20 Eylül 2025 Cumartesi

Anlama ve Anlaşılma Sorunumuz

Pek az istisna hariç toplum olarak çok konuşan bir toplumuz.

Pek muhatabı dinlemeyiz. Hemen araya girerek sözü keseriz.

Kazara dinlesek de dinler gibi görünürüz. Dinler gibi görünürken cümle biter bitmez söyleyeceklerimizi hazırlarız. Muhatap daha cümlesini bitirmeden lafı ağzına tıkıyoruz.

Haliyle konuşulan şeyin mesajını ve özünü kaçırırız.

Bir muhatap bir sen. Konuş Allah’ım konuş.

Hatta öyle zaman oluyor ki o konuda muhatapla aynı şeyleri söylediğin bile güme gidiyor. Ama doğru dürüst dinlenilmediği için farklı düşünülüyormuş gibi tartışmalar ortaya çıkıyor.

Kendi konuşmamızda mantık buluyoruz. Muhatabınkinde mantık bulamıyoruz. Acaba mantık olabilir mi diye düşünme gereksinimi bile duymayız. Çünkü kendimizden çok eminiz.
Bir bizim dediğimiz doğru ve önemli diye düşünüyoruz.

Bundandır ki körler ve sağırlara oynar gideriz. Ne anlıyoruz ne anlamaya çalışırız.

Anlamak kadar anlaşılmak da bir sorun. Muhatap sana karşı ön yargılı olunca, didin dur kendini anlatmak için.

Evet, günümüzün en önemli problemi anlamak ve anlaşılmak sorunu. Kişi anlamadığını bilse yine problem olmaz. Çünkü tekrar anlatırsın. Anlamasa dahi anladım der. Böylesine deveyi hendekten atlatsan dahi fayda etmez.

Anlaşılmak da anlamak ile yakın ilişkili. Ne sen onu anlarsın ne de o seni.

Kimse anlamak için çaba sarf etmiyor. Anlaşılmak için kendini paralayan da beyhude bir çabanın içinde.

Aynı dil konuşulmasına rağmen durum bu.

Kısaca aynı havayı teneffüs ederiz aynı yerde yan yana ve karşılıklı otururuz aynı şeyleri yer içeriz aynı şeyleri okuruz. Anlamadan ve anlaşılmadan birlikte yaşayıp gidiyoruz.

Anlamak için çaba sarf etmiyoruz. Çünkü çok konuşuyoruz. Sadece konuşmayı düşünen ise kimseden bir şey alamaz.

Tek Partinin Faydaları

İnsanımız oturduğu yerden ahkam keser, mangalda kül bırakmaz, bir kendisinin doğru düşündüğünü sanır. Kendi düşüncesinden başka doğru olabileceğine kat’a inanmaz. Buna kendi aklına hayran hatta aşık demek lazım.

Mesela bu tipler tek partiye karşı çıkar. Demokrasinin gereği olarak çok parti olmalı. Partiler arasında rekabet olmalı ve eşit şartlarda yarışmalı, biri diğerinin alternatifi olmalı türünden şeyler söyler durur.

Bu tiplerin demokrasiden anladıkları, içki şişesinin şişede durduğu gibi durduğunu sanmaları. Halbuki göze, kulağa ve gönle hoş gelir demokrasi. Hele bu topraklarda demokrasi bir numara büyük gelir.

Durum bu iken bilmiyorlar ki en tehlikeli yönetim şeklinin demokrasi olduğunu. Kısaca demokrasi demek problem demektir. Çünkü, demokrasi çok sesliliktir. Her kafadan bir ses çıkar. Çıkan her ses ise kafa ağrıtmada ve ütülemede birebir. Önüne gelen ülkeyi ben yöneteceğim diye parti kurmaya kalkar. Eğer bir ülkede birden fazla parti varsa o ülkede o kadar ayrışma var demektir. Her ayrışma bölünmeye ve gruplaşmayı beraberinde getirir. Zira parti demek hizip demektir. Hizipçilikte ise huzur ve barış olmaz. Çünkü o bu partili, bu şu partili olur. Hepsi de benim partim daha iyi diye yarışır durur. Seçimlere girer. Sandıkta önüne bir metre uzunluğunda bir oy pusulası gelir. Oy verme yerinin loş ışığında vereceğin partiyi ara dur artık.

Halbuki tek partide ayrışma, bölünme ve gruplaşma olmaz. Herkesin tek partisi olur. Kimse kimseye sen şucusun, bucusun demez. Kimse dışlanmaz. Sandıkta uzun oy pusulası olmaz. Böylece en büyük kamu tasarrufu sağlanmış olur. Oy verme yerine giden epey oyalanmaz. Oy pusulasını zarfa koymak için uğraşmaz. Girdiğiyle çıktığı bir olur. Çünkü tek kişi oylanacaktır. Oy verme işlemi erkenden biteceği için sonuçlar aynı gün öğle vakti açıklanır. Böylece zaman tasarrufu sağlanmış olur.

Kazanan aday baştan belli olduğu için kimse seçim sonuçlarını merak etmez. Siyasete bel bağlamaz. Şu bizi kurtaracak demez. Herkes koşa koşa sandığa gitmez. Katılım düşer ama demokrasi daima kazanır.

Tek parti olduğu için 7/24, 365 gün siyaset konuşulmaz. Konuşacak konusu olmayan vatandaş işine kendini verecek. Böylece ülke ekonomisi çağ atlayacak. Cari açık cari fazlaya dönecek. Ülkenin enflasyon diye bir derdi olmayacak.

Kısaca tek partinin faydası say say bitmez.

Yine de demokrasinin gereği olarak her şeye rağmen birileri alternatif olacağım, ben de ülkeyi yönetmeye talibim diye parti kurmaya kalkar. Bunun önüne geçmek için tek partinin dışında kurulan diğer partileri kapatmak çözüm değil. Çünkü kapatırsın, bir başka adla yeniden kurulur. Öyle bir şey yapacaksın ki diğer partileri anasından doğduğuna pişman edeceksin. Kapatmaktan beter edeceksin. Eski askerlikte askeri oyalamak için mantık dışı yollara başvurulduğu gibi onları içişleriyle oyalayacaksın. Birbirine düşüreceksin. Sakın, ne yapabilirim deme. Zira sen bir şey yapmayacaksın. Maşa varken elini ateşe sokmayacaksın. Yeter ki iste. Değişik yollara tevessül edeceksin. Birinden sonuç alamazsan diğerini devreye sokacaksın. Onlar birbiriyle uğraşırken sen keyif çatacaksın. Böylece her seçimi kazanacaksın ve bu demokrasiden hiç ümidini kesmeyeceksin. İyi ki demokrasi var diyeceksin.

Nasıl Bilirdiniz?

Tayyar Altıkulaç (1978-1986), Mustafa Sait Yazıcıoğlu (1987-1992), Mehmet Nuri Yılmaz (1992-2003), Ali Bardakoğlu (2003-2010), Mehmet Görmez (2010-2017), Ali Erbaş (2017-2025), Safi Arpaguş (2025).

Görev yılları itibariyle hatırladığım Diyanet İşleri Başkanlarını yazdım. Son yeni atanan Safi Bey'i bilmiyorum. Nasıl bir başkanlık ve iz bırakacak, bunu da zaman gösterecek. Hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Diğer yazdıklarım hakkında üç beş kelam edeceğim. Baştan söyleyeyim. Bunlar benim kendi gözlemlerim ve değerlendirmem:

Altıkulaç'tan pek haz almazdım. Ekranlarda gördükçe soğuk bulurdum kendisini. Başkanlık sonrası başkanlığı dönemiyle ilgili yaptıklarını ve yapamadıklarını anlatan bir ropörtajını okuyunca, kendisini samimi buldum. Bilmeden ön yargılı yaklaştığıma kanaat getirdim. 12 Eylül ihtilalinin tüm baskısını çekmiş, Kenan Evren'i bazı konularda ikna etmek için az dil dökmemiş. Zor bir dönemde süreci iyi yönetmiş noktasına geldim.

Mustafa Sait Yazıcıoğlu nelere imza attı, hatırlamıyorum ama bende olumlu bir kanaate sahip. Koltuğun hakkını verdiğini düşünüyorum. En azından tartışmaların odağında değildi. 

Mehmet Nuri Yılmaz'ı ise hiç başkanlığa yakıştıramadım. O kadar hükümet değişmesine rağmen hepsinde koltuğunu korumuş, uzun süre görev yapmış olmasına rağmen bende hiç iz bırakmadı.

Ali Bardakoğlu, başkanlıkta iz bırakanlardan. Yanlış hatırlamıyorsam, Diyanet'in teşkilat yasasının çıkmasını sağladı. Hem personeli arasında hem de kamuoyunda ağırlığı olan biri idi. Döneminde koltuğuna ve makamına saygınlık getirdi. Diyanet tartışılan kurumlar arasında yer almadı. Görev süresinin uzatılması teklifine, "Yapacağımı yaptım. Bundan sonra burada kalmak kendimi tekrar etmek olur" deyip teklifi reddettiğini biliyorum. 

Başkanlığı bıraktıktan sonra Ali Bardakoğlu unutulmayanlar arasında yerini aldı. Makamı bırakmasına rağmen aktif bir şekilde çalışıyor, dinliyor, dinletiyor, birikimine, tecrübesinden, güzel üslubundan çeşitli platformlarda kitleler faydalanmaya devam ediyor. Nazarımda iyi başkanlık yaptı. Makam sevdalısı değildi. Ağırlığını makamından almadı. Makamına ağırlığını verdi. Koltuğa yapışıp kalmadı. İz bırakanlardan oldu. 

Ali Bardakoğlu'ndan sonra kimse koltuğu dolduramaz. Bardakoğlu'nun altında ezilir derken yerine gelen Mehmet Görmez Ali Bardakoğlu'nun aratmadı. Bu da koltuğun hakkını verdi. Gücünü koltuktan almadı. Koltuğa gücünü verdi. Bardakoğlu gibi entelektüel birikime sahipti. Tıpkı selefi gibi naif biri idi. Güzel bir başkanlık yaptı. İkinci dönem başkanlığı devam ederken daha süresi varken bir şeylere, bazı şeylere kırılmış olmalı ki emekliliğini isteyip başkanlığı bıraktı. Başkanlığı bıraktıktan sonra da birikimlerini tıpkı selefi gibi değişik platformlarda aktarmaya devam ediyor. Makam elden gittikten sonra da Bardakoğlu gibi unutulmayandan ve hayırla hayırla yadedilenlerden. 

Çalışmalarıyla göz dolduran, ufuk açan halef ve selef olan Görmez ve Bardakoğlu duruşlarıyla, oturuşlarıyla makamın hakkını tastamam veren muhteşem ikili olarak belleklerde daima yeri olmaya devam edecektir. Hele Görmez zamanında hutbelere gelen kalitenin hakknı vermezsek Sayın Görmez'e haksızlık yapmış olurum. Bir de Görmez zamanında camilerde cuma sonrası yardım sergileri alabildiğine azaltılmıştı. 

Görmez'den sonra gelen halef Ali Erbaş ise atama hatası, belki de yol kazası olarak belleklerde yerini alacak. Çünkü önceki iki selefine göre koltuğun ve makamın hakkını vermedi ya da veremedi. Belki birilerini memnun etmiş olabilir ama büyük çoğunluk kendisinden, duruşundan, hal ve hareketlerinden hiç haz almadı. Çok itici görüldü. Bir duruş sergileyemedi. Gel Ali. Geldi. Git Ali. Gitti. Kendisinden önce iki başkanın oluşturduğu saygınlığı yok etti. Diyanet'i tartışmanın odağı haline getirdi. Görev süresi boyunca her yaptığı, her sözü eleştiri konusu oldu. Çok orta yerde göründü. Elinde kılıçla Ayasofya Camisinin minberinde poz vermesi çok itici bulundu. İticilik benden bir parça dercesine bu pozu defalarca verdi. Audi 8 kiralamasıyla ön plana çıktı. Tasarruf tedbirlerine takılınca geri verdi. Keşke bununla kalsa iyi. Adeta her hareketi fauldü. Koltuğa ağırlığını veremedi, Konuşmasını büyük çoğunluk pek samimi bulmadı. Gidişine pek üzülen olacağını sanmıyorum. Selefleri iki ağır toptan sonra böyle birinin başkan yapılması kamuoyunda çok garip karşılandı. O kadar eleştirilmesine rağmen ne istifayı düşündü ne af talebinde bulundu ne de atayan irade görevden almayı düşündü. Ben de kendisini hayırla yad etmeyeceğim. Hutbe konularını eskiye döndürmesi en büyük icraatı. Bir de döneminde aşağı yukarı her cuma sonrası sergi açtırması da facia. Kısaca kendisinden önce saygın kurum hale getirilen Diyanet, dönemi boyunca hafif kaldı. Öyle ki Mehmet Nuri Yılmaz'ın başkanlığını bile aradı çoğunluk. Çünkü ona bile rahmet okuttu. Siyasetle arasına mesafe koyamadı. Belki de tek olumlu yanı, bazılarına moral ve umut vermesi. Çünkü bunun başkanlığını gören, bu bile başkan olduysa biz hayli hayli başkan oluruz moral ve umudu. 

Çiçeği burnunda Diyanet İşleri Başkanı olan yeni başkandan selefinin olumsuz imajını silmesi en büyük icraatı olacaktır.