4 Eylül 2025 Perşembe
Anne Babaların Evlatlarıyla İmtihanı
3 Eylül 2025 Çarşamba
Yorgun Yöneticiler
Baştan söyleyeyim. Öyle yöneticiler var ki herkesle diyaloğu olan, her gelene zaman ayıran, ilgi gösteren, ufku geniş, etrafına pozitif enerji veren, yönettiği kuruma katma değer üreten, yokluğu eksiklik, varlığı motive olan, yararlı işlerle göz dolduran, kurumunun eksikliğini gören, bu eksikliğin nasıl giderileceğini bilen, çözüm üreten, büyük-küçük tehlikelerde taşın altına elini koyan, vizyon ve misyon sahibi kişilerdir bunlar. Koltuğa yapışıp kalmazlar, gücünü de koltuktan almazlar. Bu tiplerin belki de tek eksiklikleri mevzuatın istediği evrakların eksik olmasıdır. Çünkü bu tipler yöneticiliği evrak memurluğu cinsinden yapmayanlardır.
Bu tipler işle evi birbirine karıştırmaz. Evde yorulup işyerinde dinlenmez. Tüm ömrünü yöneticiliğini yaptığı işe hasretmez. Yorulduğu zaman biraz kafa dinlendirmem lazım deyip hakkı olan yıllık izninin hepsini en azından bir kısmını kullanır. İzin boyunca tekkesini terk ederek bir güzel kafa dinlendirir. İzne giderken şu kadar ücretim kesilecek demez. Bilir ki hayatta her şey ve tek şey sadece para değil. Dinlenip tatil yapmak da yemek ve içmek gibidir. Yeme, içme vücut için ihtiyaç ise izin kullanmak da ruhun gıdasıdır. Ruh gıdasını alacak ki dönüşte dinç kafa ile işe kendini verebilsin.
Böyleleriyle karşılaştığın zaman iyi ki böyleleri var. Ufkumu açıyor dersin.
Ama gel gör ki tüm yöneticiler böyle değil. Yöneticilerin çoğu yorgun yöneticidir. Evden işe, işten eve gidip gidip gelirler. 365 gün böyleler. Kolay kolay izin almazlar, yıllık izin kullanmazlar. Çoğu tüm maaşını yatırım amaçlı harcar, geçimini ise ekders ile yapar. Kazara bir gün izin kullanmak isteseler dünyaları başlarına yıkılır.
Aldığı maaş ve ekders bana fazlasıyla yeter demezler. Okulunda hafta sonu kurs açılırsa, bundan öğretmen faydalansın demez. Kendi de alır. Okulu pansiyonlu ise dünyanın ekdersini alıyorum, bundan öğretmenler faydalansın demez. Ayda mevzuata göre ne kadar girmesi gerekiyorsa girer. Okulunda hafta sonu sınav varsa bina sorumlusudur. Kendi okulunda yoksa başka okulları yazar. Hiç sınav yoksa MTSK sınavında görev alır. Yani bu tipler 7/24-365 gün okul ile evliler. Sabah akşam para basarlar. Bu evlilikten o kadar memnunlar ki eşe dosta kolay kolay zaman ayıramazlar. Okulu bir de pansiyonlu ise işi kebaptır. Yeme, içme işlerini de pansiyondan giderir. Hakkıdır zira.
Sabah mesaisi ile birlikte koltuğa bir otururlar, önlerine bilgisayarı bir açarlar. Çalışırlar da çalışırlar. Gözlerini ekrandan alamazlar. Bu şekil çalışırken top atılsa haberleri olmaz. Odalarına gelip başlarına dikilsen seni görmezler. Görseler de bir angarya için geldi deyip ilgi göstermezler. Okul yıkılsa şunlara bir bakayım demezler. Bilgisayarın yaydığı radyasyonla mayışır da mayışırlar. Ancak, tuvalet ve yemek onları masadan kaldırır.
Okulla evli olup gecesini gündüzünü, hafta sonunu ve yaz tatilini okula adayan bu tipler yorgun savaşçıdan mütevellit yorgun yöneticilerdir. Yorgun oldukları için ayağa kalkacak takatleri olmaz. Hep masabaşı iş yaptıkları için göbek de kısa zamanda kendini gösterir.
Okulunda bir sorun olsa nöbetçi öğretmenler baksın, çocukla sınıf öğretmeni ilgilensin. Veli aranacaksa öğretmen arasın. Öyle ya bu işleri de idareci yapacaksa, yani öğrenci ile muhatap olacaksa ne diye koltuğa geçti, öyle değil mi?
Ömürlerini masabaşı iş yani evrak memurluğu yapmak suretiyle koltuğunda oturarak iş yapınca haliyle bir ufuk oluşmuyor ki etrafına ufuk ve ışık olsun. Gelene zaman ayırsın, selam verenin selamını alsın, sorunlu öğrencinin sorununu çözmek için zaman ayırsın. Sınıfta yoklama fişi kaybolmuş, öğrenci numarasını karalamış, hiç problem değil. Hiçbir şeyi dert edinmeyince yani hiçbir şeyi mesele edinmeyince ortada mesele de kalmıyor elbet. Bu rahatlık göbeğe veriyor. Çıkan göbek de tesadüfi olmuyor.
İdareciliği evrak memurluğundan ibaret gören bu tip yöneticileri zaman zaman gözlemlerim. Ama yazı konusu edinmemiştim. Bugün bu yazıya beni sevk eden ise gördüğüm bir okul.
Uzun tatilin bittiği, öğretmenlerin seminer için geldiği gün bir okuldaydım. Bir ara öğretmen WC'ini kullanmak istedim. WC yazısını görünce daldım içeri. Girdiğim öğretmen WC olduğu için bakımlı ve temiz olur dedim. Bir de okullar iki-üç aydır tatilde. Okul yöneticileri yaz boyunca kırık dökük, pis, leke varsa temizletir dedim. Çünkü yöneticinin görevi okullar açılmadan okulu eğitim ve öğretime hazır hale getirmektir.
Bu psikoloji ile WC'ye girdim. Üç tane kabin var. Kabinin birinde eşya dolu. İkincisine hortum atılmış. Geriye tek kabin kalmış. Buraya gireyim bari dedim. Okul kapandığı andan itibaren tuvalet taşı tek damla su görmemiş. Neyse girdik artık dedim. Kapıyı kilitledim. Tam çıkacağım. Kapıyı aç da göreyim. Tüm gücümle asıldım. Nafile. Kapı bana mısın demedi. Çare olarak bir arkadaşa telefon ettim. Geldi. Kapıdan uzak dur dedi. Ayağıyla hızlıca kapıya vurarak kapı açıldı. Böylece WC'de kapalı kalmaktan kurtulmuş oldum.
Üzüldüm bu büyük okulun durumuna. Öğretmen WC'si böyle ise varın öğrenci tuvaletini gözünüzün önüne bir getirin.
Var gör bu okulun yöneticileri yaz boyunca izin de kullanmadılar. Okula gelip yatmışlar. Şu kapı pencereye bir bakalım dememişler.
Okulun ilk iş günü bu tip yorgun savaşçı yöneticilerle bu eğitim ve öğretim biter mi? Sorduğum soruya bak. Bugüne kadar bitti. Bundan sonra niye bitmesin. Yöneticilerini masabaşında hep çalışır gören öğrenci ve öğretmen öyle zannediyorum, ne çalışıyor deyip takdir ediyordur. WC'ye bakmaya nasıl zamanları olsun değil mi?
Herkes Mersin'e, Bense Tersine
Rengimin farklı olmasından mıdır, yaşadığım hayal kırıklığından mıdır, umut ve hayallerim gerçekleşmediğinden midir, umut ettiklerim beni hayal kırıklığına uğrattığından mıdır, inandığım değerler tüccarlar elinde boca edilmesinden midir, dert edindiklerimi çevremdekilerin dert edinmediğinden mıdır?
Nicedir bir başınayım.
Yapayalnızım.
Kalabalıklar içerisinde yalnızlara oynuyorum.
Bir başına oldukça, kalabalıklar içerisinde başkası konuşurken kendi kendimi sorguluyorum.
İnsanlar mı değişti, ben mi diyorum.
Hayat denen şey bu mudur diyorum. Niye bu hayat mutluluk dağıtmıyor ve huzur vermiyor diyorum.
Bu anlamsız hayat bana mı böyle herkese mi böyle diyorum.
Benim gördüğümü niye insanlar görmüyor diyorum.
Kalabalıklar mı yanlış yolda ben mi diyorum.
Doğrular niye bu kadar ayrıştı? Doğrular hiç olmadığı kadar zıt görünümlü oldu. Yanlışlar içerisinde doğru görülemiyor artık. Hatta yanlışlar savunuyor hem de inatla.
Anlayışlar, değerler, bakış açıları ya da insanlar mı değişti acaba?
Niye insanlar bir ve beraber yol yürürken bu yolları ben yalnız yürüyorum.
Düşünüp taşındım. Dönüp bir daha düşündüm. Ben bu yolda niçin yalnızım. Başka yalnızlara oynayan yok mu? Sesimi duyan yok mu diyorum.
Belki yanı başımda belki de uzak belki de aynı masada çay içtiğim niceleri var. Ama onlar da benim gibi yalnız. Ama bu yalnızlığı belli etmemek için içlerine atmışlar. Biliyorlar ki yalnızlara oynayan dışlanır. Neye uğradığını şaşırır. En iyisi susmak. Çünkü gidişatı değiştirmek, büyük kalabalık ordusuna yanlış yoldasın demek, onları düzeltmeye kalkmak yel değirmenlerine savaş açmak gibidir diyorlar. Öyle ya bir kişi, sürü ile nasıl başa çıkabilir. Üstelik sürü yanlış yolda olduğunu bilmekten aciz.
Bu şekil yalnızlara oynayanlarla teşehhüt miktarı muhabbet ettiğimde, iyi ki böyleleri var, şükür ki tanımışım, bu uğurda yalnız değilmişim diyorsun. Ama bu şekil yalnızlar bir başına yalnızlara oynadığı ve bir araya gelip bir ve beraber olmadıktan ve büyük kalabalık ordusu gibi organize olmadıktan sonra ne işe yarar bu yalnızlık.
Bir başına olsam da pes etmek yok. Yine yürümeye devam ediyorum. Uzun, ince bir yol. Hem de dönüşü olmayan bir yol yürüdüğüm yol. Yol da otoban ya da bölünmüş yol. Kimseye zararım yok. Kimsenin tavuğuna da kış demiyorum. Yürüyorum. Arabayla gitsem de yürüyerek gitsem de istikamet aynı yol. Birilerinin inadına inat hem de.
Tek fark arkamdan gelen yok.
Ama o da ne? Karşı yoldan benim yoluma ters milyonlar geliyor. Niye bölünmüş yolun karşısından gelmiyorlar da benim önümden bana doğru geliyorlar? Anlamış değilim bunları. Önlerinden çekilmezsem, çiğneyip geçecekler beni. Yol verip önümü açarlar mı diyorum. Ne mümkün. Burunlarının dikine geliyor kalabalık. En iyisi erkeklik bende kalsın. Ben bari çekilip yol vereyim diyorum.
Yol vermeme teşekkür edileceği yerde yanımdan geçerken bir bakış bakıyorlar ki ne suç işledim, ne yaptım bunlara ben diyorum. Halbuki bana göre ters yoldan gelen onlar. Ben onlara kızacağıma onlar bana kızıyor.
Bu durumu gördükçe bu tersinden gelen insanlar mı ters yolda yoksa ben mi sorusunu sormadan edemiyorum. Ama milyonlar yanlış ve ters yoldan gelmez. Ters giden varsa ancak ben olmalıyım diye de düşünüyorum. Ama aklım almıyor. Ben doğru yoldayım diyorum. Çünkü onların geldiği ya da gittiği yol içime sinmiyor. Hasılı ya karşıdan gelenler ters yolda ama bunun farkında değiller ya da ben ters yoldayım. Ben bunu fark edemiyorum. Ama olsun. Bir başına kaldığım bu yolda yoluma devam. Yolculuk nereye derseniz? Sonu Rebeze'ye çıksa da ölmek var ama dönmek yok. Bu yolda başa gelen de çekilir.
Gönül ister ki karşımdan sürüyle gelen kalabalık doğru yolda, ben ise yanlış yolda olayım. Varsın ben yanılayım. Çünkü kaybeden bir ben ve benim gibi yalnızlara oynayanlar olur. Ama büyük kalabalık ters ve yanlış yolda ise bu yanlışın önü alınamaz. Zararın büyüklüğü de telafi edilemez.
Yazımı bir fıkra ile noktalayayım da bu, işin içinden çıkılmaz, sıkıcı yazı ve konunun ardından bir nebze gülümseyelim:
Temel Avrupa'da otobana girmiş. Bir başına ilerliyor. Az sonra bir anons duyuyor: Dikkat dikkat! Sayın yolcular karşımızda otobana ters girmiş bir sürücü var. Dikkatli olmanızı öneririz.
Bu anonsu duyan Temel, "Ne biri? Kaç biri. Hepsi ters yoldan geliyor hepsi" diyerek, garibim Temel ters yoldan gittiğinin farkına varmadan bir başına yoluna devam ediyor.
Ne diyelim? Hayırlı yolculuklar Temel.