir müddet sonra  kişiliğimizin ayrılmaz bir parçası olmuştur artık farkına varamasak da.

Kendimizdeki olanı, doğallığı başkasından gizlemek için yüzümüze taktığımız  maskeyi bizi tanıyan herkes bilir bir müddet sonra. Bilmeyen tek kişi kalır: Kafasını kuma gömen maskeli kişi. Böylelerinin sayısı toplumumuzda azımsanamayacak kadar çoktur ve de çok tehlikelidir. Çünkü böyle tiplerdeki yüz sayısı ikiden az olmayacak şekilde çoktur.

Burada ben esas, yüzü maskeli derken, yaptığı makyajla yüzünü değiştiren tiplerden bahsetmek istiyorum. Niyetim makyaj yapanları eleştirmek değildir. Yapılmasına katılmamakla beraber kullananlara da saygı duyarım. Her konuda olduğu gibi makyajın kullanılmasında da ifrat ve tefritlerde olduğumuzu söylemek isterim.

Bir kurumda çalışırken -gibisi fazla- bir mankenle çalıştım. Giyim, kuşam, boy-bos, fizik kendini gösteriyordu. Bir gün lisede aldığı bir belgeyi getirdi. Fotokopi çekip aslını vermek istedim. Belgedeki fotoğrafa baktım. Bir de mevcut yüzüne baktım. Lise fotoğrafı şimdiki görüntüsüne pek benzemiyordu. Olabilir diye düşünmeden kendisi: “Ben birkaç defa estetik ameliyatı geçirdim” dedi. İşimi yaparken öyle mi dedim. Evrakın fotokopisini aldım, aslını kendisine takdim ettim. Birkaç ay sonra yaptığım bir toplantıda; başı öne eğik, sağına soluna bakmayan ve hiç söz alıp konuşmayan biri vardı. Saçlarıyla da yüzünü göstermemeye çalışıyordu. Birkaç defa söz verip cevap almak istedim. “Evet-hayır” cevapları aldım. Bir derdimi var diye soru sormak için yüzüne baktım. Görebildiğim kadarıyla yüz hattı itibariyle tanıdığım personelim değildi. Gerçekten şaşırıp kaldım. Toplantı bitimi yardımcıma paylaştım bu durumu.  “Hocam, ne olacak. Makyaj bu” dedi. Daha önceki görüntüsünün makyajdan ibaret olduğunu nihayet geç de olsa anladım. Bir makyaj bu kadar mı insanı değiştiriyordu. Bir bakışta derdini de anlamıştım. Niye başını kaldırıp konuşmadığını da. Makyajsız yüzünden utanıyordu. Allah kimseyi bu hale düşürmesin. İki gün boyunca kuruma makyajsız geldi. Kimseyle doğru dürüst konuşmadı. Kendi haline girdi çıktı.  Yüzü de hiç gülmedi. O gülen, şen şakrak kişiden eser kalmamıştı. İki gün boyunca hayatı kendine zindan ve zehir etmişti. Sonraki günler makyajıyla beraber kuruma arzı endam etmeye başladı. Huzur ve mutluluğu da yerine gelmişti. 

Gel zaman git zaman kurumda olmadığı gün tayin evrakını imzalatmak için kurum dışında evine yakın, bilinen bir yerde buluşmak için telefondan görüştük.  Ben araçta otururken yardımcım inip evrakı imzalattı. Ayrılmadan önce oturduğum yere gelerek “İyi günler efendim” dediğinde başımı kaldırıp selamını aldım. Yüz yine makyajsızdı. Vedalaşıp ayrıldık. Kendi kendime düşünmeye başladım. Demek ki makyajı dışarı çıkarken, işine giderken yapıyordu. Yani başkasına süsleniyordu, eşine değil.

Eskiden bir araç alacağımızda ilk önce kaportada boya var mı denirdi. Eğer boya varsa kolay kolay o aracı almak için yanaşmazdık. Çünkü orijinali bozulmuş kabul ederdik. Araçtaki çürük-çarığı kabul ederdik ama boyayı asla. Doğaldı hep tercihimiz.

Yine eskisi gibi konuşmamızda, hal ve hareketlerimizde, giyim ve kuşamımızda, görüntümüzde taktığımız ve kullandığımız maskeleri bir tarafa bıraksak ne iyi olur değil mi? Ne dersiniz?