25 Temmuz 2024 Perşembe

Bayram Ziyaretleri veya Körler ve Sağırlar

Ramazan ve kurban bayram ziyaretleri eskiye oranla azalsa da dar çerçevede devam ediyor. Bu ziyaretler çoğu zaman da gelene gitme şeklinde yürüyor. Yani kim bayram ziyaretine gelmişse aynı gün veya ertesi gün iadeyi ziyaret yapılıyor. Kısaca ben sana, sen bana türünden bir ziyaret. Ziyarete giden karşılık alamadıysa diğer bayramlarda gitmiyor. Nedense bu dar çerçeve aşılamıyor.

Tanıdığım Erzurumlu bir hocamız vardı. Bu ise bayram ziyaretlerini farklı yapardı. Arabası da yoktu garibimin. Geleni evinde ağırlar. Bir boşluk buldu mu gelmeyene emanet arabayla ziyaret yapardı. Bir de evinde yokken uğrayana giderdi.

Bayram değil, seyran değil, bayramlar nereden aklına geldi demeyin. Dört veya sekiz yılını doldurduktan sonra okul değiştiren okul yöneticilerinin, birbirlerine hayırlı olsun ziyaretlerini sosyal medya üzerinden görünce, nedense günümüzde dar çerçevede devam eden bayram ziyaretlerini hatırladım.

Bugünlerde okul müdürleri sabahtan akşama ya hayırlı olsuna gelen misafirleri ağırlıyor ya da kendileri başka okullara hayırlı olsuna gidiyorlar. 

Gördüğüm kadarıyla hem hayırlı olsun ziyaretleri hem de iadeyi ziyaretler bayatlamadan sıcağı sıcağına yapılıyor. 

Bazıları okulu kapatıp tüm idareciler gidiyor okul ziyaretine. 

Bazıları başka okul müdürleriyle bir araya gelip okul okul gezerek hayırlı olsun ziyareti yapıyor.

Bazıları sabah ziyaret kabul ediyor. Ziyaretçi ayrılır ayrılmaz, kendisini ziyarete gelenin okulunda alıyor kendini.

Her ziyaret ortamı bir müdür odasında bir de okulun isminin yer aldığı giriş kısmında fotoğraflarla ölümsüzleştiriliyor. 

Belli ki içlerinden biri haydi bu ânı ölümsüzleştirelim deyip fotoğraf çekiyor ya da gelen ve giden misafirlerin fotoğraflarını çekmesi için her okulda bunu görev edinen birileri var. 

Bu fotoğraf kareleri cep telefonunda kalacak değil elbet. Bunu hiç unutmayacak veya unuttuğu zaman seneyi devriyesinde hatırlatması için sosyal medyada sıcağı sıcağına paylaşılıyor. Takipçileri tarafından beğeni de alıyorlar elbet.

Sözün özü, yeri değişen veya değişmeyen okul müdürlerinin birbirlerine hayırlı olsun ziyaretini ve sıcağı sıcağına iadeyi ziyaretini dar çerçevede yapılan bayram ziyaretlerine benzettim. Yani sen, ben, bizim oğlan. Ben sana, sen bana. Birbirlerini bu şekil ağırlayıp duruyorlar. Buna meslektaş dayanışması da diyebiliriz. Bir de teşbihte hata olmasın, körler, sağırlar birbirini ağırlar da denebilir.

Ziyaretçileri arasında bir de farklı kulvarda iş yapanlar olsa fena olmaz. Mesela mahalleli gibi. Belki mahalle eşrafı da geliyordur da sosyal medyada paylaşılmadığı için bizim haberimiz olmuyordur. Mahallelinin ziyaretini paylaşan bir paylaşım gördüm. Bu hakkı da teslim edeyim.

Bu bitmez tükenmez ve bol paylaşımlı ziyaretlerde dikkatimi çeken bir hususu da belirttikten sonra konumu sonlandırmak isterim. Kurum ziyaretinin ardından, kapı önünde merdivenlerde fotoğraf çektirirlerken müdürün yardımcıları da fotoğraf karesinde yerini alıyor hep. Merak ettiğim nokta burası. Müdür mü çağırıyor yardımcılarını yoksa yardımcılar mı koşup poz veriyor birlikte? Acaba tüm görüntülerde tüm idare aynı karede yer alarak ekip ruhunu veya biz iyi ve uyumlu bir ekibiz mesajı mı veriliyor? Bilemediğim için merak hep içimde kalacak.

İnsanın En Tehlikelisi

Eve giren adam, evde eşini ağlar bulur,  ağlamasının sebebini sorar.

Eşi, “Evimizin önündeki ağaca konan kuşlar beni türbansız görebiliyor. Bu durumda Allah'a karşı günah işlemiş olabilirim; onun için ağlıyorum” der.

Adam, karısının Allah korkusu duyarlılığından çok etkilenir. Karısını kucaklar, alnından öper. Ardından, kazma, küreği eline alır, karısını rahatsız eden kuşların konduğu ağacı kökünden söker.

Adam çalışan biri. İşe gidiş dönüş saatleri belli. Gözü arkada kalmaz, gönül rahatlığı içinde işine gider.

Günlerden bir gün çalıştığı yerde doğan bir arızadan dolayı eve erken gelir. kapıyı açar, karısına sürpriz yapmak için sessizce içeri girer ve hayatının sürpriziyle karşılaşır.

Kuşların onu türbansız görmesinin iffetine halel getireceğini düşünen eşini, aşığının koynunda gününü gün ediyor görür.

Adam gördüğü durum karşısında şaşkındır. Eşi ve aşığına hissettirmeden ihtiyaç duyabileceği birkaç parça eşyasını alır, evden çıkar. Önüne çıkan ilk yoldan dönmemek üzere yaşadığı şehri terk eder.

Uzun bir yolculuktan sonra kendisini; kalabalık bir halk topluluğu içinde bulur. Kalabalıkta herkes şaşkındır ve anlaşılmaz bir uğultu var. Adam birine yaklaşır ve kalabalığın nedenini sorar.

Kalabalığın nedeni; kraliyet hazinesi çalınmış ve fail bulunamamış. Bunun üzerine kral, sarayının önüne halkı toplamış ve fail bulununcaya kadar herkesin sarayın önünde kalmasını emretmiş.

Kalabalıkta adamın ilgisini biri çeker. Çünkü adam ayak parmakları üzerinde yürüyor. Bu ayak parmakları üzerinde yürüyen adamın kim olduğunu sorar.

Ona, bu adamın kraliyetin din adamı olduğunu, ayağını tam basarsa, istemeyerek karınca ezebileceği endişesiyle ayak parmakları üzerinde yürüdüğünü söylerler.

Adam, “Allah’ım! Hırsızı buldum, beni krala götürün” diye çığlık atar. Adamı krala götürürler. Adam krala, hazineyi çalan hırsızın, kraliyetin din adamı olduğunu, şayet o değilse benim başımı vurun, der.

Kraliyetin din adamını getirirler. Kısa bir sorgudan sonra karıncaları ezmemek için parmakları üzerinde yürüyen din adamı, hazineyi çaldığını itiraf eder. Yalnız kralın kafasında bir soru işareti kalır. Hazineyi çalanın din adamı olduğunu söyleyen, daha önce hiç görmediği bu şahsa, din adamının hazineyi çaldığını nereden bildiğini sorar.

“Ey kral! Bunu bilemeyecek bir durum yok. Çünkü sevap kazanmak iddiasıyla, davranışlarında Allah korkusunu abartanlar, abartılarını başka suçlarını örtmek için yaparlar şeklinde açıklar”.

Sosyal medyada dolaşımda olan bu hikayeden, WhatsApp üzerinden mesaj olarak gönderen Rıza Bozdağ sayesinde haberdar oldum.

Hisse çıkarılsın diye bu tür hikayeler anlatılır. Bu hikaye de Libya Edebiyatına ait olduğu belirtiliyor. Ben bu hikayeden şu hisseyi çıkardım demeye de gerek yok. Zira hikayenin vermek istediği mesaj açıktır. Bu tipleri derviş elbisesi giymiş kişilere benzetebiliriz. Dünyada ve insanlık tarihinde en tehlikeli tipler de bunlardır. 

Hikayenin vurucu cümlesini tekrar yazıp bu yazıyı nihayete erdirmek istiyorum: “Sevap kazanmak iddiasıyla, davranışlarında Allah korkusunu abartanlar, abartılarını başka suçlarını örtmek için yaparlar”.

24 Temmuz 2024 Çarşamba

Gazze Dersliği

Bir önceki "Eğitim ve Öğretimde Temcit Pilavı" başlıklı yazımda, Milli Eğitime bağlı bir lisede, bir dernek tarafından açılan yaz kursuna değinmiş. Haftalık ve günlük seçilen derslerin hiç pedagojik olmadığına işaret etmiştim. Yine o yazımda aynı yaz kursu yapılan okulda, her sınıfa Gazze, Kudüs, Filistin gibi isimlerin verildiğini, buna da bu yazımda değineceğimi belirtmiştim.

Ortaokul seviyesindeki öğrencilerin öğretim gördüğü yaz kursunda, dersliklere Filistin ve Gazze gibi isimlerin verilmesini siz nasıl görürsünüz bilmiyorum. Doğrusunu isterseniz, ben dersliklere bu tür isimlerin verilmesini de doğru bulmuyorum. Meseleye yine çocuk psikolojisi, çocuğun seviyesi ve pedagojisi yönünden bakıyorum.

Kursu bir derneğin düzenlemesini zaten hiç anlamıyorum. Gören de Milli Eğitimde bu kursu düzenleyecek kimse yok sanır. Merak ediyorum, okulda derneğin ne işi var? Bu da ayrı bir sancı. 

Bu konuyu değerlendirmeden önce eskilerin eğitim ve öğretimin nasıl olması gerektiğine dair anlattıkları bir hikayeyi kısaca anlatmak istiyorum: Eskiden her şehirde okul ve medrese yok. Muhitinde medrese olmayan bir öğrenci okusun diye gurbete gönderilir. O günün şartlarında kaç yıl okuması gerekiyorsa okuyacak. Yaz tatili falan yok. Okumaya gittiği zaman hoca oluncaya kadar gittiği yerde kalıyormuş.

Öğrenci okumaya gittiğinin ilk ayında bir mektup alır. Tam açacakken belki kötü bir havadis alırım da eğitim ve öğretimim yarım kalır deyip mektubu açmaktan vazgeçer. Yatağının altına koyar. Belirli periyotlarla böyle mektuplar gelir, hepsini açmadan yatağının altına koyar.

Bir zaman gelir ki öğrenci eğitimini tamamlamış, hocası kendisine icazet vermiş. Memleketine dönecek artık. 

Medreseden ayrılmadan, şu gelen mektuplara bir bakayım. Memleketimde ne havadisler varmış, öğreneyim deyip mektupları teker teker açmış. Her mektup felaket tellalı gibi. Birinde annen öldü, öbüründe baban öldü, diğerinde şu akraban öldü gibi havadisler. Haliyle üzülür, etkisinden uzun süre kurtulamaz.

Hikayenin sonunda hocalarımız bize kıssadan hisse derlerdi ki eğer bu çocuk ilk mektubu açsaydı, acısından duramayıp memleketine dönecek ve hoca olamayacaktı. Eğitim ve öğretimde olay ve meselelerden uzak kalınacak ki öğrenci eğitimine kendini verip başarılı olabilsin. Hatta Osmanlının yaptığı medreseleri örnek verirlerdi. Duvarları kalın. İçeriden dışarıya ses gitmez, dışarıdan da içeriye gürültü gelmez. Okullar böyle olacak ki okuyan kimsenin dışarıda gözü olmayacak derlerdi. 

Hocalarımızın eğitim ve öğretimde olması gerektiğine dair anlattıkları bu anekdotun ne derece pedagojik olduğu da tartışılır ama konum bu değil. En azından doğru veya yanlış bir metot olarak görülmüş veya uygulanmış eskiden.

Gazze, Filistin, Kudüs gibi isimlerin dersliklere isim olarak verilmesine gelirsek, bu isimler özellikle İsrail’in orantısız güç uygulamasıyla Gazzelilere uyguladığı soykırımı göz önüne getiriyor ve akla kan, göz yaşı, ölüm, katliam, açlık ve susuzluk gibi olumsuzlukları hatırlatıyor.

Bu kursta okuyan ortaokul talebesi, sınıfa girerken ismi görür görmez morali bozulacak, belki de kendini derse veremeyecek. Çünkü bugün Gazze’de bir insanlık dramı yaşanıyor. Daha çocuk diyebileceğimiz ortaokul seviyesindeki çocuklar olumsuz etkilenecektir. Ne oluyoruz, savaşta mıyız, derste miyiz diyecek belki de.

Çocuk bu yaşta iken bu dramı öğrensin ve İsrail’i tanısın, ağaç yaş iken eğilir, bu yaşta öğrenmese ne zaman öğrenecek diyebilirsiniz. Elbette öğrensin. Buna diyeceğim yok. Yalnız çoğu film, dizi ve TV programlarında 7 yaş için uygun değildir, 18 yaş altı için uygun değildir gibi uyarılara RTÜK gereği televizyonlar tarafından ekranın sağ üst köşesinde yer verilir. Çocukları uzak tutun, şiddet içerir uyarısı yapılır. Bizim de bu küçük yumurcakları bu atmosferden bu yaşta uzak tutmamızda fayda var. Bu demek değildir ki çocuklara hiç bu katliam ve soykırımdan bahsedilmeyecek. Pekala derslerde yeri geldiği zaman İsrail’in bu yaptıklarına değinilir. Bu dramı anlatan kısa spot veya filmler etkileşimli tahta aracılığıyla sınıf ortamında gösterilebilir ve bir bilinç oluşturulmak istenebilir. Kimse kusura bakmasın, sabahın ilk saatinden, teneffüslerde koridor ve sınıfa girerken çocuğun katliam ve soykırımı çağrıştıran isimleri görmesi, çocuğun psikolojisini olumsuz etkileyebilir. Çocuk derse girdi mi tek amacı derse odaklanmak olmalı, ders boyunca dışarıyla bağı olmamalı.

Bu demek değildir ki dersliklere isim verilmesin. Pekala tartışmadan uzak, herkesin kabul ettiği, ülkeye hizmet eden önemli tarihi şahsiyetlerin isimleri dersliklere isim olarak verilebilir. Hatta yanına o tarihi şahsiyetin özgeçmişini anlatan bir çerçeve de asılabilir. Şahsiyetin kim olduğuna, öneminin nereden geldiğine dikkat çekilebilir.

Kısaca, dersliklere acısı taze ve sıcak yer ve şahsiyetlerin isim olarak verilmesini pedagojik yönden uygun bulmuyorum.